30 Ağustos 2012 Perşembe

AH BU KIRMIZI BOLŞEVİK GÖZLERİ...! - RAHMİ ÖĞDÜL

Panoptikonu bile özler olduk. Küçük hücrelerinde gözetim altında tutulan özneler en azından kendi içsel yaşamlarını, düşüncelerini geliştirebiliyorlardı. Panoptikonun kulesinden her hareketlerini gözleyen iktidar karşısında bireyler kendilerine ait küçük odalarında direnişin imkânları üzerinde kafa patlatabiliyorlardı hiç değilse. Ne güzel günlerdi! Oysa kimliklerin bilgisayar tarafından yapılandırıldığı süper-panoptikon çağında kendimize ait küçük odalarımızın da artık bir işe yaramadığını görüyoruz. İnternete taşıdığımız küçük odalarımızı küresel veri akışlarının içine yerleştirerek düşündüğümüz, duyumsadığımız her şeyi bir dijital veri olarak iktidarın kullanımına sunuyoruz. Modern gözetlemenin panoptikonu özneleri sabit kimlikleri üzerinden ayırt edebiliyordu ancak, oysa post-modern zamanların süper-panoptikonu kimliklerin çoğalıp dağılmasına izin veriyor ve dijital ortamda dağılmış olan bu çoklu kimlikleri yeniden birleştirerek tüm direniş imkânlarını önceden kestirebiliyor.

E-Devletler Var Artık Karşımızda
John Carpenter’in 1982 tarihli The Thing (Şey) adlı filmini hatırlayalım: Amerika’nın Antarktik bölgesinde araştırmalar yapan doktor, bir yaratık keşfeder. ‘Şey’in kendine ait bağımsız bir biçimi yoktur; hücreleri, yanından geçen her hangi bir şeyin hücresini yakalamakta, bu hücreleri taklit ederek anında karşılaştığı şeye dönüşmektedir. Keşif gezisinin üyelerinden birine, bir köpeğe ya da bambaşka bir şeye dönüştüğünü görürüz filmde Şey’in. Sürekli dönüşüm ve metamorfoz geçiren biçimsiz bir kitleyle karşılaşırız. Doktor bu muammayı bir bilgisayar programı yardımıyla çözer. Sürekli biçim ve kimlik değiştiren bireyler çağında süper-panoptikonun dijital ortamı bu biçimsiz kitlenin gizlerini çözmeye yarıyor. Bir e-iktidar çağında biçimsiz bir kitle dijital verilere indirgenerek biçimlendirilebiliyor. e-devletler var artık karşımızda.

e-Devlet’i devlet kendi sitesinde şöyle tanımlıyor:” vatandaşlara devlet tarafından verilen hizmetlerin elektronik ortamda sunulması demektir. Bu sayede, devlet hizmetlerinin vatandaşa en kolay ve en etkin yoldan, kaliteli, hızlı, kesintisiz ve güvenli bir şekilde ulaştırılması hedeflenmektedir. Bürokratik ve klasik devlet kavramının yerini almaya başlayan e-devlet anlayışı ile, her kurumun ve her bireyin bilgi ve iletişim teknolojileri ile devlet kurumlarına ve kurumlarca sunulan hizmetlere kolayca erişmesi hedeflenmektedir.” Çok masumane, tamamen bizim yararımıza bir hizmet; devlet vatandaşlarını düşünüyor.

Kapımıza Dayanan Ailemizin Polisine Ne Demeli?
Elektronik ortamdaki kendimize ait küçük odalarda tartıştığımız ‘tehlikeli’ konulardan sonra kapımıza dayanan ailemizin polisine ne demeli? Yakın bir dostumdan biliyorum, çocuğu bir internet sitesinde ateizm konusunda yazışmış ve çok geçmeden mahalle karakolundan gelen polisler dayanmışlar kapıya, ebeveynleri uyarmak için. Her hareketimizin, her düşüncemizin izlendiği Orwell’in cehenneminde yaşıyoruz adeta. The Rage Against Machine grubunun vokalisti Zack de la Rocha’nın ‘Voice of the Voiceless (Sessizlerin Sesi)’ parçasındaki haykırışı kulaklarımda: “Ve Orwell’in cehennemi, terör çağı gerçek oldu/ Fakat bu küçük birader de izliyor sizi.”

Küresel veri akışlarından oluşan Orwell’in cehenneminden kaçmak için küçük biraderler de Büyük Biraderi izliyor şimdi. ‘Bir Avuç Saçma’ başlığı altında kitaplaştırılan kendi kroniğinde Refik Halid Karay siyah göz bebekleriyle kırmızı gelinciklerden söz ediyordu : “Gelincikler etrafı tarassut eden (gözetleyen) gözler gibidir; bizim onlara baktığımızdan ziyade sanki onlar bizi seyreder. Bebekleri iri, simsiyahtır. Ah bu kırmızı Bolşevik gözleri…!”


BirGün



FAŞİZM KENDİ İÇİNDE TUTARLI OLARAK, POLİTİK YAŞAMIN ESTETİZE EDİLMESİNİ AMAÇLAR - WALTER BENJAMİN

Günümüz insanlarının giderek proleterleşmesi ve kitle oluşumlarının çoğalması, aynı olayın iki ayrı yüzünden başka bir şey değildir. Faşizm, yeni oluşan, proleterleşmiş kitleleri, bu kitlelerin ortadan kaldırılmasını istediği mülkiyet ilişkilerine dokunmadan örgütleme çabasındadır. 

Faşizm, kurtuluşunu, kitlelerin kendilerini ifade edebilmelerini (elbet haklarını tanımaya asla yanaşmaksızın) sağlamakta bulmaktadır.(32) Kitlelerin mülkiyet koşullarının değiştirilmesini isteme hakları vardır; faşizm ise bu koşulların konserve edilişini, sözü edilen kitlelerin ifadesi kılmak peşindedir. Faşizm kendi içinde tutarlı, olarak, politik yaşamın estetize edilmesini amaçlar. 

Faşizmin bir liderin kültüyle boyunduruk altına aldığı kitlelerin ırzına geçilmesiyle, yine faşizmin kült değerlerinin üretilmesi için yararlandığı bir aygıtın ırzına geçilmesi, birbiriyle örtüşmektedir. Politikanın estetize edilmesine yönelik bütün çabalar, tek bir noktada doruğuna varır. Bu nokta, savaştır. En büyük boyutlardaki kitle hareketlerini geleneksel mülkiyet ilişkilerini değiştirmeden koruyarak belli bir hedefe yöneltmeyi, yalnızca ve yalnızca savaş sağlayabilir. 

Olayın politika açısından ifadesi budur. Teknik açıdan ifadesi ise şöyledir: içinde yaşanılan zamanın bütün teknik araçlarını, mülkiyet koşullarını koruyarak harekete geçirmeyi yalnızca savaş sağlayabilir. Faşizmin savaşı yüceltme eyleminin bu kanıtları kullanmaması, doğaldır. Ama bu kanıtları gözden geçirmek, yine de öğreticidir. Marinetti’nin, Etiyopya’daki sömürge savaşına ilişkin manifestosunda şöyle denilmektedir:


“Yirmi yedi yıldan bu yana biz fütüristler, savaşın estetiğe aykırı diye nitelendirilmesine karşı çıkmaktayız... Bu bağlamda yaptığımız saptamalar, şunlardır: ... Savaş güzeldir, çünkü gaz maskeleri, korkutucu megafonlar, alev makineleri ve tanklar aracılığıyla insanın, boyunduruk altına alınan makine üzerindeki egemenliğine gerekçe kazandırır. Savaş güzeldir, çünkü insan bedeninin o düşlenen konumunu, metalleştirilmesi konumunu kutsayarak gerçeğe dönüştürür. Savaş güzeldir, çünkü çiçekler açan bir çayırı mitralyözlerin ateşten orkideleriyle zenginleştirir. Savaş güzeldir, çünkü tüfek ateşini, top atışlarını, ateşin kesildiği anları, parfüm ve çürüme kokularını tek bir senfoni halinde birleştirir. Savaş güzeldir, çünkü büyük tanklarınki, geometrik uçak filolarınınki, yanan köylerden yükselen duman helezonlarınınki gibi yeni mimari biçimler ve daha pek çok şeyler yaratır... Ey fütürizm şairleri, yazarları ve sanatçıları bir savaş estetiğine ilişkin bu temel ilkeleri anımsayın; anımsayın ki, yeni bir şiir ve yeni plastik sanatlar uğruna harcadığınız çabalar yine sizin ışığınızla aydınlansın!”(33)


Bu manifestonun ayrıcalığı, çok açık oluşudur. Sorunları ortaya koyma biçimi açısından ise diyalektik düşünen birince benimsenmeye layıktır. Bu manifestoya bugünün savaşının estetiği şöyle görünmektedir: 

Üretim güçlerinin doğal yoldan değerlendirilmesi mülkiyet düzenince önlenirken, teknik araçların, temponun, güç kaynaklarının yoğunlaşması, doğaldışı bir değerlendirmeye zorlamaktadır. Bu doğaldışı değerlendirme, savaş aracılığıyla gerçekleşmektedir; savaş, yıkımlarıyla toplumun tekniği kendi organı kılmaya yetecek olgunlukta olmadığının, tekniğin de toplumun temel güçlerini yenecek ölçüde gelişmediğinin kanıtını sergilemektedir. Emperyalist savaş, en korkunç çizgileriyle, dev üretim araçlarıyla, bunların üretim süreci içersindeki yetersiz değerlendirilmesi arasında uzanan uçurum tarafından (başka deyişle, işsizlik ve sürüm pazarlarının eksikliği tarafından) belirlenmektedir. 

Emperyalist savaş, toplumun doğal malzemesinden yoksun kıldığı istemleri "insan malzemesi”nin yardımıyla karşılayan tekniğin bir başkaldırısıdır. Teknik, nehirleri kanalize edecek yerde, insan selini siperlere yöneltmekte, uçaklarından tohum atacak yerde kentlere yangın bombaları yağdırmaktadır; gaz savaşında ise Aura’yı yeni bir biçimde ortadan kaldırmaya yarayan bir araç bulmuştur.

“Fiat ars, pereat mundus”* diyen faşizm, tekniğin değişime uğrattığı, duyusal algılamanın sanatsal düzlemde doyuma ulaştırılmasını, Marinetti’nin itiraf ettiği gibi, savaştan bekler. Bu, herhalde tam anlamıyla sanat sanat içindir’in gerçekleşmesi olmaktadır.

Bir zamanlar Homeros’ta, Olimpos Dağı’ndaki tanrıların gözünde bir tür sergi malzemesi olan insanlık, şimdi kendi kendisi için bir sergi malzemesi olup çıkmıştır. Kendine yabancılaşması, ona kendi yıkımını birinci sınıf bir estetik haz kaynağı niteliğiyle yaşatacak boyutlara varmıştır. 

Faşizmin politikayı estetize etme çabalarının vardığı nokta, işte budur. Komünizm, buna sanatın politize edilmesiyle yanıt verir.

Dipnot

32 Burada da, özellikle propaganda açısından taşıdığı önem hiçbir zaman yeterince anlatılamayacak haftalık haberler göz önünde tutulduğu takdirde, teknik bir nokta önem kazanmaktadır. Kitlesel yeniden-üretime, kitlelerin yeniden-üretimi özellikle uygun düşmektedir. Büyük şenlik alaylarında, dev toplantılarda, spor türündeki kitlesel gösterilerde ve savaşta -ki, bugün bunların hepsi de çekim aygıtına açıktır- kitle kendi yüzüyle karşılaşmaktadır. 

Kapsamını ayrıca vurgulamaya gerek duymadığımız bu olgu, yeniden-üretim ya da çekim tekniğiyle çok yakından ilintilidir. Genelde kitlesel hareketler, aygıta, bakışlara olduğundan çok daha açık ve seçik gözükür. Yüz binlere ait kareler, en iyi kuşbakışı görülebilir. Her ne kadar bu perspektif, insan gözüne de aygıta olduğu kadar açıksa da, gözün kaptığı görüntüde bir büyütme, çekimdeki durumun tersine, olanaklı değildir. Başka deyişle, kitlesel hareketler ve bu arada savaş, insan davranışlarının aygıta özellikle uygun düşen bir biçimini temsil
etmektedirler,
33 cit. La Stampa Torino.

Pasajlar | Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı | Sonsöz - Walter Benjamin



MİLENA'YA MEKTUPLAR - FRANZ KAFKA

Dürüst bir insanım Milena. Esaretin izin verdiği kadar dürüst. Bir şeklimle herkese benzemeyen farklı bir yön var bende. Huzur içinde bir dakika bile çok görülmüştür bana. Her şeyi savaşarak kazanmak mecburiyetindeyim. Sadece geleceğimi değil geçmişimi de kendim yaratmak zorundayım. Dünya sağa dönüyorsa bu ritme uymak için benim sola dönmem gerekiyor. Palto giymeye üşenirken bu koca dünyayı sırtımda nasıl taşırım ben?

*** 

"Yarım saattir iki mektubunla kartını okuyorum ve bu sırada durmadan güldüğümü şimdi farkettim. Dünya tarihinde bundan daha mutlu bir imparatorluk var mıdır acaba? Odasına bir geliyor ki 3 mektup var ve bunların açmaktan -ağır ağır ağır hareket eden parmaklar- arkasına yaslanmaktan ve bunun, bu mutluluğun kendisini bulduğuna inanamamaktan başka yapacak hiçbir iş yok.

Hayır, hep gülmedim. Bavul taşıman konusunda söyleyecek söz bulamıyorum, buna inanamıyorum, inandığımda gözümde canlandıramıyorum, canlandırdığımdaysa Pazar günkü kadar güzelsin -yok buna artık güzellik denemezdi; cennetin yerini yurdunu şaşırmasıydı bu-

Fakat yine de buna inanamıyorum eğer gerçekten böyle olduysa, itiraf etmeliyim ki bu korkunç olduğu kadar da muhteşem. Ama hiçbir şey yememen ve aç olman (ben burada aç olmadığım halde tıka basa doyuruluyorken) bunun yanı sıra gözlerinin eltındaki torbalar (üzerinde oynanıp sonradan eklenmiş olamaz, fotoğrafın yarattığı sevincin yarısını da aldı götürdü bunlar, yine de yeterince kaldı ve bunun için elini o kadar uzun süre öpmek istiyorum ki, bu hayatta bir daha ne çeviri yapmaya kalkış ne de istasyondan bavul taşımaya) İşte bunlar için seni bağışlayamam, asla bağışlamayacağım, 100 yıl sonra kulübemizin önünde oturuyor olduğumuzda bile bunun için sana sitem edeceğim. Hayır, şaka yapmıyorum."

***

Gerçekten, hasta olmanız değil beni korkutan, bu rahatsızlığı tetikleyen şeyin ne olduğu... Yalnızca, o zamanlar hastalığın bendeki keyfiyeti için zihnimde tertiplediğim ve daha pek çok duruma da uyan açıklamayı düşünüyorum. şöyle ki; beyin kendisine tahmil edilen huzursuzluk ve acılara dayanamaz hale gelmişti. Şöyle diyordu: "Pes ediyorum, eğer burada bütünün korunmasıbı birazcık önemseyen biri varsa, benim yükümün bir kısmını üzerine alsın ve böylece bir süre daha idare edelim." Böylece akciğer bu göreve talip oldu, bunu yapmakla çok şey kaybetmeyeeckti herhalde. Beyin ve akciğer arasında benim bilgim dışında yapılan bu pazarlıklar müthiş geçmiş olmalı.

***
Sevgili Milena Merak ediyorum seni Milena. Kalem tuttuğun elini, saçlarını ve ruhunun sürekli ağladığını yansıtan gözlerini. Soğuk bir ürperti geliyor Milena, üşüyorum senin adını her andığımda. Küfürbaz Kafka burada olsaydı herhalde küfrederdi bana. Ama ne yapayım Milena sana olan aşkım…

Milena, Havva’nın elmayı ağaçtan koparması gibi bir şey. (Günah sayılan bu olayı, kimsenin anlamayacağı gibi anlıyorum kimi günler..) Havva elmayı yemek için koparmış da olabilir, hoşuna gittiği beğendiği için koparmıştır- belki de. Âdem’e gösterebilmek için yalnız. Koparmak önemli değildi anlaşılan, ama elmayı dişlemek sonucu doğurmuş oldu., Elmayla oynamak sonucu doğru olmayabilir, ama yasakta edilmemişti ki.

Hain olarak düşünebilirler beni fakat ben seni yazdıkların için de sevdim –her ne kadar onları aşkına söz geçiremeyen Franz’a yazdıysan da– ama sen başkaydın Milena hasta bir adamı sevecek kadar hastaydın. Beni belki o kadar sevmedin hatta hiç sevmemiş de olabilirsin ama kendimi frenlemeye yeltenemiyorum. Deli mi oldum bende bilmiyorum. Kafam hiç yerinde değil. Yalnız göz kapaklarımı hareket ettirebiliyorum. Sevgilim artık gözlerim bile ışıldamıyor. Artık ne yapacağımı da bilmiyorum. Dün öğle üzeri avludan gelen kuş seslerinin her tarafa dağıldığı şahit oldum. İlk önce avludan gelen kuş sesleri beynimim içine girmeye çabaladılar. Bir bulut gibi toplandılar, acı çığlıklarıyla sana olan aşkımı köreltmeye çalıştılar. Kendime geldiğimde bedenimdeki titreme beni öyle bir hale getirdi ki.. Ama yılmadın sana olan sevgimi sorgulamadım asla. Bütün gece yankı yapan sese kulak vermemeye çalıştım. Seni düşündüm.

Kötüyüm Milena, bilmediğin kadar kötü.. Onun için bağırıyorum ya! Meleklerin sesi sandığımız, cehennemin dibindekilerin türküsüdür.

***

Milena, Milena, Milena....Adından başka şey yazamıyorum. Yazmalıyım ama! Bugün şaşkınım, yorgun ve sensizim Milena. (Yarın da yanımda olmayacaksın.) Nasıl bitik olmayayım? Hastayım diye altı ay dinlen, günlerini hoş geçir diyorlar bana....Oysa bu süre içinde yalnız dört gün bağışlanıyor!

Bu dört günün salı ve pazarından yalnız bir parça, sabahlarla akşamlar da yok ediliyor üstelik! Tam bir esenliğe kavuşmadımsa suç bende mi, Milena!? (sol kulağına fısıldıyorum bunları...Güzel bir yorgunluktan sonra derin bir uykuya dalmışsın...Yoksul bir yataktayız, sağdan sola dönüyorsun ağır ağır, dudaklarımdan yana...)

Yolculuğum nasıl mı geçti? Anlatayım: İstasyonda gazete bulamayınca sokağa fırladım, sevindim buna da, ama yoktun sen, gitmiştin. İyi, dedim, böyle olması gerekirdi. Sonra gene trene döndüm, düzüldük yola, gazeteyi okumaya başladım. Nasıl olması gerekirse, öyleydi her şey...

Biraz sonra vazgeçtim okumaktan, sen yoktun artık yanımda...yanımdaydın elbet, bunu bütün benliğimle duyuyordum, ama birlikte geçirdiğimiz o dört günün yakınlığına benzemiyordu bu...Alışmalıydım bu çeşidine. Gene okumaya başladım: Bahr'ın günlüğünü okuyordum gazetede; Grein'deki bir yeri anlatıyordu. Bitirdiğimde yazıyı, dışarı baktım, ters yöne giden bir vagonun üstünde "Grein" yazılıydı!

Karşımda oturan biri "Narodni Listy"nin geçen pazarki sayısını okuyordu. Ruzena Jesenska'nın bir yazısı ilişince gözüme, istedim gazeteyi adamdan; bir göz attım, bıraktım sonra; beni uğurlarken gördüğüm yüzünü anımsadım da o yüzle oturdum ben de .

Unutamayacağım bir doğa olayıydı yüzün istasyonda Milena: Bulutlardan değil, kendiliğinden gölgelenen bir güneştin sanki.

Ne söyleyeyim daha? Kafam ve ellerim dinlemiyor beni.

***

"Artık gözlerine bakınca eskisi gibi avunamıyorum. Güneşe dayanamıyorum artık Milena geri dönmeliyim, geri dönmeliyim. Yolunu kaybetmiş bir hayvan gibi gücümün yettiğince kaçıyorum. Ama onu da gittiğim yere götürebilir miyim diye düşünerek kaçıyorum. O belki gittiğim karanlıkları aydınlığa çevirebilir...

Neler olduğunu sen de benim gibi bir türlü tam anlamıyorsun. Büyük bir coşku ile karşılaşınca delirecek kadar ürperiyorum. Bir şey istiyorum, gürültüden, kalabalıktan uzak karanlığımda kendi başıma kalmak. Bir yerlere gizlenmek istiyorum bu isteğim ardından gitmek istiyorum..

Bendeki bu coşku bir yanardağın patlaması gibi olduğundan elbet dinecek bir gün. Ama bu coşkuyu oluşturan güçleri içimde taşıdığımı bilmek çok korkutuyor beni. Zaten yaşamım korkulara bağlı beni vareden bu korkular onlar yok olursa ben de yok olurum. Benim böyle olduğumu sen de biliyorsun, hatta böyle olmasaydım benimle bu kadar ilgilenir miydin? Patlamalar şu an bitmek üzere aslında mutlu olmam gerekiyor ama bunların her zaman olacağını bilmek korkutuyor beni..

Gözüm açıldı artık Milena, ama “beni bırakma” diyen yakarışmalarımı düşünüp de acı çekmene gerek yok. Bu konuda senin ateşin hala bütün gücü ile aydınlatmakta yüreğimi. O yüzden düşüncelerimde değişen bir şey yok. Ancak bu durumun ne senin için ne benim için kötü bir durum. Çünkü söylenmesi gereken en küçük doğru söz ilk söylendiğinde beni yıkmaya tepetaklak yuvarlamaya yeterlidir..."

***

"Anladığım kadarı ile Milena ikimiz de çok çekingen ve ürkek kişileriz. Birbirimize gönderdiğimiz mektuplar o kadar çekingen o kadar korku dolu ki. Cevaplar dersen onlar ayrı bir korku kaynağı ikimize de doğuştan gelmemiş bu özellikler ama ben de huy edinmiş artık.

Bir odadayız Milena. Birbirine bakan iki kapının ardındayız ama ayrı ayrı. Biri açacak olsa diğeri hemen ürküp kapıyor kapıyı. Halbuki bu iki kişi ürkeklik olarak bu kadar benzemeseler, biri diğerine hiç aldırış etmese açsa kapıyı çıksa dışarı odayı düzenlese. Ama hayır o da en az diğeri kadar ürküyor ve saklanıyor kapısının ardına ve o güzelim oda bomboş kalıyor ortada.

Ve bu yüzden hep ikimizi üzen yanlış anlamalar oluyor. Aslında senin anlamadığını söylediğin o mektuplar sana en yakın olduğum zamanlar yazmış olduklarım oluyor.

Yeryüzündeki 38 yıllık yolculuğumdan sonra bir dönemeçte sana rastlıyorum ve bu geç gelen hiç beklemediğim karşılaşma sonrasında ne yapacağımı bilmez şaşırıp kalıyorum. İçimde fırtınalar kopamıyor, bağıramıyorum, çılgınlıklar yapamıyorum bu yüzden"

***

"Kapana sıkışmışım gibi bir hisle yatakta yatıyordum bütün gün. Durmadan seni kendimden uzaklaştıracak bir şeyler arayıp durdum. Kendi kendime kızdım devamlı...

Çılgınca bir korkunun tutsağıyım Milena. Anlıyor musun korkuyorum? Bu koca satranç oyununda yerim yok benim zaten. İlgimi çekmiyor, ben bütün dikkatimi kraliçeye vermişim. Gözlerim yalnız onu görüyor. Şahın yerinde olmak için bütün uğraşmalarım. Bunların gerçekten olmasını istiyorsam artık başka türlü davranmam gerektiğini de biliyorum. Bu yüzden Viyana’da kalma artık demem senden daha çok benimle ilgili, hele şu an söylediklerim isteklerin en masumu en arınmışı belki de. Mutluluğun ta kendisi o...

Mektuplarını tüylerini kabartıp tetikte bekleyen bir kedinin dikkati ile okuyorum.."



BİR ''BAKİ HOCA'' VARDI - REFİK DURBAŞ

Asıl adı Mustafa İzzet Baki idi. Kimi yazılarında “Remzi Aczi” adını da kullandı. “Tercüman-ı Hakikat” başyazarı ve “Baba” olarak anılan gazeteci Ahmed Agâh Efendi tarafından “Abdülbaki” adıyla çağrılması nedeniyle bu adla tanındı.

Babası Ahmed Agâh Efendi’nin ölümü üzerine Gelenbevi İdadisi’nin son sınıfından ayrılmak zorunda kaldı. Bir süre Vezneciler’de kitapçılık ve Çorum’un Alaca ilçesinde mezun olduğu “Menba’ül-irfan”da ilkokul öğretmenliği yaptı.

1927’de Erkek Muallim Mektebi’ni, 1930’da İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi.

Konya, Kayseri, Balıkesir ve Kastamonu liseleri ile İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde edebiyat dersleri verdi.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde metinler şerhi okuttu.

Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde İslam-Türk tasavvuf tarihi ve edebiyatı okuturken 1945 yılında Türk Ceza Kanunu’nun 141. maddesine aykırı davrandığı gerekçesiyle tutuklandı, 10 ay hapis yattıktan sonra aklandı.

1949’da kendi isteğiyle emekliye ayrıldı.

Türkiyat Mecmuası, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası ve Şarkiyat Mecmuası gibi yayın organlarında edebiyat tarihi ve fütüvvetle ilgili çok sayıda makale yayınladı,

Aylık, Türk, İslam, “The Encylopedia of İslam” ansiklopedilerine doksan beş civarında madde yazdı.

Melâmilik ve Melâmiler ve Kaygusuz-Vizeli Alâeddin’den sonra, 1936’da doktora tezi olarak hazırladığı Yunus Emre, Hayatı, Sanatı, Şiirleri’ni yayınladı. Onu Yunus Emre ile Âşık Paşa ve Yunus’un Batıniliği ve Pir Sultan Abdal (Pertev Naili Boratav ile birlikte) izledi. Mevlânâ’nın Mesnevi’sini (6 cilt) Türkçeye çevirdi. Yunus Emre Divanı’nı (2 cilt) yayına hazırladı.

1945’te yayınladığı ve divan edebiyatını İran edebiyatının kötü bir taklidi olarak nitelediği “Divan Edebiyatı Beyanındadır” incelemesiyle tartışmalara yol açtı.

Ömer Faruk Akün’ün “TDV İslam Ansiklopedisi”nde yazdığına göre “Çabuk parlar, bir görüşten onun tam karşıtı bir görüşe geçebilen mizacına mukabil bütün hayatı boyunca Şiilik ve Mevleviliğe büyük bir sadakatle bağlı kalmıştır. Şii usulünce namaz kılarken secdede başını koyduğu Necef taşını göz yaşı ile ıslatır, Mevlânâ’dan söz ederken gözleri yaşarırdı.”

Namaz kılmasına tanık olmadım, ama Mevlânâ’dan söz ederken gözlerinin yaşardığını çok gördüm. 60’lı yılların ortalarında Prof.Dr.İsmet Sungurbey, Doğan Hızlan ve Konur Ertop ile aynı masada buluştuğumuz çok günler oldu. Nuruosmaniye’de Cağaloğlu hamamının karşı köşesine düşen ve yalnız İskender kebabı yapan mekanda öğle yemeği nedir, akşamın kandili Aksaray’da söndürülürdü.

Nâzım Hikmet hayranıydı. Bu nedenle olacak Nâzım’ın destanını yazdığı “Sımavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin”in manâkıbını İsmet Sungurbey ile Türkçeye kazandırmış, ayrı bir kitap olarak da Bedreddin üzerine bir inceleme kaleme almıştı.

25 Mayıs 1966’da “Aziz Refik Durbaş’a sevgilerle” diye imzaladığı inceleme, hafızamda o günlerin anısı olarak hâlâ yaşamaktadır.

Divan şiiri, İslam tasavvufu, İslam mezhep ve tarikatları, İslami Türk edebiyatı konularında derin araştırmalarıyla tanınmış bir bilim adamıydı.

Adı Abdülbaki Gölpınarlı idi.

12 Ocak 1900’de İstanbul’da doğmuştu. 25 Ağustos 1982’de kendi deyişi ile “fani varlığını ebediyete bağışladı.”

Doğrusu 20. ölüm yılında hatırlanmasını isterdim, özellikle “muhafazakâr sanat”ın gündemde olduğu bir zamanda…

Üstat şiirler de yazmıştı.

İşte yazdığı şiirlerden biri…


“Pirim yeter artık beni ferdalara atma

Benlik yetişir benliği benliklere katma


Sun gayri hayâl eylediğim bâde-i vaslı

Firkat şeb-i yelda gibidir artık uzatma


Bûs etti lebim hırka-i fahr-i dü cihanı

Öptürme leb-i gayri der-i lütfu kapatma


Her yerde düşen başıma ey saye-i rahmet

Rahm et kuluna bendeni bî-gâneye satma


Âciz değilim aczim a sultânım efendim

Zerren olayım Şemsine hurşîde aratma


Sırrın için ey şâh-ı keremkâr-ı vilâyet

Al nezdine Bakîyi de ferdalara atma


BirGün



YENİ SEZONA GİRERKEN TEATRAL ÖNERİLER! - YAŞAM KAYA

Geçtiğimiz tiyatro sezonunda en az bir tiyatro oyununa giden seyirci için yazıyorum bu yazıyı. Yok yok aslında bir tane oyun koymuş tiyatro grupları için... Ya da bir tane oyunda görev almış oyuncu için... Sezonda bir tane oyun izleyen eleştirmenler adına... Kısa sözün özü şu ki; bu sezon tiyatroya bulaşacak herkes adına bir kaç laf etmenin zamanı geldi. Ortalıktaki toz dumanları daha dağılmamışken, özel tiyatrolar devlet ödeneğine başvuru yapmadan yeni sezonu açarken, Devlet Tiyatroları belirsizliğini korurken...

Geçen sezon yüzün üzerinde tiyatro eleştirisi yazarak tiyatro üzerine fikir üreten herkese yol gösterici bir kimliğe büründüğümün farkındayım. Bir sezon içinde yüz yetmiş dört oyun izleyerek klişeleşmiş eleştirmen kimliğini yıkıp yerine üreten, düşünen, eleştiren, ‘tarafsız bir eleştirmen nasıl olmalı?’ sorusunun yanıtını ortaya koyan bir çizgi gösterdim. Çok ciddi laflar etmeden önce kimse kusura bakmasın, bu yazımda mütevaziliği bir kenara koyup olan neyse onu anlatacağım.

İlk Sözüm Eleştirmenler Birliği’ne (!)
UNESCO'ya bağlı bir sivil toplum kuruluşu olan Uluslar arası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği'... diye her eylemde bildirisini okuduğumuz, ama aslında işlevsel bir kimliği olmayan, üyelerinin hangi kıstasa göre seçildiğini anlayamadığımız, üç-beş kişinin fikirsel hegemonyası altında varlığını sürdürmeye çalışan enteresan bir topluluktan basediyorum. Yurt dışından gelip Türkiye’deki çalışmalara ağırlık verdiğim yıllarda birliğe girmek için başvuru yaptığımda ‘yazılı basın organında yazmıyorsunuz’ diye geri çevrildiğim, daha sonra tekrar başvurduğumda ‘yönetim kararı gereği alamıyoruz’ dedikleri, Türkiye Tiyatrosu adına çokta gerekli olmayan bir ortam. Şimdi bu gereksiz ortama ben ne diye başvurdum peki... İşte ben de o birliğin işlevsel, demokratik bir ortam olduğuna inandığım için iki kez başvuru yaptım, sonucunda gördüm ki körler sağırlar birbirini ağırlarmış. Çevremde birçok tiyatro eleştirmeninin birliğe üye olmadığını, zaten birlik içinde daimi tiyatro eleştirisi yazan beş on kişinin olduğunu şimdilerde görüyorum. İlk söz Tiyatro Eleştirmenleri Birliği’ne; ‘Beyaz Türk’ birlikteliğinden sıyrılıp, demokratik bir kurum olurlarsa tiyatro adına daha yapıcı işler ortaya koyarlar!

İkinci Söz Tiyatro Gruplarına!
Ortalamalara baktığım zaman geçtiğimiz yıl en az otuz yeni grup tiyatro seyircisiyle buluşmuş. Yapılan işler, sürdürülen çalışmalar genç tiyatro toplulukları adına mutluluk verici. Ama her heyecanlı işin sonunda mutlaka başarı olacak diye bir kural yok. Oda Tiyatrosu (İn Your Face) yapan grupların günden güne çoğalması birbirini taklit eden grupların doğmasına sebep olabilir. Bu duruma şiddetle dikkat etmek gerekli! Yeni tiyatro grupların öncelikli işi özgün işlerden geçiyor. İkinci Kat, Altıdan Sonra Tiyatro, The Club, Mekan Artı, Maya Sahnesi, Beyoğlu Terminal Sahnesi, Şermola Performans, Oyuncular Sahne, Sahne Hâl, Alternatif Tiyatro Mekanları içinde alttan gelen yeni gruplara, mekanlara yol gösterici pozisyondalar. Yeni dönemde oynanacak oyunlara baktığımızda özel tiyatro gruplarının yine çok marjinal kaldığını söyleyebilirim. Türkiye’ nin politik olaylarına değinen ‘BuluTİyatro’ hariç, alternatif tiyatroların bireysel insanların dünyasından çıkamadığı ortada. Türkiye’ nin içinden geçtiği politik sorunlar, demokrasi problemleri, işçi sınıfının sıkıntıları, kapitalizmin günden güne vahşileşen kam emici düzeni bizim tiyatro salonlarına pek uğramıyor. Aslında uğruyor ama bir farkla, İngiliz bakış açısına göre yorumlanan dünya gözünden! Türkiyelileşmiş bir politik algıyla hareket eden özel tiyatro toplukları sahnelerde olmalı... Devlet ve Şehir Tiyatroları’ nı atladığımı sanmayın. Onların durumu o kadar belirsiz ki, ekim ayından sonra hep birlikte neler olduğunu göreceğiz. Ne tür oyunlar sahnede olacak hep birlikte izleyeceğiz. Bu iki kurum hakkında düşüncelerimi sonraya bırakıyorum.

Üçüncü Söz Oyunculara!
Siyasal konjoktörü iyi algılayan, kapitalist dizilerde oynama uğruna sahnelerini terk etmeyen, Türkiye toplumuna tepeden bakmayan, tiyatro seyircisiyle bütünleşmiş, halkçı, toplumcu, demokrat oyuncuların çoğalması bu sezon en büyük dileğim. Bir sezon içinde üç bin genç tiyatro santçısının ilk kez sahneye çıktığını düşündüğümüzde, tiyatro piyasasındaki oyuncuların neden donanımlı olması gerektiği açıkça ortaya çıkıyor. Dünyayı, Türkiyeyi gerçekçi bakış açısıyla algılamış oyuncularla yapılacak işler bir toplumu karanlık günlerden kurtaracaktır!

Son Söz: Politik Tiyatro Şart!
Günden güne her açıdan kaosa sürüklenen Türkiye halklarını barış içinde tutmanın en önemli ayağı sanatı, özellikle tiyatroyu politik barışın içinde yaşamaktan geçiyor. 2012-13 sezonunda yine özel tiyatrolara büyük görev düşüyor. Umarım bu sene sözünü esirgemeyen bir tiyatro sezonu geçiririz!


BirGün



ELLIOT SMITH : KIRILGAN SESLİ OZAN - ECE DORSAY

Geçen gün radyo programımı Elliot Smith’e ayırdım ve müthiş kapaklı, New Moon albümünden parçalar çaldım. Ek olarak, Good Will Hunting (Can Dostum) filminin harika şarkısı Angeles ile programa giriş yaptım. Bu yazımda, Elliot’un kısa ama üretken yaşamına değinmek istiyorum :

“1969 senesinde Nebraska'da dünyaya gelen Amerikalı indie rock müzisyeni Steven Paul 'Elliott' Smith, ailesinden kaynaklanan sorunlardan dolayı oldukça zorlu bir çocukluk dönemi geçirdi. 10 yaşındayken gitar çalmayı öğrenen Smith, aynı zamanda "Fantasy" adlı ilk bestesini hazır hale getirdi. Küçük yaştan itibaren The Beatles, Bob Dylan, KISS, The Clash ve Elvis Costello gibi isimleri dinlemeye başlayan sanatçı, 14 yaşındayken Oregon'a taşındı. Lisedeyken 'Stranger Than Fiction' adlı gruba katılan müzisyen, aynı zamanda kendisine artık Elliott olarak hitap edilmesini istiyordu.

1991 senesinde öğrenim gördüğü ünversiteden felsefe ve politika bilimi diploması alan Elliott Smith, üniversite dönemi sırasında 'Heatmiser' adlı garage punk grubunu oluşturdu. Grupta Smith dışında Neil Gust, Brandt Peterson, Tony Lash ve Sam Coomes bulunurken, grup 1992 senesinde "The Music Of Heatmiser" adlı EP'yi yayımladı. 1993 senesinde "Dead Air" adlı ilk albümünü Frontier Records etiketiyle piyasaya süren beşli, 1994 senesinde "Yellow No. 5" adlı EP'yi ve "Cop And Speeder" adlı 2. albümünü müzikseverlere sundu. Bu sırada Virgin ve BMG gibi önemli plak şirketleri Smith ile irtibata geçerken, sanatçı ilk solo albümünü yayımlamak için Cavity Search Records adlı plak şirketiyle anlaştı.

1994 senesinde "Roman Candle" adlı ilk solo albümünü piyasaya süren Elliott Smith, albümün içerisinde daha önceden hazırlamış olduğu bestelerine yer verdi. Albümün sözlerinde depresyon, uyuşturucu bağımlılığı ve ihanet gibi konuları işleyen Smith, albümün soundunda genelde akustik gitarını kullandı. İlk solo konserini aynı senenin sonuna doğru gerçekleştiren sanatçı, bu performans sonrasında bir başka indie rock müzisyeni Mary Lou Lord ile irtibata geçti ve sanatçıyla birlikte ufak çaplı bir Amerika turnesine çıktı.

1995 senesinde kendi ismiyle aynı ismi taşıyan 2. solo albümünü Kill Rock Stars adlı bağımsız plak şirketinden yayımlayan Elliott Smith, albümde Spinanes grubunun vokalisti Rebecca Gates ve Heatmiser grubundan arkadaşı Neil Gust'ı konuk müzisyen olarak davet etti. Albüm sound olarak ilk albüme benzerken, albümde yer alan "Needle In The Hay" gibi parçalar, Smith'in uyuşturucuyla olan problemlerini gözler önüne seriyordu.

1996 senesinde grubu Heatmiser ile "Mic City Sons" adlı albüme imza atan Elliott Smith, albüm sonrasında grupla birlikte bir performans gerçekleştirdi ve grup bu konser sonrasında dağılma kararı aldı. Aynı sene Jem Cohen adlı yönetmen, Smith'in parçalarını kaydederek "Lucky Three: an Elliott Smith Portrait" adlı kısa filminde kullanmak istediğini belirtirken, film 1997 senesinde yayımlandı. Aynı zamanda "Either/Or" adlı 3. solo albümünü Tom Rothrock ve Rob Schnapf prodüktörlüğünde yayımlayan sanatçı, albümdeki her enstrümanı kendisi çaldı. Albümde korku, Tanrı, ölüm ve varoluş konularını işleyen müzisyen, albümün ismini Soran Kierkegaard'ın aynı isimli felsefe kitabından etkilenerek koydu.

1997 senesinde Gus Van Sant'in filmi "Good Will Hunting"in müziklerini Danny Elfman ile hazırlayan Elliott Smith, 1998 senesinde ilk kez bir televizyon programına katılarak film için hazırladığı "Miss Misery" adlı parçasını performe etti. Bu parçayla Oscar'larda "En İyi Film Müziği" kategorisinde aday olarak göserilen Smith, tören gecesine katılarak parçasını burada da çaldı. Aynı sene The Beatles'ın "Because" adlı parçasını baştan yorumlayan sanatçı, bu parçayla Sam Mendes'in Oscar ödüllü filmi "American Beauty"nin soundtrack'inde yer aldı.

1998 senesinde DreamWorks Records ile anlaşmaya varan Elliott Smith, aynı zamanda oldukça önemli bir depresyon dönemi içerisine girmişti. Senenin sonuna doğru "XO" adlı 4. solo albümünü Tom Rothrock ve Rob Schnapf prodüktörlüğünde piyasaya süren Smith, albümün soundunda ilk 3 albümden farklı olarak nefesliler ve yaylılar gibi değişik enstrümanlara bulundurdu. Albümde yer alan "Independence Day" adlı parçada ilk kez bir davul sample'ı kullanan sanatçı, albümden "Waltz #2 (XO)" ve "Baby Britain" adlı parçaları single olarak yayımladı.

2000 senesinde "Figure 8" adlı 5. solo albümünü yine Tom Rothrock ve Rob Schnapf prodüktörlüğünde müzikseverlere ileten Elliott Smith, albümde 1960'ların grupları The Kinks, The Beatles ve The Zombies'in soundundan etkilendiğini belli ediyordu. Albümden "Happiness" ve "Son of Sam" parçaları single olarak yayımlanırken, albüm sonrasında Smith, albümün tanıtımı için Amerika'da konserler gerçekleştirmeye başladı.

2001 ve 2002 senelerini yaşadığı uyuşturucu problemleri yüzünden hayli zor geçiren Elliott Smith, en son 2003 senesinin Ağustos ayında "Pretty (Ugly Before)" adlı parçasını single olarak piyasaya sürdü. Steve Hanft'ın "Thumbsucker" adlı filmi için "Let's Get Lost" adlı parçasını ve Big Star'ın "Thirteen" ile Cat Stevens'ın "Trouble" parçalarını baştan yorumlayarak kaydeden Smith, ne yazık ki 21 Ekim 2003 tarihinde kızarkadaşı tarafından evinde ölü olarak bulundu. Sanatçının ölüm nedeni intihar olarak belirtilse de bazı hayranlar hala durumun böyle olmadığını düşünüyor.

Elliott Smith'in ölümünün ardından Amerika, İngiltere ve İzlanda'da anma konserleri düzenlenirken, sanatçı için şu ana kadar birçok beste yazıldı ve şarkıları baştan yorumlandı. Smith'in 2001 senesinde kayıtlarına başladığı 6. solo albümü "From a Basement of Hill", sanatçının ailesinin öncülüğüyle, 2004 senesinde Rob Schnapf ve Joanna Bolme prodüktörlüğünde hayranlara sunuldu. Sanatçının kaydetmiş olduğu birçok karanlık temalı şarkı albüm içerisinde yer almazken, bu durum müzisyenin bazı hayranlarından tepki topladı.

En son 2007 senesinde "New Moon" adlı 2 CD'lik derleme albüm, Kill Rock Star etiketiyle müzikseverlere sunuldu ve albüm içerisinde Elliott Smith'in 1994 - 1997 dönemi arasında hazırlamış olduğu demo parçalarına ve b-side'lara yer verildi. Ayrıca, bir süre önce piyasaya sürülen "Elliott Smith" adlı kitap sanatçının resimleri, orijinal el yazmaları ve yakınlarının görüşlerinden oluşuyor.”

Bir tane de olsa, orijinal Elliot Smith albümü alın, pişman olmazsınız, özellikle akustik gitar tınılarını ve folk ruhunu seviyorsanız… Kırılgan sesli bu ozanı dinlemelisiniz…


BirGün



CAZ TADINDA ARŞİVLİK BİR ALBÜM - MICHAEL KUYUCU

Son birkaç yılda çok özel projelere imza atan Esen Entertainmant kısa bir süre önce çok özel bir albüm daha yayınladı. Bu albüm bugüne kadar farklı tv kanallarında gerçekleştirdiği programların yanı sıra yazarlığı ile de gündeme gelen Kürşat Başar’ın “Keşke Burada Olsaydın” adlı albümü.

Bugüne kadar yazar ve televizyoncu kimliği ile ön plana gelen Kürşat Başar müziğe olan tutkusunu bu albümle yansıtmış.Müzisyen kimliğine saksafon çalarak farklı bir kimlik katan Başar, albümünde şarkı filan söylüyor sanmayın.Bu bir konsept proje albümü. Son zamanlarda bu tarz şahsa münhasır albüm dinledim, ancak bu albüm gerek içeriği gerekse hazırlanışı ve titizliği ile diğerlerinden biraz farklılaşmış.

Albümü daha elinize alır almaz farklı bir proje ile karşı karşıya kaldığınızı hemen hissediyorsunuz. Grafik çalışması ve kitapçığı ile itinalı olduğu her halinden belli olan albümde her şarkıya ayrı bir bölüm ayrılmış, albümde yer alan sanatçıların fotoğrafları ve şarkıların sözlerini içeren albümün açılış şarkısı albümle aynı taşıyan “Keşke Burada Olsaydın” . Kürşat Başar’ın kendi bestesi ile açılan albümün açılış yorumcusu Ayşen, ona Başar’da eşlik etmiş. Ayşen gibi yetenekli ama şanssız bir yorumcuyu görmek beni sevindirdi.Pop müziğinin tarihçesini yakından takip edenler Ayşen’in doksanların ilk yarısında yayınlanan “Uzaktan Geldim” adlı albümünü iyi hatırlayacaklardır. O dönem için çok ciddi bir başarı yakalayan albüm müzikalitesi ile doksanlara ait bir klasik albüm olmayı başarmıştı.

“Keşke Burada Olsaydın” adlı albümde Sezen Aksu , Yeşim Salkım , Yaşar , Levent Yüksel , Erol Evgin , İlhan Şeşen gibi yorumcular vokalleri ile katkıda bulunmuş. Albümün iki temel özelliği var. Birincisi Türk pop müziğinin klasiklerinin ağırlıkta olması , ikincisi ise albümün tamamının caz motiflerle kurgulanmış olması. Caz tutkunlarının arşivlerine eklemekten mutluluk duyacakları bu albümde şarkıları dinlerken caz tınılarının ciddi ciddi hissediyorsunuz. Şarkıların düzenlemelerinde ciddi değişiklikler yapılmış ve caz müziğe uyarlanmış. Bugüne kadar klasik düzenlemeleri ile dinlemeye alıştığımız Sezen Aksu klasiği “El Gibi”, Ajda Pekkan klasiği “Üç Kalp” ve Erol Evgin’den dinlemeye alıştığımız “Hep Böyle Kal”ın caz yorumları şarkılara farklı bir hava katmış. Özellikle Yeşim Salkım’ın seslendirdiği “Üç Kalp” ve Erol Evgin’in “Hep Böyle Kal” yorumu çok farklı olmuş.

Caz müziği ile pop müziğinin ortak bileşkesini dinlemek isteyenler bu şarkıları mutlaka dinlesin derim. Albümün caz temalarının şekillenmesinde müzisyen Burçin Büke başrol oynamış, şarkıların tamamı unplugged çalınmış. Saksafonu Başar kendisi çalarken , şarkılarda piyano , akustik ve elektro gitar, bendir ve vurmalı çalgılar kullanılmış.

Başar albümüne üç tane klipte çekmiş. Bu ekonomik krizde böylesine zor anlaşılabilme riski taşıyan bir projeye üç klip sığdırmak zor iş. Bu konuda Esen Müziği ‘de Kürşat Başar’ı da ayrı tebrik ediyorum. Bırakın üç klip çekmeyi, günümüzde bir caz albümü yapmak bile imkansızken onlar idealist bir hırsla çalışmışlar. İlk klip albüme adını veren “Keşke Burada Olsaydın” adlı şarkıya çekilirken, ikinci klip Yaşar’ın seslendirdiği “Kimse Bilmez” adlı çekildi. Bu klipin daha tozu kalkmadan üçüncü klip geldi. Üçüncü klip caz bar konsepti ile Ajda klasiklerinden , Yeşim Salkım’ın seslendirdiği “Üç Kalp” adlı şarkıya geldi.

Albüm biraz da caz esintiler taşıması ve popüler kültürden uzak bir sounda sahip olmasının da sebebiyle radyolarda ve kitle iletişim araçlarında fazla rağbet görmedi, ama müzikalitesi yüksek bir iş olarak müzik marketlere sunuldu. Bu albümü bence herkesin arşivine katması gerekir, sevilen şarkıların farklı düzenlemeler ve özellikle caz versiyonlarını dinlemek ayrı bir haz veriyor. İş ticari bir iş değil ama kaliteli ve arşivlik bir iş.


BirGün



AĞUSTOS BÖCEĞİ İLE KARINCA HİKAYESİ’NİN GİZLİ ŞİFRELERİ - GÜRKAN HAYDAR KILIÇARSLAN

Ben Ağustos böceklerini çok severim. Doğar doğmaz duyduğum ilk seslerden biri olmasından mıdır yoksa yaz gecelerinin ve sıcak gündüzlerinin değişmez artistleri olmasından mıdır doğrusu bilmiyorum. Ama kendilerini pek severim.

Bu böcekleri görmeniz neredeyse olanaksızdır ama yakınınızda bulunuyorlarsa inanılmaz gürültü yaratırlar. Hele hele kulağınızın hemen dibinde cırcır etseler perişan olursunuz. Davulun sesinin uzaktan hoş gelmesi gibi Ağustos böceklerinin tekdüze şarkıları da uzaktan sevimlidir.

Ağustos böcekleri yeryüzünün en ilginç canlılarından biridir. Çok kişi bilmez ama bunlar toprağın altında senelerce yaşarlar. En nihayetinde zamanı gelince toprağın üzerine çıkarlar ve kanatlı bilindik Ağustos böceği kıvamına ulaşırlar. Toprak üstünde yaşadıkları ömür pek kısadır. Birkaç hafta, bilemediniz bir iki aydır ömürleri. Oysa toprak altında senelerce yaşarlar. O bilindik kanatlı hallerine ulaşmadan önce larva halinde Türkiye’de 4 sene, kimi ülkelerde 2,3,5,7 ve hatta 17, evet yanlış okumadınız 17 sene kadar yaşarlar. Türkiye’deki çeşitleri genellikle 4 sene yoprak altında yaşarlar. 4 senenin sonunda her nasılsa nice sellere, erezyonlara, toprak kaymalarına ve bilcümle felakete dayanıp hayatta kaldıktan sonra birdenbire yeraltından çıkarlar. Daha sonra bilinen Ağustos böceği şekline şemaline bürünürler. Ondan sonra başlarlar yaygaraya. Sadece yaz haftaları boyunca yaşayacakları için karınlarının altında bulunan bir bölgeyi titreştirerek boyuna cırcır ederler. O minik cüsseleriyle çıkardıkları sesi kıyaslama yaparsak sonuç şaşırtıcıdır. Eğer Ağustos böcekleri insan boyutunda olsalardı ve çıkardıkları ses boyutlarına paralel olarak artsaydı ne pencere kalırdı ne kapı. Hatta bazı yorumlara göre duvarları dahi yıkabileceği öngörülmüştür. Neyse ki insan boyutunda değiller ve uzaktan gelen sesleriyle yaz gecelerine hoş bir fon oluyorlar.

Çok çeşitli türleri vardır. Amerika’da yaşayan bir türü 17 sene toprak altında yaşamaktadır ve ondan sonra çiftleşmek için diğer kuzenleri gibi epi topu birkaç haftalığına yeryüzüne çıkmaktadır. Tüm ağustos böcekleri sadece ve sadece çiftleşmek için ses çıkarırlar. Başka bir gayeleri yoktur. Türlerinin devamını sağlamak için yaygara ederler. Kısacası bütün yaz duyduğumuz o sesler birer aşk çığlığıdır.

Çocukluğumda ilk duyduğumda dehşete düştüğüm bir masal vardır. Aslında masal da değildir. Fabldır. Fabl, bilindiği üzere manzume şeklinde ders verme amacı güden, güldüren, düşündüren, genellikle hayvancağızları kahraman edinen kısa öykücükler sanatıdır. İşte “Ağustos Böceği ile Karıncanın Hikayesi” adlı fabl pek çoğumuz gibi bende de derin izler bırakmış, erken yaşta öğrendiğim, okuduğum, dinlediğim fabllardan biridir. Daha ilkokulda ilk muhalafetimi yaptığım fabllardan biridir. Oysa aradan yıllar geçti ve ilkokuldaki o çocukluk muhalefetimin yanlış hedefe odaklandığını anlıyorum şimdi.

“Ağustos Böceği ile Karıncanın Hikayesi” oldukça meşhurdur. Neredeyse bu kısa hikayeciği bilmeyen yoktur ama yine de kısa bir hatırlatma yapmak gerek. Hatırlanacağı üzere bütün bir yaz boyunca Ağustos Böceği lay lay lom yapmaktadır. Şarkılar söylemektedir. Müzik aleti çalmaktadır. Oysa karınca harıl harıl kış için hazırlık yapmaktadır. Hatta karıncanın bu yoğun çalışması ile Ağustos böceği dalga bile geçer. Derken kış gelir ve bizim cırcır böceği aç kalır, tir tir titreyerek karıncanın kapısını çalar. Ondan yiyecek ister. Çünkü kendisinin yiyeceği yoktur. Buna karşılık karınca ona geçmiş yazı hatırlatır. “Zamanında yediğin hurmalar” diye başlayan bir tiradın sonunda Ağustos böceğinin suratına kapıyı kapatır. Bizim Ağustos böceği açlıktan telef olur.

Kısa bir manzumeden ibaret olan bu öykünün ana çatısı budur. Peki ama bu hikaye nereden gelmiştir? Neden ilkokullarda bütün çocuklar bu hikayeyi öğrenmek zorundadır. Türkiye’de algılanış biçimi ile dünyanın başka yerlerinde algılanış biçimi arasında farklar var mıdır? Altı üstü bir böcük ile karınca deyip geçmeyin lütfen. Gelin beraber bir irdeleyelim dostlarım.

Bu hikayeyi çok kişi La Fontaine’den sanır. Oysa bilinen ilk yaratıcısı Antik Yunan’da ve hatta Anadolu’da yaşadığı sanılan Ezop’tur. Peki Ezop kimdir? Ezop bana göre Antik Yunan’ın bir çeşit Nasreddin Hoca’sıdır. Çünkü yaşayıp yaşamadığı bile kesin değildir. Bizim Nasreddin Hoca gibi fıkralarla değil de daha çok fabllar ile tanınır. Fakat herşeyden önemlisi Ezop bir köledir. Milattan beş altı yüz yıl önce yaşadığı sanılan enteresan bir köledir. Filozof değil ama bilge adam mahiyetinde bir köledir. Hatta halkın parasını çalmakla suçlanan birtakım siyasetçileri “tilki ile kirpi hikayesi” ile kurtardığı dahi rivayet edilmektedir ki o fabl tam bir Nasreddin Hoca fıkrası gibidir.

Siyasetçilerin davadan kurtulmak için yardım istedikleri Ezop mahkeme heyetine meşhur fablını anlatır. Bu hikayeye göre tilkinin sırtı pirelerden perişan vaziyettedir. O sıra kirpi yanına gelir ve tilkiye yardım etmek ister. Onu pirelerden kurtarmak ister. Ancak tilki yardımı reddeder. Kirpi “neden” diye sorar. Tilki, mevcut pirelerin karnının yeterince doyduğunu, yeni gelecek pirelerin aç olacağını, böyle bir riske giremeyeceğini söyler. İşte bu hikayeden sonra o yolsuz siyasetçilerin beraat ettiği rivayet edilir. Doğru veya yanlış dahi olsa Ezop böyle bir kimsedir.

Bu Ezop’un ilk olarak dünyaya getirdiği Ağustos Böceği ile Karınca hikayesinin orijinali Yunancadır ve daha sonra Latincede de yaz boyunca lay lay lom yapan böcek yine aynı Ağustos böceğidir. Ancak daha sonra İngiliz ve Alman edebiyatında ilgili böcek “çekirge” olarak yer almıştır. Ta ki Fransızca üstadı olan La Fontaine bu fablı Fransız edebiyatında yeniden Ağustos böceği olarak yazıncaya kadar.

Bugün dünyanın belirli ülkeleri yaz boyunca şarkı söyleyen böceği Ağustos böceği olarak, ama büyük çoğunluğu ise çekirge olarak yeni nesillere aktarmaktadır. Akdeniz iklimi ülkelerinde kahramanımız Ağustos böceğidir. Türkiye’ye ilk olarak Tevfik Fikret tarafından La Fontaine’den aktarma olarak sunulduğu için Türkiye’de bilinen hali çekirge değil, Ağustos böceğidir.

La Fontaine, 17 yüzyılda yaşamış bir Fransız fabl ustasıdır. Kendine ait olan eserleri olduğu gibi Ezop’un veya başkalarının eserlerini de ufak tefek değişiklikler ile yeniden yazmıştır. Bu değişiklikler daha çok vurgulama ile ilgilidir. La Fontaine’in versiyonu daha sonra Nazım Hikmet tarafından da Türkçeye aktarılmıştır. Halikarnas Balıkçısı’ndan İslamcı şair Sezai Karakoç’a kadar çok sayıda edebiyatçı La Fontaine’e saydırmıştır. Mevcut hikayede Ağustos böceğine haksızlık edildiğini vurgulamışlardır. Hatta Sezai Karakoç, “Allah’ın hiçbir canlıyı boş yere yaratmadığını” dile getirerek bu hikayede La Fontaine tarafından “sadece bütün yaz şarkı söyledi” diye hikaye sonunda açlıktan telef olan Ağustos böceğine zulmedildiğini dahi ima etmiştir.

Bu hikayeyi ilk dinlediğimde ben de Ağustos böceği taraftarları arasında yer aldım. Lakin büyük çoğunluğa hikayenin vermek istediği ders olarak sunulan şey bambaşkaydı. Zaten yukarıda bahse konu olan usta edebiyatçılar da kendi meşrebince Ağustos böceğine hak verdiler ama özellikle iktidarların kutsal kasesi olan eğitim-öğretim sistemi Ağustos böceğini haksız, karıncayı haklı gören bir tutum sergiliyordu.

Yaygın ve sıkıcı eğitim-öğretim sistemine göre bu hikayenin ana fikri, “daha sonra zorluk çekmek istemiyorsan zamanında çok çalış” veya “kış günlerinde yahut yaşlılıkta sefillik çekmek istemiyorsan zamanında çok çalış” gibi şeyler oldu nedense. Hatta mevcut düzenler, bırakın karıncayı, bireylere “eşekler gibi çalış” gibi bilinçaltı ve hatta üstü mesajlar dahi verdi bu masal ile. Bu yorumlar sadece Türkiye’ye has yorumlar değil elbette. Dünyanın diğer ülkelerinde de benzer ana fikirler ortaya çıktı. Lakin işin aslı başkaydı. Bambaşkaydı.

Bana göre, Ezop’tan önce La Fontaine yanlış anlaşıldı. Dolayısıyla ve bu yüzden “Köle Ezop” hiç anlaşılamadı. Bunu anlamak için her iki fabl ustasının yaşadığı dönemleri ve sosyal sınıflarını dikkate almak zorundayız. Bir basit masala bile sınıfsal bakamayacaksak zaten vay halimize!

La Fontaine, Ezop’dan uyarladığı bu hikayede bence Ağustos böceğine zırnık dahi vermeden kapıyı suratına kapatarak asıl karıncayı kötü adam olarak resmetmiştir. Gözlerden kaçan ciddi bir ayrıntıdır bu. Hatta ayrıntı bile olmayıp hikayenin en temel konusu budur. Yardımlaşmayı, paylaşmayı reddederek aç ve sefil durumda olan birine yardım etmeyen karıncanın “stokçuluğunu” ön plana çıkartır La Fontaine. Çünkü onun dönemi erken kapitalizmin stokçu ergenlik dönemidir. Kendisi ise varlıklı bir aileden gelip bu olguyu ziyadesiyle gözlemiştir. La Fontaine’e göre karınca o dönemin ilkel kapitalistidir. Her ne kadar şarkı türkü söylese de Ağustos böceği ise sefil halkın ta kendisidir.

Oysa hikayenin asıl kaynağı olan köle Ezop için durum tamamen farklıdır. Ezop ise Antik Yunan demokrasisi içinde bir garip köledir. Biraz önce aktardığım “Tilki ile Kirpi” hikayesinde olduğu gibi o dönemin kendine özgü şartları içinde söylemek istediklerini hayvanları konu edinerek söylemiştir. Ezop’a göre ise Ağustos Böceği pre-kapitalisttir. Çünkü karınca gibi çalıştırılan kendisinin de içinde olduğu sosyal sınıftır. Oysa soylular başta olmak üzere ayrıcalıklı sınıflar Ağustos böceği gibi şen şakrak günlerini gün etmektedir. Ezop ne yapsın? İntikamını ve içindekini bir fabl ile almıştır. Ezop’tan devrimci bir hikaye beklemek haksızlık olur. Ezop’un yapabileceği o soylu sınıflara “birgün bizim elimize düşeceksiniz ama kapıyı suratınıza kapatacağız” demekten başka birşey değildir.

Peki ama bu hikayenin günümüzdeki karşılığı nedir?

Hayvanlar alemi kendi alemlerini yaşar. Kendi doğalarını yaşarlar. Biz insanların hayvanlar üzerinden metafor yapıyor olmamız onların doğalarında bir değişiklik yaratmaz. Tilkiye kurnaz diye yafta takılmıştır misal. Ama bu yaftalar kültüreldir daha çok. Mesela, Türkiye’de hakaret olarak algılanan “ayı” sözcüğü Rusya ve Kanada’da iltifat dahi olabilir. Yine özellikle Batı kültürünün egemen olduğu coğrafyalarda belli başlı hayvanlar üzerinde ortak yargılar mevcuttur. Ancak Ezop ve La Fontaine yüzünden en çok Ağustos Böceği veya Çekirge ile Karınca bu ortak yargılardan nasiplerini almışlardır.

Kabul etmek lazım ki, karıncaların doğası birtakım kötü niyetkli insanlar tarafından kullanılmaktadır. Bu yüzden karıncalar istemeden insanlara kötü örnek olmaktadırlar. İnsanlardan karıncalar gibi çalışması beklenmektedir. Elbette bunu en çok istismar edenler her zaman ve her yerde olduğu gibi yine o haydut kapitalistlerdir. Karıncaların ateşli bir şekilde çalışıyor olmalarını kullanan bu haydutlar, insanların da soluksuz bir şekilde çalışmasını beklemektedirler. Oysa o sevimli karıncalar birtakım haydutlar daha fazla kendilerini sömürsün diye çalışmamaktadırlar. Aynı şekilde yine bu hikayeden beslenerek tembellik ile Ağustos böceği veya çekirge eşleştirilmiştir. Oysa Ağustos böcekleri ömürlerinin son haftalarında doğal olarak vur patlasın çal oynasın modunda çiftleşme derdindedirler. Çekirge ise daha uzun yaşayacak olsa da o da aynı dertten muzdariptir. Çoğalma derdindedir. Kısacası bu dünyada insandan başka tek bir hayvan haydut kapitalistler için çalışmak mecburiyetinde bırakılmamıştır. Bu hastalıklı hal sadece insanlığa özgüdür. Bunu da uygarlık olarak yutturmaya çalışmaktadırlar.

Kapitalizmin sabah akşam her kanaldan anlattığı masalların yanında “Ağustos Böceği ile Karıncanın hikayesi” ziyadesiyle masum kalmıştır. Fakat aynı kapitalizmin daha küçücük yaşlarda bireylerin zihinlerini bu hikayenin sahte ana fikirleri ile doldurmasına isyan etmenin zamanı geldi de geçiyor.
Hem Ezop’a, hem La Fontaine’e, hem Ağustos Böceği’ne ve hem de Karınca’ya kapitalizmin arakladığı saygınlıklarını vermek zorundaydım dostlarım. Masallara ve mesellere bile tecavüz ediyor bu vahşi düzen ve bu haydut kapitalizm. Pek yakında şu ağzındaki lokmadan olan “Karga ile Tilki”nin üstü örtülmüş şifrelerinde görüşmek üzere.


BirGün



SEKSENLERLE İKİNCİ RANDEVU - TUNCER ÇETİNKAYA


80’lerin aksiyon yıldızlarının gövde gösterisi olarak nitelendirilebilecek “The Expendables”in ikinci serüveni, siyasal zeminde ve sinema tarihinde büyük altüst oluşların yaşandığı bu dönemi yeniden mercek altına almamızı zorunlu kılıyor.

Tek kutuplu bir evrenin ayak seslerinin işitilmeye başlandığı ve kendisinden önceki tüm muhalif çığlıkları keskin siren sesleriyle boğan bu sürece yeniden duyulan özlemi, 60’lardan süzülüp gelen Yeni Hollywood Sineması bağlamında inceleyelim.

1962’de Küba’daki füze kriziyle doruğa ulaşan Soğuk Savaş’tan beslenen sistemin McCarthyci uygulamaları gündemden düşürmediği ve ortalığa içi boş bir antikomünist söyleme karışan “vatanseverlik” şarkılarının döküldüğü bu dönem, Vietnam Savaşı’yla yeni bir boyuta taşınacaktı.

Tam da bu dönemde, sistemin öngördüğü manzara toplumsal muhalefetin reddi ile karşılanmak üzereydi: Büyük Bunalım öncesinin mücadelelerini birçok kazanımla taçlandıran kadın hareketi, kısa sürede muhafazakârlığa öfkeye dönüşecekti. Latinlerin bağımsızlık savaşımı tüm ezilen halklar adına umut olurken, ilerici kamuoyunun bu durumdan etkilenmemesi düşünülemezdi. Martin Luther King’in, günümüzde yapay bir söylemle Obama’nın da diline takılan “Bir Hayalim Var” haykırışı artık sessizlik duvarında parçalanmıyor, yığınları peşine takmayı başarıyordu. Giderek büyüyen ve ‘başkaldıran yüzyıl’ın aktörleri arasında yer alacak muhalefet, çok yakın bir süreçte öğrenci hareketini de kapsayacak ve 68 rüzgârına dönüşecekti.

Aynı günlerde gösterime giren Stuart Rosenberg imzalı “Cool Hand Luke” (1967), kahramanının “Buradaki temel sorun, aramızdaki iletişim eksikliğidir” sözleriyle yeni bir başlangıca işaret edecek ve egemen çevreler adına ‘iletişimsizlik’ bu kez küçük sıyrıklarla savuşturulamayacaktı!

Sürecin sinemasal karşılığı anlamına gelebilecek filmler, 60’ların ikinci yarısıyla birlikte perdeye inmişlerdi. Arthur Penn, “The Chase”de (1966), istemeden elini kana bulamasına karşın yozlaşmış kasabanın tek masumu olan karakterinin arkasında duruyor ve bir karnavala dönüştürülen katliamı onaylamıyordu. Finalde Brando’nun “Kahraman Şerif”e gönderme yaparak yıldızını yere fırlatmasının bambaşka bir anlamı vardı: Tepki, artık sessiz yığınlara değil bizzat burjuvaziye ve ona arka çıkan toplumsal dinamiklere yönelmişti.

Martin Ritt’in “Hombre”sinde (1967) ‘uygar beyaz adam’ söyleminin bir yalandan ibaret olduğunu anlatacak; Robert Aldrich’le başlayan ve John Ford’u bile içine alan iade-i itibar süreci, oldukça gecikmeli de olsa ‘Vahşi Kızılderili' savunusunu yerle bir edecek; hatta “Little Big Man”de Vietnam ile yerli soykırımı arasında bağ kurmaktan çekinilmeyecekti.

“Bonnie ve Clyde”, suçlu kavramına getirdiği yorumla John Huston ve Kubrick’ten aldığı mirası ileri bir noktaya taşıyordu. Bu bakış kısa sürede özellikle westernleri doğrudan etkileyecek, Peckinpah, ‘katıksız iyiler’ ve ‘ölümcül kötüler’ arasında oynanan oyuna -finalde kanun adamını bir çocuğa taşlatmak pahasına- dur diyecek, “Butch Cassidy & Sundance Kid” ise Batı’nın en sevimli soyguncularını bize tanıtacaktı. Bütün bu süreç boyunca seyirci; bir yandan westernin ölümüne tanıklık ederken, mağrur ve yalnız kovboy John Wayne Vietnam bataklığında çoktan can vermiş, mezarına karlar yağmaya başlamıştı!

Sunulanla yetinmeme tavrı, stüdyolar tarafından onyıllar içinde özenerek hazırlanmış klişelerin reddini de beraberinde getiriyor ve film kalıpları hızla tersyüz ediliyordu. Kara filmin çözülüşü (“Night Moves”), screwball comedy’lerin toplumsal sorunlarla karşı karşıya gelince paramparça olması (“Guess Who’s Coming to Dinner”), cinselliğin keşfi (“The Graduate”), Hollywood eleştirisi (“The Party”), Soğuk Savaş’ın acısını çıkarmak için insanlığa meydan okuyan zombiler (Romero Üçlemesi) ve metropolün medeni figürlerini hedef alan satanistler (“Rosemary’s Baby”).

Bu sayısız örneğe, Amerika’yı bulmak için yola çıkan; ancak onu hiç bir zaman göremeyecek olan “Easy Rider”ı; Big Brother öncüllerini (“They Shot Horses Don’t They?”); Vietnam mağduru orduyu içten içe kemiren doktorları (“M.A.S.H.”); Antonioni (“Zabriskie Point”), Altman (“Nashville”) ve Forman’ın (“Hair”) hippi kuşağı güzellemelerini; Peebles’ın, Black Cinema’nın temellerini atan “The Watermelon Man”ini ekleyebiliriz.

ABD, 70’lerin ortasına doğru yol alırken sosyal / siyasal arenada büyük altüst oluşlar yaşanmıştı. Bir bütün olarak bakıldığında özgürlükçü anlatının büyük oranda genişlediği bu dönem, ülkenin yakın tarihini derinden etkileyecek iki olayla kabuk değiştirecekti: Nixon, Watergate adıyla anılan bir skandala karışmış ve istifa etmek zorunda kalmıştı. Bu olaydan sadece bir yıl sonra ‘şanlı ordu’, yakıp yıktığı ve topraklarının yarısına yakınını kullanılamaz hale getirdiği Vietnam topraklarından çekilecekti. O günlerde, bir tarihçinin not defterine şu satırları düşmesi kaçınılmazdı: “Emperyalist politikalar artık iflas etmiştir!”

Sonraki dönemde; ilerici kamuoyu adına yeni talepleri dile getirme imkânı doğuran süreç bambaşka bir seyir izledi. İki kutuplu dünyada ibrenin Sovyetler Birliği’nden yana kayma endişesi, istila kuşkularını beraberinde getirecek ve ortaya çıkan boşluğu -sınıfsallıktan uzak ve konjonktürel olan- muhalefet adına derin bir paranoya duygusu dolduracaktı: Bütün bu olanlar sağın ölmesi değil, kabuk değiştirmesi anlamına geliyordu.

Kendine güvensiz, kuşkucu ve iletişim sorunları yaşayan orta sınıfın Woody Allen’da vücut bulmaya başladığı 70’lerin, Alan Pakula’nın paranoya filmleriyle anılması tesadüf değildi (“Klute”, “Parallax Wiev”, “Three Days of Condor”); tıpkı Spielberg’ün “Duel” ile perdede belirmesi ya da “Bullitt”ten miras kalan faşizan polislerin durumdan vazife çıkararak otoritenin zaafa uğradığı bu dönemde adaleti kendi yöntemleriyle sağlamaları gibi (“Dirty Harry”, “The French Connection”). Bir süre sonra “Deliverance” ve “Straw Dogs” gibi filmler, uygarlık kavramını tartışmaya açacak, “bol gelen demokrasi gömleğini” işlevsel hale getirmek Don Vito Corleone’ye düşecek (“The Godfather”), New York’un arka sokaklarında bambaşka bir dil konuşulmaya başlanacaktı (“Mean Streets”). “Jeremiah Johnson” dağlarda yalnızlığa mahkûm bırakılır ve garip bir biçimde 50’ler nostaljisi yaşanırken (“The Last Picture Show”, “American Grafiti”), “Serpico”nun “Death Wish”in Bronson’u tarafından vurulması kaçınılmazdı. Bu dönemin en çok iş yapan filmler, felaketi görselleştirerek Amerikan toplumunun hücrelerine korku aşılıyor (“The Towering Inferno”, “Airport”), “The Conversation” geniş kitlelere sistemin yıkılamaz olduğunu müjdeliyordu! Otoriteyi hiçe sayarak çitten atlayan genç kızın “Jaws” tarafından parçalanması ya da “Taxi Driver”ın Travis’inin kahraman ilan edilmesi an meselesiydi ve Sidney Lumet (“Dog Day Afternnon”), John Schlesinger (“Marathon Man”), Sydney Pollack (“All the President’s Men”) gibi ‘bir kaç iyi adam’ın son çırpınışları fazlaca anlam ifade etmiyordu.

Sistem, yenilgiyi zafere dönüştürmeyi başarmıştı. Adına ‘Yeni Sağ’ denilen ideoloji, korku ortamından aldığı cesaretle geçmişin geleneksel muhafazakârlarına cesaret aşılıyor; Kore Savaşı’nda ölen ‘Eski Sağ’, Vietnam’da yok olan binlerce insanın cesetlerinin üzerinde yeniden yükselmeye başlıyordu.

Bu dönemin yansıması olarak, sektörün en sevdiği konulardan olan ve kulaklara kapitalizmin nimetlerini fısıldayan sınıf atlama serüvenleri geri dönmüştü. “Saturday Night Fever”ın Monero’suyla birlikte geniş kitlelere ninniler okuyan İtalyan Aygırı, işçi sınıfına da kurtuluş reçetesini açıklıyordu: “Örgütlenmeyi bırak, bireye dönüşmeye bak!”

Kalenin bütünüyle düşüşü ise 1978 yılına rastlayacaktı. Oscar yarışında öne çıkan iki aday, sözü edilen iki eğilimi, Vietnam üzerinden temsil etmeleri bakımından önemliydi. Hal Ashby’in “Coming Home”u klasik bir aşk üçgenine savaşın yok ettiği insanlar ekseninde yaklaşarak kayıp bir kuşağın analizine soyunmaktaydı. Michael Cimino’nun “The Deer Hunter”ı ise savaş serüvenlerini “bizim bu cehennemde ne işimiz var!” boyutuna indirgemekle meşguldü. Sonuçta; ülkelerini saran emperyalist işgale son vermekten başka niyetleri olmayan Vietnamlıları Saygon batakhanelerinde birer cani gibi gösteren “Avcı”, En İyi Film ödülüne değer görüldü. Bir zamanlar Gregory Peck’in çabalarıyla revizyon geçiren kabustan farksız “Midnight Cowboy”u baştacı eden Akademi’nin yeni tavrı (Warren Beatty’nin “Reds”ini istisna kabul edersek), sislerin içinde beliren Reagan’a dair görüntünün bir kaç yıl sonra belirginleşmesiyle bir tutkuya dönüşecekti.

70’ler, sistemin yol kazasına uğraması sonucu ortaya çıktığı varsayılan yeni ve özgürlükçü sinemanın savunusuna karşı savaş açma çabalarına sahne olmuşken, 80’ler ‘tehlikenin bertaraf edildiği’ ve yerine yepyeni özlemlerin (olmazsa da “Elm Sokağı”, “13. Cuma” ya da “Kötü Ruh” türünden korkuların) yerleştirildiği yıllar olarak hatırlanabilirdi.

Bu dönemin filmlerinde, özgürleşmeye çalışan kadın modeli sürekli olumsuzlanmış, ikinci noir dalgasıyla femme fatale’e ideolojik bir elbise giydirilmiş, kutsal Amerikan değerlerini korumanın reçetesi olarak ‘kutsal ailenin kadını’ ön plana çıkarılmıştı. Sömürge alanlarını genişletme arzusunun simgesi olan “Indiana Jones”ların cirit attığı sürecin genç kahramanları ise ya “Fast Times at Ridgemont High”ın öfke ve isyanlarının kaynağını bulmakta zorlanan zavallılarına, ya da sorumluluğu sisteme hiç bulaştırmadan, aileye veya öğretmenlerine yıkan “Breakfast Club”ın duygusal çocuklarına dönüşmüşlerdi.

“Vietnam Sendromu” ise “First Blood” ile ABD ordusunun savaşı kaybettiğini bir türlü kabullenmeyecek, ortaya çıkan manzarayı dış güçler ya da içerdeki mihrakları ile (ne kadar tanıdık değil mi?) açıklamaya cüret edecekti. Muzaffer ordunun dillere destan başarısızlığı kimi zaman Rambo’nun Rus ve Vietnamlılara ders verdiği sahnelerle, kimi zaman ise Chuck Norris’in ya da bir başka ‘üstün adam’ Schwarzenegger’in kontrgerillalarının göz yaşartan serüvenleriyle ve “Top Gun”ın maceraperest gençleriyle unutturulacaktı.

Tüm uğraş ve mücadeleleri boş ve anlamsız olarak okuyan 80’ler ideolojisi, mutlak kaderci bakış açısını üstün yapımların altmetinlerine inceden inceye sızdırmış, en yüksek teknolojilerle donatılan toplumlarda dahi (“Terminator”) çok önceden yazılan kaderin değiştirilemeyeceğini savlamıştı. Aksini savunmak “Back to the Future” örneğindeki gibi komik olaylara yol açacak, ya da “The Fly”in talihsiz bilim adamının başına geldiği gibi trajik sonuçlar doğuracaktı. Rupert Pupkin’in ucube yöntemlerle de olsa şöhreti yakaladığı bu evrende (“The King of Comedy”), “Big Chill”in 68’den süzülüp gelen kahramanlarını yalnızca hüzün beklemekteydi.

Bakalım, süper kahramanların bile toplumsal uyanışı boğma misyonu üstlendikleri, mitolojik adamların birer inanç sınavından geçtiği muhafazakâr bir dünyada ikinci doğuşu gerçekleştirmek isteyen Stallone ve kontrgerillaları yeniden başarılı olabilecekler mi? 11 Eylül paranoyasını ucuz atlatmışa benzeyen ABD’nin, kan ve gözyaşından ötesini vaat etmeyen Ortadoğu politikalarına şöyle bir göz atınca, işlerinin çok da zor olmadığını öngörebiliriz. Yoksa yanılıyor muyuz?



BirGün



ÇANTA DA Kİ LER

Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali Filmi Vizyona Giriyor - Belgesel İFSAK'ın da katkılarıyla çekildi…

Eşitliği Zıtlıkta Görerek Mağduriyetten Mücadele Devşiren “Minyatür”lerin Müziği

Bob Dylan İçin Geri Sayım Başladı - Efsanevi müzisyen Bob Dylan’ın yepyeni 10 şarkısının yer aldığı 35. stüdyo albümü 'Tempest', Eylül'de müzik marketlerde olacak. Albümün ilk single’ı 'Duquesne Whistle' yayınlandı.

O Kızıl Yıldız Ki… - Kızıl Yıldız ütopyası adını kızıl gezegen Mars’tan alıyordu. Hikâyenin Mars’a yerleşen bir topluma odaklanması ve Ekim devrimini yapan kuşakların ilgisini buna rağmen çekmiş olması kayda değer bir noktadır. Bu kuşaklar “hayalgücü”ne bağlı bir etkinliği lüzumsuz bir enerji kaybı olarak görmedikleri gibi, “insanlığı üç yüz yıl sonra nasıl bir gelecek bekliyor?” sorusuyla da ilgiliydiler. Radikal Kitap ekinde Yeşim Dinçer yazdı…

A ile B Arasında - 'İt Kopuk Takımı' kısa hikayeler toplamı tarzında kurgulanmış bir roman. Belli bir merkezi, öne çıkan bir roman kahramanı yok. Anlatının odaklandığı kişilerin ve anlatıcı sesin sürekli değiştiği çok merkezli bir roman.

AJANDA

YANSIYANLAR

Kıbrıs’ın Ahşap Yüzleri Sergisi Kıbrıs’ta 7.Yaz Köy Sergisi açılıyor. Yeşilırmaklı heykel sanatçısı İsmail Işılsoy’un sergisinde “Kıbrıs’ın ahşap yüzleri” adıyla bilinegelen ahşap mask ve heykeller sergilenecek. 

1 Mayıs Mahallesi Festivali Başlıyor - Geleneksel 1 Mayıs Mahallesi Kuruluş Festivali'nin 10.'cusu, 31 Ağustos ve 1-2 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek.

Viçe Çevre Kültür ve Barış Şenliği Başlıyor Yöreye ait kültürel etkinliklerin sıklığı da unutulmaya yüz tutmuş değerlerin yeniden gün yüzüne çıkmasına yardımcı oluyor. Laz böreği, hamsili ekmeği ve daha bir sürü yöresel yemeği ile yöreye ait halk oyunları Viçe’nin yaşayan kültürüne sahip çıkıyor… 

GÖZE ÇARPANLAR...


NE VAR?

Beyoğlu'nu Seven Geldi

'Bir Arada ve Bağımsız' Filmler

'Nazım Hikmet Barış Ödülü' Yaşar Kemal'in

İstanbul ve Hollanda Film Buluşması

Berlin'in Başkanı Wong Kar Wai

Hak-İş'ten Kısa Film Yarışması

Yönetmenlerden Koza'da Ödül

Apollon Tapınağı’ndan Film Müzikleri Yükseldi

Altın Portakal'da "Sultan"lı açılış

Akın'a Peter-Weiss Ödülü

Kırca'dan 'Azınlık' ile Silivri'dekilere Destek

Bakan Ertuğrul Günay: 'Cenazemde Chopin değil, Itrî Çalınsın'

'Sahte Tarih' Dubai’den Döndü

Sinemanın Starları Bu Atölyede Buluşacak

Ryan Gosling Kamera Arkasında

50. Yıla Özel Albüm

Pan Flüt Üstadı Türkiye'ye Geliyor

Selçuk Baran Öykü Ödülü Düzenleniyor

İzmir Devlet Senfoni Orkestrası Dünyaca Ünlü Şef ve Solistleri İzmir’e Getiriyor.

28 Ağustos 2012 Salı

LAL GECE: GECENİN SESSİZLİĞİNDEKİ ÇIĞLIKLARA KULAK VERMEK... - ZAHİT ATAM

Lal Gece benim senaryo aşamasından bildiğim bir film; ilk senaryoyu okuduğumda bu halde değildi, Reis Çelik’le kendi ofisinde tartıştık, birlikte filmi değerlendirdik, ardından da beni yemeğe götürdü.

O gün söylediklerimle bugün söyleyeceklerim arasında özü aynı kalmakla beraber önemli farklar da var, çünkü film büyük oranda kendi söylemi üzerinde epeyce düşündü ve senaryo aslında yeniden yapılandırıldı.

Başlangıçta iki erkek karakter vardı: birisi için yine İlyas Salman’ı düşünüyordu, diğeri ihtiyar bir karakter üzerine kuruluydu, o da toy babasıydı.

Lal Gece bir girişe, bir gelişmeye bir de sonuç bölümüne sahip, tümüyle klasik bir yapıyı yeniden üretiyor, buna karşın söylemi ve duygusu neredeyse radikal olarak farklı, hatta deyim yerindeyse bu yönde Yeşilçam döneminde yapılan çok sayıda filmden ise tümüyle farklı.

Bir zamanlar Hazal filmi vardı, büyük oranda Onat Kutlar’ın senaryosuyla şekillenmiş, o yıllarda çok tartışılmıştı, ama o yıllarda biz Avrupa’ya film mi yoksa kilim mi satıyoruz tartışmasına konu olan filmlerden birisiydi. Pek çok insan açıkça söylüyordu, biz Avrupa’ya film değil kilim satıyoruz diye, ilginçtir tam da Türkiye’nin büyük bir krize girdiği zamanlarda, yani 1970’li yılların ikinci yarısında filmlerimiz yavaş yavaş dünyaya açılıyordu.

Ulusal Sinemacılar, yani Metin Erksan ve Halit Refiğ 1965-75 arasında birbirlerine güzelleme yaparak ve elbette kendilerini dünyanın büyük sinemacıları gibi göstererek, batılı dünyayı ise giderek Haçlılarla özdeşleştirerek geçirmişlerdi. Ama Erksan’ın Susuz Yaz’ı, Halit Refiğ’in ise kontrolsüz ve neredeyse istemsiz Gurbet Kuşları başarısız ihraç etme çabalarına karşılık Türkiye Sineması büyük oranda iç pazara endeksliydi ve uluslararası sinema dünyasıyla bağları da büyük oranda kopuktu.

Ama başta Sürü olmak üzere, Türkiye’den filmler yurtdışına açıldı ve giderek Yeni Türkiye Sinemasından söz edilmeye başlandı.

1980 darbesinden sonra her şey öyle tepetaklak gitti ki sinemamızın bir anlamda sanat yapıyor sevdasına düştüğü, ticaretin tukaka ilan edilip, sanat filmi sevdasıyla Kerem’e dönüştüğü zamanlarda en sahtekâr filmler üretildi

1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren ise nihayet yurtdışına açılma sıradan bir olay haline geldi, öyle ki bugün hiç film çekmeyen gencecik insanlarımız bile yola çıkarken filmini Berlin ya da Cannes için yapıyor, onların düşlerini kuruyor. Bazıları için ise hala film mi satıyoruz kilim mi tartışması günceldir ve geçmişe göre çok daha dar ve elbette kısır biçimde tartışması yapılmaktadır.

Bunları niçin anlatıyorum? Lal Gece hem Berlin’e hem de Cannes’a başvurdu, Berlin’den Generation bölümünün favori filmi olarak davet aldı, hatta filmin galası en iyi gecede ve çok özel bir sunumla gerçekleşti. Aynı günlerde (yazışmalara katıldığım için birinci elden biliyorum) Cannes’dan ilk pozitif tepkileri aldı, evet henüz seçimler kesinleşmedi, ama filmi seyrettik, ilk ön elemeleri geçti, hepimizin dikkatini çekti ve eğer beklerseniz, sizi davet edeceğimizi düşünüyoruz diyorlardı, hem de Yönetmenlerin 15 Günü bölümüne. Reis kesin yanıt alınmadığı için beklemeyi istemedi. Gerçekten de filmin bugüne kadarki yaklaşık 6 aylık dilimde Avrupa’da o kadar çok pozitif tepki aldı ki Almanya’da Türkiye’den önce gösterime girdi, filmi Almanya’ya ihraç etti, İlyas Salman’la birlikte Almanya’da pek çok kentte galalara katıldı yönetmen.

Sonra ne mi oldu? İstanbul Film Festivaline katıldı ve elbette dağıtımcılarla görüştü: burası çok ilginç, çünkü Almanya’da çok açıkça kendisine ve Salman’a şunu sormuşlardı, bu film bugüne kadar bu konu üzerinde yapılmış en iyi filmlerden birisi, çok etkilendik, ama Türkiye’de şansı nedir, büyük oranda yadsınmayacak mı? Reis büyük bir hırsla yanıt verdi, hayır öyle olmayacak, halklarımız bunu sahip çıkacak dedi.

Ama ne oldu, Berlin’den sonra dağıtımcılar filmi sahiplenmediler bile, çünkü o sıralarda yeryüzünün en büyük filmlerinden İstanbul’un Fethi ile uğraşıyorlardı, üstelik başbakan filmi seyretmiş çok beğenmişti, liseliler, ilköğretim öğrencileri okul okul filme götürülüyordu. Sonuçta film Ağustos ayında gösterime girdi, yani ilk raunt da Avrupalılar haklı çıktı, düşünün Berlin’de iki gösterimi oldu ve ikisi de büyük başarı kazandı, sadece şunu söyleyeyim, film hakkında dünya literatüründe ciddi sayıda kritik yapıldı. Ama İstanbul Film Festivalinde Lal Gece sıfır çekti, hatta en iyi erkek oyuncu dalında kelimenin gerçek anlamıyla sanatsal kriterler açısından rakipsiz denecek kadar hakkı olmasına rağmen.

Jüri başkanı Murathan Mungan’dı ve “Avrupalılara yedirirler, bana yediremezler” demişti kısaca.

Size sadece şunu söyleyeyim, ben filmi Festivaldeki galasında seyrettim, salon doluydu, filmde iki yer var, birisi gerçekten psikanalitik olarak çok etkileyici ve yorumu zenginleştiren düş sahnesi, ikincisi ise artık İlyas Salman’ın bir çıkar yol bulamadığı zamanlarda kendi tarihi hakkında itiraflarda bulunduğu kendi suç tarihine ilişkin diyalogları da dahil, seyircileri can evinden vurmuştu, bırakın tepkisiz kalmayı insanların içten tepkileri bütün salondan duyuluyordu, hem de hiçbir şekilde tekil değildi tepkileri, kolektifti.

Bu anlamda benim için önemli olan şunu söyleyeyim, bir yanda Avrupalıların filmle ilişkisi, öte yandan festival seyircisinin tepkisi, son aşama olarak Avrupalı kritiklerin yazıları ve Türkiye’de film hakkında çıkan yazılar, bence karşılaştırma için çok önemli ve sinema tarihimiz için tarihsel bir tartışmaya karşılık geliyor.

Lal Gece önemli, hem tarihsel bir soruna karşılık geliyor, hem doğunun hem de batının yaşadığı bir sorun, hem sinemamız için tarihsel kökenleri olan bir tür içinde kalıyor. Bütün bunlara rağmen yenilikçi ve kendisini ayrıksılaştırabilen bir söyleme sahip, filmin benimsenip benimsenmemesinden öte, sezon yeni yeni başlarken, kimliğiyle, geleneğiyle, cinsiyetiyle, hayata karşı söylemiyle ve elbette batıda ve doğuda sorunun yaşanma biçimleriyle bir sanat esinden yola çıkıp bir yüzleşme yapacak mıyız? Yoksa halının altına süpürülmüş inanılmaz sayıdaki çok kritik sorunlarımız gibi, bu filmi de kolektif belleğimizin kıyısına mı iteceğiz?

Hepinize iyi seyirler, ama tartışmak ve hayatın karşısında kendi konumumuzu saptamak ve gittikçe çok daha fazla iktidarın dile getirdiği ve insan hayatı üzerinde yeni sağın yükselişi ile birlikte, toplumsal bir oy desteğinin yarattığı olanaklarla, siyasi iktidarın gerçek anlamda biyopolitika yapma süreçlerinde keskin ve radikal adımlar attığı bir konjonktürde sanatla hayat arasındaki mesafeyi kısaltabilmek ve hayata ilişkin moral yönden radikal kararlar veren yüzleşmeler yaşanabilmesi umuduyla… Biyopolitika öyle bir hale geldi ki Türkiye’de ve hatta Avrupa’da, artık şaşılacak biçimde iktisadi politikalardan daha çok tartışılıyor, muhtemelen sağın siyasal yükselişinin en bariz göstergelerinden birisi de bu zaten.

BirGün



AJANDA


YANSIYANLAR

Konya'da Mistik Müzik Festivali - 9. Konya Mistik Müzik Festivali bu yıl 22-30 Eylül tarihleri arasında gerçekleşecek. 

Kristal Kayısı Heyacanı Başlıyor - 9-15 Kasım 2012 tarihleri arasında yapılacak 3. Malatya Film Festivali için başvurular başladı.

Sur Dibi Düşleri Fotoğraf Sergisi Açılıyor Sur Belediyesi ile şair ve fotoğrafçı Mehmet Özer’in ortak çalışmaları “Sur Dibi Düşleri” adlı fotoğraf sergisi açılıyor

19. Aspendos Uluslararası Opera ve Bale Festivali Dünyanın önde gelen festivalleri arasında yer alan Aspendos Uluslararası Opera ve Bale Festivali'nin ikinci yarısı eylül ayında başlayacak.

GÖZE ÇARPANLAR...


NE VAR?

Sine-Sen Hayatını Kaybeden Set İşçileri İçin Basın Açıklaması Yaptı

Barış İsteyen Aydınlar Antakya’da Halkla Buluştu

İstanbul’dan Feist Geçti

Yasağa Karşı Beyoğlu’nu Seven Gelsin

Hacivat Karagöz Neden Sansürlendi

Çocuklar Duymasın'ın Senaristi Yaşamını Yitirdi

Haneke ve Kiarostami Filmleri Altın Koza'da

Fransız Rock Yıldızı Hastanede

Oscar Ödül Töreni, Oscar Ödüllü Yapımcılara Emanet

Rembrandt'ın Eseri Postada Kayboldu

Hititya'nın Çocuk Kahramanları

Mardin’de 1700 Yıllık Maske Bulundu

Hoşgörü Kentinde ‘Mozaik’ Zenginliği

Erksan ve Teoman'ın Anısına

Nobel'in Favorisi Murakami

'900 Yıl Önce Arıtma Sistemi Kullanılmış'

Karikatür Dünyasının Acı Kaybı

24 Ağustos 2012 Cuma

GUSTAV KLİMT FAŞİZMİN UNUTTURAMADIĞI ADELE - BARIŞ YASEL

Adele Bloch-Bauer I

Gustav Klimt’in Adele Bloch-Bauer I isimli tablosu kendisine ödenen 135 milyon dolar ile zamanında bir sanat eserine ödenen en yüksek meblağ olmuştu. Viyanalı bir şeker tüccarının karısının, yine zamanında bir seks makinesi gibi gezen Klimt’e aylarca poz vermesinin yarattığı fısıltılar tahmin edilebilir kuşkusuz. Resme poz veren Adele 1925′te öldü. Ne Nazilerin Avusturya’yı işgal edip başta Klimt olmak üzere sanat eserlerini çaldıklarını gördü, ne kocasının 1938′de işgalin hemen sonrasında resimleri ardında bırakıp İsviçre’ye kaçtığını ve orada öldüğünü.

Viyana, 2012 yılını Gustav Klimt’in 150. doğum yılı olarak kutluyor. Dolayısıyla, Nazilerin sanat hırsızlığının timsali olan Klimt tablosunu çalmaları da tekrar hatırlanıyor. Klimt’in mirasçıları ABD’ye kaçmaları sonrasında açtıkları uluslar arası davalarla tabloyu Berlin Müzesi’nden geri almayı başarmış olsalar da, Nazi işgali sırasında tüm Avrupa’nın sanat eserlerinin %20′sinin Nazilerce çalındığı düşünüldüğünde, mevzunun nihayete ermediği anlaşılabilir. Birçok eser hala saklanıyor, Nazi subayların akrabalarının evlerinde, kişisel koleksiyonlarda gizleniyor. Bulunan Klimt eserlerinin şansı, kamuya açık müzelerde sergileniyor olmasıydı.

Klimt tablolarına konu olan, çoğunluğu Yahudi kadınların çeşitli hikayeleri var. Katolik Klimt’i babası olarak niteleyip kurtulanlar, Klimt’e poz vermiş ve evlenip Yahudi olmuş, ailelerini bırakmak istemedikleri için kendi istekleriyle çalışma kamplarına gönderilip bir daha geri dönmeyenler…

Adele Bloch-Bauer portesi ise, Hitler’in ve Nazilerin Klimt’e özel ilgileri neticesinde, bir nevi karşı propaganda aracı olarak “Altınlar içindeki kadın” diye adlandırılmış. Adele Bloch-Bauer, dönemin yahudi entelijensiyasının önde gelen isimlerinden, şehre yolu düşmüş Mark Twain1 için şarkı yazan bir arkadaş grubundan bir isimdi. Naziler, resmin isminde Adele’nin soyadını atarak yahudi köklerinden “arındırıp” bir de üzerine, 1940′lı yıllarda Viyana’da değiştirilmiş ismiyle bir sergide yer vermişlerdi.


Klimt’in eleştiri aldığı konulardan biri, kadınları birer seks nesnesi olarak, pasif birer oyunca gibi resmettiği üzerineydi. Seks fantezilerini yansıtan biri olarak eleştiriliyordu.

Öte yandan, Klimt’in sermayeye ilişkin de ilginç düşünceleri vardı. Klimt’e göre aşırı zengin olmak çirkin, estetiği olmyan bir durumdu ve herkes parasını özgür harcasaydı, yeryüzünde ekonomik sıkıntı çeken insanlar olmazdı.
Klimt’in Adele’yi resmetesi de sıradışıydı. Toplamda tamamlanması dört yılı bulan portrenin ikincisi de yapılmıştı. Klimt başka hiçbir kadını iki kez resmetmedi ve yüzlerce deneme çizimi yaptığı Adele kadar hiçbir kadına zaman ve dikkat ayırmadı.

Adele’nin portresinin hikayesi The Rape of Europa ve Adele’s Wish gibi belgesellere konu oldu.

Avusturya’nın, Klimt’in 150. doğum yılı nedeniyle çıkardığı altın paraların bir yüzünde Klimt’in, diğer yüzünde Adele’nin olmasının anlamı bu nedenlerle öne çıkıyor: faşizm sanata düşman, insana düşman.


O dönemde, yahudilerle yakın ilişkiler nedeniyle Yahudi Mark Twain ismi verilmişti. 


Futuristika!



[Istanbul Review] İKTİDARIN EDEBİYAT DERGİSİ - EDA GÜNDÜZ


Edebiyat, iktidara yakın durur mu? Tarih, böylesi edebiyatın ve dergilerinin katkısının ne olduğunu ya da olmadığını anlatan örneklerle dolu. İşte değişen dünyanın olağan edebiyat dergisi. Biz böyle edebiyata da, dergiciliğe de, çarpıtma Ece Ayhan alıntısına da şerh koyarız.


Son dönemlerde daha da sık şekilde dergiler birçok nedenden ötürü kapanırken, yepyeni ve Paris Review “ilhamlı” bir dergi yayın hayatına başladı: İstanbul Review.

Yaz 2012, ilk sayısı, başta 214 sayfalık kuşe kağıt ve kaliteli kapağı, sade – temiz tasarımı, kısa öyküleri, yerli – yabancı illüstrasyonları, kitap incelemeleri ve özellikle de Recep Tayyip Erdoğan röportajı ile dikkat çekmekte.

Genel yayın yönetmeni Hande Zapsu Watt, kendilerinin, multikültürel bir altyapıya sahip, köklü ya da keşfedilmeyi bekleyen ve yazdıkları kelimelere ışık tutup onları değiştiren yazarlardan oluşan, özet olarak dünya edebiyatı için sınırları geçmek ve boşlukları doldurmak için varolan bir platform istediklerini yazmış şubat 2012 tarihli giriş yazısında.

Tamamı ingilizce olan dergide sadece Almanya eski başbakanı Gerhard Schröder ve Recep Tayyip Erdoğan’ın röportajları kendi dillerinde, almanca, türkçe olarak verilmiş. Röportajların geneli (sırasıyla Paulo Coelho, Elif Shafak, Ludmilla Petrushevskaya, Banana Yoshimoto, Gerhard Schröder ve son olarak Recep Tayyip Erdoğan) 8-12 soruluk olmakla beraber konu bütünlüğü neredeyse aynı, favori kitaplar ve yazarlar, karakterler ve yaratım süreçleri; farklı olarak devlet erkanı üyelerine yöneltilen sansür ve edebiyata bakışları.

Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu’nun verdiği raporlara dayandırılarak yayınevlerine ve çevirmenlere hala devam etmekte olan davalar açıladursun “Bazı kitaplar bombadan daha tesirlidir.” şeklinde bir açıklama yapan Recep Tayyip Erdoğan’ın edebiyat üzerine verdiği röportaj gerçekten ilgi çekici. Sansürün her alanda normalleştirilerek uygulandığı günümüzde, bu işe en fazla emek sarfeden ve konu ile alakalı duruşunu –madem konu edebiyat- tecahül-i arif sanatını başarılı şekilde kullanarak gösteren başbakanın verdiği cevaplar da keza.

Kendisi çocukluk döneminde hemen her çocuk gibi edebiyatla ilk tanışmasının ninniler ve masallar yoluyla olduğunu, yine aynı dönemde simit ve su satarak kazandığı paralarla hemen gidip kitap aldığını belirtirken gençlik dönemini “Benim neslimin gençlik yılları ne yazık ki Türkiye’de ve dünyada oldukça çetrefilli meselelerin tartışıldığı, tatsız hadiselerin yaşandığı bir döneme rastladı. Sembollerin, sloganların ve eylemin, fikirlerin önüne geçtiği, zihinlerin ipotek altına alındığı, gençlerin başkalarının fikirlerine tahammülde zorluk yaşadığı bir dönemdi o dönem. Kitaplara, dergilere, gazetelere, yazarlara, şiire, romana, öyküye farklı anlamlar, farklı misyonlar yüklenmişti. Gençler, öğrenmek için okumak yerine, ideolojilerini desteklemek için okumayı tercih ediyorlardı.

İfade özgürlüğü, bizim de üzerinde hassasiyetle durduğumuz ve standartlarını her geçen gün yükselttiğimiz bir alandır.

RECEP TAYYIP ERDOĞAN - TÜRKIYE CUMHURIYETI BAŞBAKANI - ISTANBUL REVIEW RÖPORTAJI'NDAN... Böyle zor bir süreçte, ben de, arkadaşlarım da gençlerin maruz kaldığı, ya da maruz bırakıldığı bu puslu ortamdan kendimizi muhafaza etmek için yoğun gayret gösterdik. Dar ideolojik kalıplara sıkışıp kalmak, başkalarına kulaklarını tamamen kapatmak, yeniliklere, farklı ve aykırı düşüncelere tehdit gözüyle bakmak gibi dönemin arızi durumlarına kendimizi kaptırmadık. Fikri temeli olmayan, düşünceyle zenginleştirilmeyen hiçbir hareketin başarılı olamayacağını biliyorduk. Fikir alışverişinin ve münazaraların ancak okumakla, çok okumakla verimli hale getirilebileceğinin bilincindeydik. İşte onun için, hem çok okumaya, hem de geniş bir yelpazede okumaya özen gösterdik. Dönemin yazarları, muharrirleri kadar, Türk ve dünya edebiyatına yön vermiş, kalıcı eserler bırakmış yazarları ulaşabildiğimiz ölçüde takip ettik.

Bu noktada şunu da hatırlatmak zorundayım; kitaba ulaşmanın ve kitap okumanın zor olduğu dönemlerdi o dönemler. Bugünkü kadar kitap ve kütüphane yoktu. Ailelerin bütçelerinde kitap bugünkü kadar yer tutmuyordu. Kitapları koltuğunuzun altına alıp, otobüste, dolmuşta, parklarda, üniversite kampüslerinde serbestçe okuyabilmeniz de kimi zamanlar mümkün olamayabiliyordu. Yine de kitaba ulaşıyorduk ve bir kitap onlarca kişi tarafından okunabiliyordu. İnternetin olmadığı, fotokopinin yaygınlaşmadığı bir dönemde bile, güzel bir makale, güzel bir şiir elden ele dolaşıyor, Anadolu’nun her köşesine ulaşabiliyordu. Bugün, ders kitaplarını eğitim öğretim dönemi başlangıcında sıralarının üzerinde hazır halde bulan bir nesil için bu söylediklerim ilginç gelebilir. Ama biz, kitabın kıt, erişilemez, ama bir o kadar da değerli olduğu dönemleri yaşayan bir nesil olarak, bugün çocuklarımızın hiçbir güçlük çekmeden kitaplara ulaşabilmesini temin için mücadele veriyoruz. Çocukluk ve gençlik yıllarıma ait onca şiir ve roman arasında birini öne çıkarmak zor. Ama yine de, burada, Üstad Necip Fazıl Kısakürek ve Sakarya şiirini anmadan geçemem. Tarihi ve o günü anlayabilmek, anlamlandırabilmek adına, Üstad ve Çile’si bizim için gerçekten mümtaz bir yerde olmuştu.” şeklinde açıklamış.

Kendisine yöneltilen “Türk eğitim müfredatına bir kitap eklemeniz istense, hangi kitabı seçerdiniz ve hangi yaş grubunun bu kitabı okuması gerektiğini belirtirdiniz?” sualini ise hiç tereddüt etmeden Sefahat ve Mehmet Akif Ersoy şeklinde yanıtlamış. Sefahat’in sadece bir edebi eser, bir şiir kitabı değil; yakın tarihimize ışık tutan bir tarih kitabı, bir milletin ve medeniyetin temellerini çerçeveleyen bir felsefe kitabı, geçmişin ruhuyla geleceği şekillendiren bir fikir kitabı olduğunu belirterek “Nasıl ki İstiklal Marşı bu millet ve bu topraklar için bir manifesto niteliğinde ise, aynı şekilde Sefahat da, İstiklal Marşı’yla aynı ruhu taşıyan bir başvuru eseridir. Safahat’daki kelimeler, dizeler okuyanlar için belki ağır gelebilir; ama küçük yaştan itibaren böyle bir eserle tanışmak, böyle bir eserle haşır neşir olmak, inanıyorum ki gençlerimizin kelime hazinesini zenginleştirecektir. Kelime hazinesi zengin bir toplum, muhayyilesi zengin bir toplumdur. Ayrıca Safahat’daki kelimeler, dizeler bizim tarihle olan bağımızı daha da güçlü hale getirecek, geleceği daha özverili şekilde inşa etmemizi sağlayacaktır.” şeklinde devam etmiş. Bu noktada başbakanın muzır neşriyat ile tam tersi, nafi neşriyata karşı olan bakış açısını az da olsa kıyaslama şansına erişebiliyoruz. Fakat nihayetinde eriştiğimiz en yüksek nokta yine başbakanın “Edebiyatta sansür konusundaki duruşunuz nedir?” sorusuna verdiği cevap:

“Sansür sadece edebiyatta değil, sanatta, medyada, siyasette ve diğer alanlarda kabul edilemez bir engelleme yöntemidir. İfade özgürlüğü, bizim de üzerinde hassasiyetle durduğumuz ve standartlarını her geçen gün yükselttiğimiz bir alandır. Başkalarının özgürlük alanlarına mğdahale etmemek, hakaret ederek kişisel hak ve özgürlükleri incitmemek kaydıyla, fikirlerin en özgür şekilde ifade edilmesini savunduk ve savunmaya da devam edeceğiz. Biraz önce bizim neslimizin, gençlik yıllarında yaşadığı sıkıntılara değinmiştim. Yasakların, kısıtlamaların, sınırlamaların ülkenin, gençliğin, fikir, edebiyat ve medya dünyasının üzerine çöktüğü dönemlerden bugünlere geldik. Sadece gençliğimizde değil, yakın siyasi tarihimizde de bu baskıları yakından hissettik. Ben, ders kitaplarında bile yer alan bir şiiri okuduğum için mahkum olmuş, hapis yatmış bir siyasetçiyim. İfade özgürlüğünün, fikir özgürlüğünün ne manaya geldiğini çok iyi bilen bir Başbakanım. Şair Ece Ayhan’ın şu dizesini ben geçmişte de birkaç kez alıntılamıştım: “Biz, tüzüklerle çarpışarak büyüdük.” Dolayısıyla, genç nesillerin, yeni nesillerin, tüzüklerle, yasaklarla, sansürle itham edilmesine tahammül de rıza da göstermeyiz.” Bu gerçekten yüksek bir nokta ki biz ya farklı bir yerde yaşıyor ya da “bahşedilen” hak ve özgürlükleri beğenmeyip nankörlük yapıyoruz, kimbilir.

Sonuç olarak İstanbul Review ilk sayısı ve bu çarpıcı Recep Tayyip Erdoğan röportajı ile her alanda olduğu gibi edebiyat dünyasında da sansürün yerinin aslında bizim “hiç de sandığımız gibi olmadığını” göstererek bir derecede “abarttığımızı” göz önüne sererken, istenildiği zaman gerekli desteği sağlayabildiğimiz takdirde kaliteli dergi ve matbuat üretebilmenin hiç de zor olmadığını kanıtlıyor. Son bir kaç yıl içinde kapanan dergiler, yasaklanan kitaplar, dava açılan yayınevleri, hapse giren yazarlar bir yerde yanlış yapıyor olmalılar.

İstanbul Review

Yaz, 2012 – 214 sayfa

www.theistanbulreview.com


Elif Shafak, Istanbul Review okurken…


Futuristika!