20 Eylül 2012 Perşembe

YANMALI AMA NASIL? - RAHMİ ÖĞDÜL

Odun ateşi gibi için için yanarak iktidarın kalıplarına kendimizi uydurmamızı istiyor bizden, oysa yıldız gibi yanarak, bağlantılar kurarak kudretimizin gittiği yere kadar örgütleyebiliriz kendi yaşam alanlarımızı

“Sen yanmasan/Biz yanmasak/Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.”
 Nazım Hikmet

Beden ile mekân arasındaki ilişkiyi düşünmeye başladığımızda sınır kavramı geliyor hemen akla. Heidegger de kariyerin son döneminde heykeltıraşlar Ernst Barlach, Bernard Heiliger ve Eduardo Chillida’nın yapıtları üzerinden heykeli düşünmeyi başladığında, sınır kavramını yeniden gözden geçirmek zorunda kalmıştı. Bize dünyada olmanın ne anlama geldiğini öğretiyordu heykel. Bu dünyada olmak daima bir ışıma mekânının içine girmek demekti Heidegger’e göre. O halde sınır bir şeyin sonunu değil, aksine başlangıcını oluşturuyor. Bedenler ışıyarak şeyler arasındaki mesafeleri kapatıyor, bağlantılar kuruyor ve etkin şekilde kendi mekânlarını yaratıyorlar. Kendi sınırları içine kapanmış kederli varlıklar olmak yerine, sürekli dışarıya doğru taşarak kendi mekânını kuran neşeli oluşlara dönüştürüyor bu sınır kavramı bizi.

Varlığın yanması gerekiyor ışıması için. Herakleitos her şeyin ateşten yaratıldığını söylediğinde şeylerin sürekli yanarak bir oluş hali yaşadığını vurguluyordu. Ateşten varlıklar olarak sürekli yanıyoruz aslında. O halde yanmak önemli değil, asıl nasıl yandığımıza bakmalı. İki türlü yanmaktan söz ediliyor. Yıldızlar başka türlü, ağaçlar başka türlü yanıyor. Odun kendi sınırından başlayarak içeriye doğru yanarken, yıldız ise tam tersi, içeriden dışarıya doğru yanıyor, sürekli dışarı taşıyor. Odunun ateşi dışarıdan küllerle kaplanarak, gerçekleşmemiş arzular olarak için için yanmayı sürdürüyor. Işıyarak, dışarı taşarak kendi mekânını genişletmek yerine, giderek içine kapanıyor, büzüşüyor. Erklenmek yerine, erksizliğe mahkûm ediyor kendini; hınç, nefret biriktiriyor içinde ve sonunda kederli varlıklara dönüştürüyor bu ateş bize.

Hep dışarıya taşarak, iktidarın norm olarak bize dayattığı sınırları ihlal edendir yıldız. Odun ateşi gibi içine kapanarak büzüşmek yerine, sürekli dışarıya taşarak, başka yıldızlarla birlikte kendi mekanını genişletir. Dışarı doğru yandıkça, ışıdıkça mekanlar açılır önünde. Gerçekleşmemiş arzularını içinde küllemiş kor gibi taşımak yerine dokunduğu her şeyi ışıyan bir yıldıza dönüştürür. Arzularını başkalarına bulaştırarak iktidarın çok sevdiği kederli varlıkları bile neşeli oluşlara çevirir. Yıldız sürekli eylem halindedir. Yıldızın sınırı, kendi eyleminin sınırıdır, bu sınır dinamiktir, sürekli hareket halindedir. Yıldızın kudreti veya eyleminin sınırı dışında başka hiçbir sınırı yoktur. Yıldız bir biçim değil, kudrettir.

Işıyarak kendi mekânlarımızı oluşturan kudretli varlıklar olmak, iktidarın işine gelmiyor. Hep norm dayatıyor çünkü. Toplumsal mekânın, kültürel yaşamın örgütlenmesinde hep çitlerle çevrili kalıplar çıkarıyor karşımıza. Odun ateşi gibi için için yanarak iktidarın kalıplarına kendimizi uydurmamızı istiyor bizden, oysa yıldız gibi yanarak, bağlantılar kurarak kudretimizin gittiği yere kadar örgütleyebiliriz kendi yaşam alanlarımızı.

Tek merkezli iktidar kendi imgesine göre kurmak istiyor bedenleri; içindeki tek merkezin etrafında küllerle kaplı bir sınırdan oluşmuş bireyler yaratmaya çabalıyor. İçimizde tek merkez değil, bir çokluk barındığımızı kendi deneyimlerimizden biliyoruz oysa. İktidarın istediği kendi içine kapanmış kederli varlıklar değil de dans eden yıldızlara, kudretli ve neşeli varlıklara dönüşmek için bu çokluğun yüzeye çıkması gerekiyor. Ne diyordu Nietzsche, Böyle buyurdu Zerdüşt’ün önsözünde: “Dans eden yıldız doğurmak için içinizde kaos taşımalısınız.”



19 Eylül 2012 Çarşamba

GÜNDEN KALANLAR

 Başbakanlık İstedi, Nâzım Gitti Necip Fazıl Geldi 

Devlet Tiyatroları'nın (DT) 2012-2013 sanat sezonunda sahneleyeceği oyunlar açıklandı. Yeni sezonda Başbakanlık'ın istediği oldu. DT yeni sezona Necip Fazıl Kısakürek'in 'Reis Bey' adlı oyununu da dahil etti.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın DT ile Şehir Tiyatroları’nı özelleştireceği yönündeki açıklamalarının ardından Başbakanlık DT’nin son 10 yıllık repertuvarını yakın takibe almıştı. Başbakanlık, iki yıldır Ankara DT’de sahnelenen, Nâzım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” adlı eserinden Nihat Asyalı’nın tiyatro sahnesine uyarladığı ve Rüştü Asyalı’nın rol aldığı “Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan On Bir Tablo” adlı eserinin “neden üst üste sahneye konulduğunu” ve “Neden Necip Fazıl Kısakürek’in eserlerinin sahnelenmediğini” sormuştu. Bu sezon Başbakanlık’ın isteği yerine getirildi. Yeni sezonda Nâzım Hikmet’in oyunu yerine Necip Fazıl Kısakürek’in “Reis Bey” adlı oyunu yer alıyor. DT, sezonun ilkyarısında 34’ü yerli, 21’i çeviri 55 yeni oyunla seyircinin karşısına çıkacak.


(BirGün)


*****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****

 Hükümet Her Şeye Çok Çabuk Çözüm Buluyor! 

Bugünlerde bahar indi Çukurova’nın düzüne
Donandı ağaçlar
Donandı dünya
Bir ışık fışkırır topraktan yağmur gibi
Bir güneş doldurur ortalığı
Yaşar Kemal

Adana’nın bereketli toprakları, edebiyata, sinemaya başta Yılmaz Güney, Ali Şen, Yaşar Kemal gibi değerleri armağan etti. Türkiye’nin bu bereketli topraklarına 1960’larda temellerini atan, doğal afet, ekonomik kriz ve darbeler nedeniyle dönem dönem kesintiye uğrayan 19. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali başladı.

ÇAMBURNU, ÇÖP BURNU OLMASIN
Sinemayı, sanatı halkla buluşturan ve birçok etkinliğe de ev sahipliği yapan Altın Koza Film Festivali kapsamında, ‘Dünya Sineması’ başlıklı bölümde Fatih Akın’ın ‘Cennetteki Çöplük’ adlı belgesel filmi Türkiye prömiyerini gerçekleştirdi. Yönetmen Akın, imzalı filmde başı Çernobil, HES gibi çevre felaketlerinden kurtulamayan; yeşilin her tonunu cömertçe sergileyen, Doğukaradeniz’in nasıl bir çöplüğe dönüştürüldüğünün hikayesi anlatılıyor. Film gösterimi sonrasında bir basın toplantısı yapan yönetmen Akın, gazetecilerden gelen soruları yanıtlarken bu tür sorunların yanlış politikalardan kaynaklandığını düşündüğünü söyledi.

Çamburnu köyü halkının 2007 yılında beldelerine kurulan çöp depolama merkezine karşı verdikleri mücadeleyi köy halkının gözünden anlattıklarını belirten yönetmen Akın hükümetin sorunlara çok çabuk çare bulduğunu ancak bu tür çözümlerin başka sorunları yarattığının farkında olmadığını belirterek şöyle konuştu: “Doğukaradeniz’de sorunlar belli: Kirlilik var, çöplük var… O bölgede yaşayan halk bundan çok rahatsız. Biz bu filme başladığımızda yol kenarlarını, sahili çöp yığınları kaplamıştı. Biliyoruz ki bu hükümet sorunlara çok çabuk çözüm buluyor! Çözüm ise şuydu; çöpü şuradan alalım şuradaki köye koyalım. Yani insanların görüş alanından çıksın. Böylece çoğunluk mutlu olsun. Ama o bölgede yaşayan 2 bin kişi bu şekilde kurban ediliyor. Bu bir politika ve her çözüm bir başka sorun yaratıyor”.

Nisan 2007'de çekimlerine başlanan ve Mart 2012'de biten filmin çekimlerine büyük katkılar sağlayan bölge halkından Bünyamin Seyrekbasan Çamburnu'nda çevre sorunu olduğuna işaret ederek ''Orada yaşayanlara çöplerin ambalajlanarak depolanacağını söylemişler. Ancak halk zamanla kokudan rahatsız olmaya başlamış. Evlerinin içinde kokudan duramıyorlar'' dedi.

ÜÇ SİNEMA EMEKÇİSİNE ÖDÜL
Bu yıl 43. yılına girmesine rağmen 19.'su gerçekleştirilebilen Altın Koza Uluslararası Film Festivali’nde bir diğer etkinlik ise sinemaya emek veren üç ustaya ‘Yaşam Boyu Onur Ödülü’nün sunulması oldu. Yapımcı, Yılmaz Güney’in yol arkadaşı, ‘Umut’ filminin de yapımcısı Abdurrahman Keskiner, Yeşilçam’da kadın sorununun üzerine birçok sinema filminde yer alan Perihan Savaş ve romantik aşk filmlerinin yakışıklı jönlerinden Ediz Hun.

YILMAZ GÜNEY’İN KARA KUTUSU
Sinemaya Yılmaz Güney’in yardımcısı, asistanı ve menajeri olarak giren sonradan arkadaşı ve dostu olan Keskiner; ya da sinemadaki yaygın adıyla Apo’nun sinema serüveni bir bakıma da Türkiye sinemasında yapımcılık tarihinin de serüveni anlamına geliyor. 60’lı yılların ortaları ve 70’li yıllarda Çirkin Kral’ın sağ kolu olan Keskiner sinemayla tanışmasını şöyle anlatıyor: “İstanbul’a gittiğim zaman Yılmaz Güney’in şoförüyle karşılaştım. Şoför, Yılmaz Güney’in setine götürdü beni. Akşam “beraber yemeğe çıkalım” dedi Yılmaz. Yemeğe çıktık orada bana beraber çalışmayı teklif etti. Ben de kabul ettim ve çiftçiyken filmci oldum”

Ödülü alırken Adanalılara teşekkür eden yapımcı Keskiner, Ali Özgentürk’ün ilk filmi ‘Hazal’da, Türkan Şoray’ın hem oyuncu hem de yönetmen olarak imzasını attığı ‘Yılanı Öldürseler’de, Yavuz Turgul’un unutulmaz filmi ‘Muhsin Bey’de ve Yaşar Seriner’in ‘Kuduz’ adlı filmi başta olmak üzere 60’a yakın filmin yapımcılığını üstlendi.

‘BU ÜLKEDE ÇOK BAŞBAKAN GÖRDÜM’
Ödül alan bir diğer isim Perihan Savaş ise kendisinin de bir anne olduğunu ve artık bu duruma bir dur demek gerektiğini söyleyerek şunları söyledi: “Yeter artık yeter. Artık şuramıza kadar geldi. Sürekli bir şeyler yapılacak ya da yapılıyor deniyor. Ama her gün birileri ölüyor. Artık analar ağlaması” dedi.

Aynı zamanda şehir tiyatroları oyuncusu olan Savaş, son dönemde sanatçı ve sanat üzerine yapılan tartışmaları ise BirGün’e değerlendirdi: “Bu ülkede demokrasi var diyorsa eğer baştakiler ben o zaman özgür bir insanım. O zaman biz sanatçılara demokratik olarak konuşmak düşer. Ben 50 yıldır bu işi yapıyorum. Çok cumhurbaşkanı, çok başbakan, çok bakan gördüm. Ama hala ben buradayım. O gördüklerim nerede?”


(BirGün)


*****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****

 Tefekkürler Sinan Çetin... 

"PKK'yı satın alalım konu kapansın" diyen yönetmen Sinan Çetin'e sosyal medya kullanıcılarından yanıt "PKK neyse parası versin Sinan Çetin yönetmenlik yapmasın."

Yönetmen Sinan Çetin'in "Zorunlu askerlik yasası"na karşı önerdiği PKK'yi satın alma önerisi sosyal medyada tepki topladı. Çetin matematik hesabıyla bedelli askerlik parasıyla PKK'nin satın alınabileceğini söylemişti. Çetin tarafından yapılan hesap şöyle:

"Askere giden 4 milyar maaş alır. Nereden alır parayı, askere gitmeyenden. Bu kadar basit. Bunun için ekonomiye de ihtiyaç yok. Hiç askerlik yapmamak için 1 milyon dolar ödemeye hazır bir sürü insan var benim tanıdığım... 10 gün askerlik 500 bin dolar, 20 günlük 200 bin dolar, 1 aylık 100 bin dolar, 2 aylık 10 bin dolar falan diye gider liste... Biz hesapladık, 33 milyar dolar yapıyor. Git PKK'yı satın al, konu kapandı!"

Matematik hesabı tepkilere neden olan Sinan Çetin twitter'da kısa sürede trend topic'ler arasına girdi. Gazeteciler ve sanatçıların da aralarında bulunduğu twitter kullanıcılarından bazılarının yorumları şöyle:

MirgunCabas
sinan çetin'in, hesap makinasıyla siyasal sorun çözmesinin tadı da hiçbir şeyde yok: "biz hesapladık 33 milyar. git o parayla pkk'yı al."

‏@onurcaymaz
Tefekkürler Sinan Çetin... Yeşilçamın hastalıklı kozalağı...

İstiklal Akarsu ‏
"Parası neyse verelim PKK'yı satın alalım konu kapansın" diyen sevgili Sinan Çetin, bi sorsana fiş almazsak kaça olur.

‏@ibrahimseten
Sinan Çetin Türk sinemasının Ciguli'si maalesef..

‏@10uncuKoylu
"PKK'yı satıl al, konu kapansın." diyen Sinan Çetin'e Rothschild'den cevap: 200 yıllık kapitalistim böyle kafa görmedim.

Can Alkan
Sinan Çetin inanılmaz bir çözüm önerisinde bulunmuş, "PKK'yı satın alalım" demiş. Bir boy büyük alalım seneye de kullanırız Sinancım...

gökhan
Sinan Çetin PKK'yı satın alalım konu kapansın demiş. Sevgili Sinan, parayla beyin nakli de yapıyolar bak sen kendine ondan al bitane bence.

Alper Turgut
Deger, onem ve her turlu ilkeden bihaber olan, kapitalist mi liberal mi cematci mi belli olmayan Sinan Cetin icin her sey satilik, ozetle.

‏@gunesduru
pkk neyse parası versin sinan çetin yönetmenlik yapmasın.

‏@jolej
sinan çetin, PKK'yı cihangirle karıştırmış...sondaki K'yi konut sanmış da olabilir..

AbSurDMaN
"PKK'yı satın alalım" diyen Sinan Çetin aynştayn çıktı. Sinancım mevsimi değil. Hem PKK alana DHKP-C bedava kampanyasını bekleyelim bence.

Berxwedan Yaruk ‏
Sinan Çetin "Askerlik yapmayandan aldığn parayla PKK'yi satın al konu kapansın"dedi.Sinan,PKK'yi Starbucks'ın Cihangir şubesi sanıyo sanırım


(Emek Dünyası)


*****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****     *****

 Adliyede Bile İşkence Yaptılar 

Sultangazi'de bir polis karakoluna düzenlediği saldırıda yaşamını yitiren İbrahim Çuhadar’ın Adli Tıp Kurumu'ndaki cenazesini almak için beklerken 14 Eylül günü darp edilerek gözaltına alınan ve 3 gün boyunca işkenceye maruz bırakılan 22 kişiden 8’i sevk edildikleri mahkemece tutuklandı. Aralarında Grup Yorum üyeleri Selma Altın ve Ezgi Dilan Balcı’nın da bulunduğu 9 kişi, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı, ancak ev hapsine çarptırıldı.

Gözaltı sürecinde maruz kaldığı işkence sonucu sağ kulağının zarı patlayan ve mahkeme tarafından ev hapsine mahkum edilen Grup Yorum solisti Selma Altın, gözaltında yaşadıkları işkenceleri anlatt:

'UYARI DAHİ YAPMADAN SALDIRDILAR'
“Çuhadar’ın cenazesi için Adli Tıp’ın önünde TAYAD’lı ailelerin bekleyişi vardı. Biz de Grup Yorum üyeleri olarak destek vermeye gittik. Dağılmamız gerektiğine dair hiçbir uyarı yapılmadan polis oradaki herkese saldırdı. Yoğun bir işkenceyle gözaltına almaya başladılar."

İşkencenin gözaltına alındıktan sonra da sürdüğünü belirten Altın, şöyle devam etti: “Özellikle polis aracının içinde gözaltına alınan herkes çok yoğun işkenceye maruz kaldı. Bizi hastaneye hep çevik kuvvet eşliğinde ters kelepçeyle götürdüler. Artık hastaneye bile gitmek istemiyorduk, çünkü bunu da işkence malzemesi haline getirdiler.” Gözaltında kaldıkları üç gün boyunca Haseki Hastanesi’ne kontrole götürüldüklerini söyleyen Altın, buradaki doktorların kendilerini muayene bile etmediklerini, doğru rapor vermediklerini ifade etti.

'ÖZELLİKLE KULAĞIMA VURDULAR'
Polis işkencesi sonucu Grup Yorum üyesi, keman sanatçısı Ezgi Dilan Balcı’nın kolunda ve parmaklarında, kendisinin ise kulaklarında hasar oluştuğunu ifade eden Altın, polisin Grup Yorum üyesi olduklarını bildikleri için özellikle kendilerine bu işkenceleri yaptığını dile getirdi. Altın, şöyle konuştu: “Ezgi Dilan’ın kolu ciddi hasarlı durumda. Parmak izi alma sırasında işkenceyle parmaklarını geriye doğru bastırdılar. Kırık ya da çıkık var, bunu hastaneye gidince öğrenebileceğiz. Benim ise polis aracında kulaklarıma vurdular. Her iki kulağıma da ciddi darbe aldım. Sağ kulak zarım patladı, sol kulağımda da ne olduğunu henüz bilmediğimiz bir basınç ve uğuldama var. Burnuma da vurdular, gözaltı süresince burnum kanadı.”

'GRUP YORUM SUSSUN İSTİYORLAR'
Altın, ev hapsine mahkum edilmesine ilişkin olarak ise şunları kaydetti: “Mahkemeden çıkan sonuca göre serbestmişiz gibi görünüyor ama kararda yurtdışı yasağı var, ev hapsi gibi bir uygulama var. Bu da bizim ilk kez şahit olduğumuz bir uygulama. Bu aslında şu demektir: Grup Yorum hiçbir yerde çıkmasın, şarkı söylemesin. Bu da bir engellemedir. Yalnız bize değil, bıraktıkları herkese ev hapsi verdiler. Avukatlarımız itiraz edecekler.”

'İŞKENCE ADLİYEDE DE DEVAM ETTİ'
“Tutuklanan arkadaşlarımıza yönelik, savcıların, hakimlerin, avukatların, herkesin gözü önünde adliyede de işkence devam etti” diyen Altın, tutuklanan kişilerin adliye koridorlarında yere yatırılarak ters kelepçeyle hapishaneye götürüldüklerini anlattı. Altın, tüm bu işkence ve kötü muamelelere ilişkin suç duyurusunda bulunacaklarını da sözlerine ekledi.


(BirGün)




18 Eylül 2012 Salı

(S)EMBESİLİZM FİLMİ

Yaşanan feci şiddete ve tahmin edilebilir diğer sonuçlara bakarak bu haftayı şimdiden 2012’nin en saçma haftası ilan edebiliriz: İslam aleminin eline meşale almayı pek seven bir bölümü yine sokağa döküldü, bir film yüzünden ortalığı ateşe veriyor! Olayların gelişimine bakınca saçmalık daha da belirginleşiyor:

11 Eylül. İlk haber tam da 11 Eylül Saldırısı’nın yıldönümünde Mısır’dan geldi: “Mısır'da, Hz. Muhammed'e hakaret içeren bir sinema filmi protesto edildi. Protestocular, ABD'de yaşayan bir grup Kıpti tarafından çekilen ve Hz. Muhammed'e hakaret içeren sinema filmine tepki göstermek için ABD'nin Kahire Büyükelçiliği önünde toplandı. Eylemcilerden biri elçilik binasına tırmanarak Amerikan bayrağını indirdi. Kıptiler aleyhine slogan atan eylemciler, ABD bayrağını da yaktı.” O gün çok uğraşmama rağmen filmin ismini hiçbir yerde bulamadım. Ne hikmetse protestocuları harekete geçiren kişilerin bildiği bu filmi yerli ve yabancı basından hiç kimse bilmiyordu –protestocular da bilmiyordu, onlar sadece her zamanki gibi davranıyorlardı; tıpkı Şeytan Ayetleri’ni okumadan sokağa döküldüklerinde olduğu gibi... En saygın basın kuruluşlarından The Guardian bile filmden ancak kulaktan dolma bilgilerle söz edebiliyordu: “Mısır medyası filmin ABD’de Müslüman karşıtı bir grup tarafından yapıldığını söylüyor. Youtube’da klipler halinde izlenebilen film Muhammed’i bir sahtekar olarak tanımlıyor, onu seks yaparken ve katliam çağrısı yaparken gösteriyor.” Bu bilgi üzerine youtube.com ve imdb.com’u didik didik ettim ama o gün hiçbir sonuç alamadım.

12 Eylül. Protesto gösterilerinin şiddetlenerek başka ülkelere sıçradığı ve ilk kanın döküldüğü haberi, 12 Eylül Darbesi’nin yıldönümünde geldi: “Büyükelçi Stevens ve elçilik çalışanlarının, öfkeli Libyalıların, İslam'a hakaret içerdiği iddia edilen bir filmi protesto etmek için dün gece Bingazi'deki ABD Konsolosluğu'na gerçekleştirdiği saldırı sırasında öldüğü bildirildi.” Ortada can alacak kadar mantıksız bir öfke vardı ama nesnesi hala yoktu. Neyse ki günün ilerleyen saatlerinde The Wall Street Journal sayesinde bazı bilgiler belirmeye başladı. Filmin adı Innocence of Muslims (Müslümanların Masumiyeti) ve yönetmeni Sam Bacile adlı birisiydi. Bu arada Bacile Kıpti (Mısırlı hıristiyan) değil, İsrail doğumlu bir Amerikan yurttaşıydı. WSJ’nin de ancak telefon görüşmesi yapabildiği bu Sam Bacile’in gerçekte kim olduğu net değil... Ama Sam Bacile isminin ‘embesil’ (imbecile) sözcüğüne aşırı benzerliğine bakılırsa, bunun çok zavallı bir mizah anlayışıyla kurulmuş bir tuzak olduğunu söyleyebiliriz.

13 Eylül. Nihayet, bu ‘akıl durması’nın en aklı başında haberi: “Hz. Muhammed'e hakaret içeren ve İslam dünyasında tepkilere yol açan ‘Müslümanların Masumiyeti’ filminin 80 oyuncusu, ‘Üstlendikleri rollerle ilgili aldatıldıklarını’ açıkladılar. Oyuncular, ABD'deki gazetelere verdikleri ilanda ve uluslararası medya kuruluşlarına gönderdikleri açıklamada ‘Tüm oyuncular çok üzgün ve yapımcının bizi kullandığını düşünüyoruz’ ifadelerini kullandılar. Aynı günün akşamı bu yazıyı yazmak için bilgisayar başına oturduğumda filmin internet alemindeki en uzun kopyasına ulaşabildim. İzlemenin resmen bir çile olduğu filme dair şunları söyleyebilirim:

1. Film sinema filmi değil, daha çok internette kullanılmak için yapılmış oldukça kötü bir video filmi. O kadar kötü ki, sahnelerin büyük çoğunluğu –özellikle çöl sahneleri- stüdyoda kalitesiz bir ‘yeşil ekran’ teknolojisiyle çekilmiş.

2. İçinde Muhammed ve Kuran sözcükleri geçen cümlelerin istisnasız hepsi filme sonradan eklenmiş... Örnek olarak: “Muhammed Allah’ın elçisidir ve Kuran bizim anayasamızdır.” (kanlı kılıçlarını savuran üç adamdan en öndekine ‘söyletiliyor’) “Tanrının Kuran’da ne söylediğini duymadın mı?” (Filmde dublaj marifetiyle Muhammed adı verilen çete lideri beğendiği bir genç kadını haremine alırken bu duruma itiraz eden bir kadına hitaben ‘söylüyor’) “İslam’a uymayı reddedenlerin sadece iki seçeneği var: Sürgün ya da ölmek...” (Lider, çetesine hitaben ‘söylüyor’) “Eğer Ayşe’ye söylemezsen babanı Müslümanların halifesi yaparım!” (Lider, yatakta başka bir kadınla basıldığında ‘söylüyor’) Bu cümlelerin hepsinin filme sonradan eklendiğini hem ses düzeylerindeki farktan, hem ses tonu ve şive farklılıklarından hem de dudak hareketlerindeki uyuşmazlıktan kolayca anlayabilirsiniz.

Daha feci uygulamalar da var filmde: Başlangıç sahnelerinden birinde bir doktor, bir Müslüman grubun şiddetine göz yuman polislerle ilgili konuşurken, bir yazı tahtasında karısıyla kızına bazı açıklamalar yapıyor. Tahtaya önce “Man + X = BT” yazıyor. Bu arada yazdığı şeyi okuyor: “İnsan artı X eşittir...”, tam bu noktada filmin sesi değişiyor ve sonradan eklendiği belli olan ses “İslami Terörizm” diyor. Halbuki böyle denmediği belli! Sesteki bariz değişikliği bir yana bırakın, oyuncu ‘İslami terörizm’ diyor olsaydı tahtada IT (Islamic Terrorism) yazması gerekirdi, ‘biyolojik terör’ kavramını imleyen ‘BT’ değil...

Sonuç olarak birisi dünyaya çok feci bir oyun oynamış durumda. Müslümanlar sıkça yaptıkları gibi hemen gaza gelmek yerine önce oturup izleseler, bu kıytırık youtube filminin şu ya da bu nedenle –ABD başkanlık seçimleri?.. Arap Baharı sürecinde yeni boyutlar?..- onları kışkırtmak ve ortalığı karıştırmak için özellikle yapılmış ve bilinçli bir zamanlamayla önlerine sunulmuş son derece zavallı bir provokasyon çalışması olduğunu anlayacaklardı. Böylece Sam Bacile adlı sahtekar dünyayı embesil yerine koyamayacaktı...



YOL'UN FRANSA'DAKİ MACERASI - ZAHİT ATAM

Yol parça parça yurtdışına çıkarılıyordu, her türlü işlem Fransa’da yapıldı. Neyse ben Isparta Cezaevinden hasta annemi ziyaret için izin almıştım, oradan Antalya’ya geçtim, oradan da Akdeniz’e. Fransa’ya ulaştığımda yerleştik merleştik ve ekip hemen kuruldu, çünkü filmi Cannes’a yetiştirmeye çalışıyorduk, Ekim başıydı, bütün çekilenleri yıkanmış olarak ilk kez orada seyrettim, Fatoş’la birlikte.

Ne mi oldu? Fatoş ağladı, “ne yapacağız Yılmaz, bu çekilenlerle? Hiçbir şey çekemeyiz burada, hangi oyuncuyu getirtebiliriz ki? Çok kötü bunlar.” İçi acıyarak gözyaşı döküyordu.

“Merak etme Fatoş, öyle bir film yapacağım ki bu gördüklerinden hiçbirini hatırlamayacaksın. Bütün filmi yeniden çekmiş gibi olacağım, öyle sahneleri oradan oraya taşıyacağım, öyle sahnelere yepyeni diyaloglar yazacağım ki bu film dünyanın gündemine girecek, sen korkma. Şimdi iş zamanı.”

Hakikaten kurguya oturduk, günlerce, aylarca çalıştık, bütün filmi yeniden kurguladık, her kurguya göre ben ayrı diyalog yazıyorum, senaryo yeniden yazılıyor yani.

İki yıl boyunca Türkiye’den gelenler bana, “millete kendi çektikleri filmi anlatıyoruz, inanmıyorlar, o öyle değil, dur ben sana doğrusunu anlatayım diyor”, filmi seyretmemişlerdi, kendi anlattıklarından, çektiklerinden, bildiklerinden çok farklı bir film çıkmıştı.

O kadar çok çalıştım ki o aşamada, hatta Fatoş benden şüphelenmiş, ne yapıyor o kurgucu kızlarla o odada diye düşünmüş.

Filmin kurgusu bitti, bu kez de seslendirmesi geldi, bana dediler ki “sen de mi katılacaksın”, ben dedim bütün aşamalarına katılacağım, onlar şaşırdılar, Fransız yönetmenler böyle şeyler yapmazlarmış. Her aşamasında bulundum, müziğinden seslendirmesine, renklendirmesinden şusuna busuna kadar. Hala yerüstüne çıkmamışım, ilk kez beni Cannes’da yarışacağım zaman kamuoyu gördü, yeni bir kimlik almıştım, başka bir adım var, çocuklarım bile Latin Amerikalı bir iş adamının evlatlarıymış gibi biliniyor okulda, kimseyle görüşmüyorum, Anadolu’ya borcum var, filmi tamamlamam, onların destanını dünyaya tanıtmam gerekiyor, bir sürü ağrı, sancı içinde çalıştım. Fatoş kaç kere beni doktora götürmeye kalktı, “hiçbir şeyim yok!” Sırf bu inatlaşmam yüzünden Fatoş daha çok geriliyordu, içine bir korku girmişti sağlığım hakkında, kadınlar işte, her zaman sezgileri çok güçlüdür, hiçbir şey saklayamazsınız. Benim hastalık seyirlerimi benden daha iyi biliyordu ve endişeleniyordu.

Filmin kurgusunu yaptık, seslendirmesini, renklendirmesini derken film 130 dakikayı aşıyordu. Seyrettiler filmi ve çok uzun buldular, biraz kısaltmam gerekiyor ve ben daha yola çıkarken Doğuyu anlatmak istiyorum, en batıdaki karakteri çıkardım mecburen. Baktım film çok şey kaybetmiyor, böylelikle filmin bütün trajik karakterleri daha bir bütünlük oluşturdu.

Cannes’da basın gösteriminde ilk kez kendi adımla çıktım, kırmızı halıda yürüdük, ama bunlar beni zerre kadar ilgilendirmiyordu, beni asıl ilgilendiren salondaki seyircinin tavrıydı, onlarla birlikte ilk kez ben de gerçek bir sinemada filmi seyrettim, seyircilerle birlikte, üstelik film bitmiş olduğu için anlatılması güç bir huzurla, ama bu kez de çok farklı bir gerilim bütün benliğimi kaplamıştı. Film bittiğinde salon ayakta alkışlıyordu, beni anons ettiler ve ben ilk söylediklerinde duymadım bile, ancak ondan sonra sahneye çıktım, içim ürperdi, film çok beğenilmişti ve salonda en arka sıradan öne, sahneye doğru yürüyorum, ama içim öyle buruk ki bu filmi Anadolulu kardeşlerim ne zaman seyredecek onu düşünüyorum, bütün Cannes, bütün Fransa, bütün Avrupa’nın alkışı benim Adana’mın yamalı şalvarlı kardeşimin filme karşı hissettikleri ve nasırlı elleriyle alkışları etmiyor işte, ben Adanalı bir Kürtüm ve kendi yarenlerimin topuğuna basılmış kundurasının ben de ki yeri apayrı işte. Bülbülü altın kafese koymuşlar, yine vatanım, yine özgürlük demiş, bütün bu olup bitenlerden sonra, Anadolu’nun bu en bilindik hikayesi aklımdan bir türlü çıkmıyor, başlar koymaya hapislik gibi başlıyor ben de sıla hasreti, sürgünlük yarası. Ne oldu? Ben hiçbir zaman Fransız vatandaşlığı almadım, bana özel bir kağıt verdiler, yolculuklarda onu kullandım, ölene kadar da Siverekli Yılmaz olarak kaldım, o da sürgün değil miydi, o da kendini yollara vurmamış mıydı? Hiç görmediğim Siverek’i film dağıtırken gidip bulmuştum, babamın akrabalarının sofrasına oturmuştum, etli pilav yapmış, kapıda bir sürü insan silahla beklemişti, kan davalıydık ve benim içimde huzur vardı, vatanıma gelmiştim, doğup büyüyeceğim topraklardan uzaklaştırılmıştım işte, hayatımız daha başlamadan sürgünlük macerasıyla şekillenmişti, babamın dedeleri de Dersim’den göç etmişlerdi. Göç etmiş Urfa’ya gelmişler ve yine ovaya kurmamışlardı barınaklarını, daha verimli olmasına rağmen, yine gidip dağın eteğine sırtlarını vermişlerdi, yıllarca verimsiz toprağı eşip hayvanı derede tepede otlatmışlardı, sonra da bilmem kaç baş hayvan ve canı zor doyuracak buğday için birbirlerinin malına göz dikmişlerdi. Bizim hayatımızın dertleri biz dünyaya gelmeden olup bitenlerin yaraları ile dertli türküler eşliğinde şekillenmişti, hasretlik biz de baba yadigarıdır.

Şimdi burada iddialıydım, hemen ilk günden Cannes’ın favorilerinden birisi olmuştum, röportajlar yapılıyordu, İtalya, Fransa, İspanya… bir çok memleketten gazeteciler, bense onlara 12 Eylül darbesinin bir NATO planı olduğundan başlayarak askeri cuntanın başının Kenan Evren değil, onun ancak ABD’nin emireri olduğunu anlatmaya çalışıyordum.

Hapishane hakkındaki sorularını ise elimden geldiğimce es geçmeye çalışıyordum. Sonuçta, kim inanırdı ki İmralı’da benim film görüşmelerimi savcının odasındaki telefondan yaptığıma, kim inanır ki mahkum doğulu insanların gerçek hikayeleri olduğuna, kim inanır ki onlarla siyasi eğitim toplantıları yaptığımız adi suçtan yatan mahkumlarla kader birliği yaptığımıza, yeni savcının beni İmralı’dan sürerken, “bir hapiste bir hükümet olur, ama burada İmralı Demokratik Halk Cumhuriyeti ile TC var, seninle baş edemeyeceğimize göre ancak sürgün edebiliriz.” Dediğine büyüklenmeden onları nasıl inandırabilirim ki? Beni almak için yüzlerce jandarma, birkaç tane hücum botu geldi, beni oradan sürgün etmek için rapor veren savcı bile “ben böylesini görmedim dedi”. Sonuçta bir tek beni sürgün etmediler, benimle birlikte 15 adi suçtan yargılanan mahkumu da kapalıya gönderdiler ve Bursa’da hücreye konduk: çünkü onlar siyasileşmişti ve düzen onları daha tehlikeli buluyordu, en çok üzerinde düşünülmesi gereken ise adi suçtan girip siyasallaşan insanlara “bozuldu” demeleriydi, işte o insanlar hayatları boyunca bu değişimin izlerini vicdanlarında taşıyorlardı. Kendilerine bu düzenin reva gördüğünü kanlarıyla, canlarıyla yaşamışlardı, yargılanmış mahkum edilmiş bu insanlar, bir an için durup düşünüp onlar da tersinden düzeni yargılayınca, kantarın topuzu nasıl adil tartar bilir misiniz?



SERGEY YESENİN: İNTİHAR MI CİNAYET Mİ? - RECEP ŞENER

Recep Şener ile hep intihar ettiği mitiyle büyütülen Sergey Yesenin aurasına bakıyoruz. Belki de ilk dönem -meme- örneği olarak Yesenincilik'in de yaşanan dönemin politik çekişmelerinde arada kalan, huzurunu bulamamış şairin yaşama ve kendisine öfkesinin gölgesinde, hâlâ kendimizi bulabiliriz.


Sergey Yesenin, 28 Aralık 1925 sabahı Hotel Angleterre’nin beşinci kattaki odasında kendini asmış olarak bulundu. Bileği kesik, yüzünde yaralar bulunuyordu. Otuz yaşındaydı ve Rus şiirinin en popüler isimlerinden biriydi. Ölümü intihar olarak geçti kayıtlara.

Ertesi gün çıkan bütün gazeteler Yesenin’in intiharından bahediyor, intihar ettiği odanın son halini gösteren fotoğraflarla Yesenin’in intihar ettiği bütün Sovyet halkına ilan ediliyordu. Yesenin’in ölümü neredeyse bir şok etkisi yaratır ülkede. Öyle ki, adına ‘Yesenincilik’ denilen bir intihar dalgası başlar ardından. Yesenin’e özenerek intihar edenlerin sayısı artınca Sovyet yönetimi çareyi Yesenin’in eserlerini yasaklamakta bulur. Yesenin’in şiirlerini bulunduran öğrenciler komsomoldan atılır. Buharin, şaşkınlık içinde “Yesenin gençliği nasıl ele geçiriyor, neden gençler arasında ‘Yesenin’in Dulları’ adlı topluluklar oluşuyor?” diye soruyordu çevresine. ‘Yesenincilik’ adı verilen günlerde intihar eden kişilerden biri de şairin eşi Galina Arturovna Benislavskaya’dır.

29 Aralık günü şairin cenaze töreni yapılır. Yüzündeki yaraları kapatmak için hazırlanan özel bir maskeyle Yesenin’in naaşı Sovyet halkına gösterilir ve şair Moskova’daki Vagankovskoye Mezarlığı’na defnedilir.


“maskeli” Yesenin



Yesenin’in ölümünden yıllar sonra ortaya çıkan kimi belgeler, fotoğraflar, Yesenin’ine dair anlatılan hikayeyi yeniden tartışmaya açar.

Resmi tezler, Yesenin’in yüzündeki yaraların asılı olduğu ısıtma borusunun sıcaklığından dolayı meydana geldiği söylese de kimi uzmanlara göre bu yaraların ısıtma borusunun sıcaklığından oluşması mümkün değildir.

O gün Yesenin’i asılı olduğu borulardan indiren kişi Leopoldovich Nicholas Brown idi. Kendisi dönemin şairlerinden biridir. Oğlu Nicholas Brown, babası Leopoldovich Nicholas Brown’ın anılarına dayanarak Yesenin’in sorgu sırasında öldürüldüğünü söyler. Olayla ilgili tutanaklara ilk imzayı atan ve onu en son görenlerden biri olan Wolf Ehrlich’in aslında olayı hiç görmediğini, olayın teyit edilmesi amacıyla Yesenin’nin intihar ettiğini söyler gelen polislere. Nicholas Brown, Yesenin’in siyasi nedenlerden dolayı o gece sorgulandığını ve işkence gördüğünü söyler. Yesenin’in katili olarak Yakov Blumkin’in adını verir.

Yesenin’in intihar ettiği söylenen oda

Olayın tartışmaya açılmasında en önemli isimlerden birisi ‘Yesenin’in Gizemli Ölümü’ isimli kitabın yazarı Viktor Kuznetsov ise Georgi Ustinov ve Wolf Ehlich’in o gün yalancı şahitlik yaptığını, Georgi Ustinov’un o gece otelde olmadığını söyler. O gece Angleterre’de olanların hiçbiri Georgi Ustinov’u görmediğini söyler. Yesenin Leningard’a geldikten sonra Troçki’nin adamları tarafından tutuklanır ve Angleterre’nin bodrum katında sorguya çekilir, işkence edilir. Yesenin öldürüldükten sonra Angleterre’nin beşinci kattaki odasına çıkarılır ve intihar süsü vermek için ısıtma borularına asılır. Kuznetsov da pek çokları gibi Yesenin katili olarak Yakov Blumkin’in adını verir.

Yesenin’in nasıl öldürüldüğünün ayrıntılarına geçmeden önce Yakov Blumkin hakkında kısa bir bilgi vermek yerinde olur.

Yakov Blumkin, Troçki’nin en önemli ajanlarından biridir. 1918 yılınında Moskova’daki Alman Büyükelçisi Kont Mirbah’ı tabanca ile öldürüren iki kişiden biridir. Olaydan sonra yakalanan Blumkin’in cesareti Troçki’nin ilgisini çeker. Kendisiyle çalışması şartıyla Blumkin’i affeder ve onu en tehlikeli işlerde görevlendirir. Blumkin, Sovyet teşkilatının en önemli adamlarından biri haline gelir. Blumkin, Troçi’nin İstanbul büyükada’da yaşadığı günlerde ‘Sultan Zade’ adıyla iran pasaportu ile İstanbul’a gelmesi ikili arasındaki ilişkiye dair ilginç notlardan biridir.

Yesenin cinayetine dönecek olursak; Viktor Kuznetsov’a göre Yesenin tutuklandıktan sonra Blumkin’in Yesenin’e işkence etmeye başlar. Troçki tarafından ölüm emri verilmiş şairi iple boğmaya çalışır, fakat Yesenin’in direnir, karşı koyar. Boğuşma sırasında Yesenin başına darbeler alır. Yanlarında bulunan Leontiev ise Yesenin’e yakın mesefaden yüzüne doğru ateş eder.

Blumkin, Yesenin’in öldüğünü Troçki’ye bildirdikten sonra gece yarısı Yesenin’in cesedini Angleterre’nin beşinci katındaki odasına çıkarır. Olaya intihar süsü vermek için Yesenin’i ısıtma borularına asar.

Yesenin’in ölümüne ilişkin devam eden tartışmlarda çoğunluk, Yesenin’in Troçki’nin emiriyle Yakov Blumkin tarafından öldürüldüğü konusunda hemfikir olsa da Hotel Angleterre’nin beşinci katındaki odada o gün neler yaşandığını hala en iyi Yesenin biliyor.




SİNEMAMIZIN İLK YILDIZLARI: TAÇSIZ KRAL AYHAN IŞIK - MESUT KARA

“Yıldız’ın açtığı müsabakada erkeklerden birinciliği kazanan Ayhan Işıyan, İpekçilerin çevireceği ‘Yavuz Sultan Selim’ filmi ile henüz ismi açıklanmayan diğer bir filmde başrolleri oynamak üzere parlak bir kontrat imza etmiştir.”

29 Eylül 1951’e ait haftalık sinema dergisi Yıldız’da yer alır bu satırlar. Sonraki yıllarda Yeşilçam’a kral olarak damgasını vuran Ayhan Işık’tır sözü edilen Ayhan Işıyan. O yıl, Yıldız dergisinin açtığı yarışmada Belgin Doruk’la birlikte birinci seçilmiştir.

50′li yıllardan itibaren sinema, en popüler ve kitlesel iletişim aracı olmaya başlar. Bu yıllar ticari sinemanın da gelişim yıllarıdır. Böylece sinema kitleleri peşinden sürükleyebilecek ikonlara, yıldızlara daha fazla ihtiyaç duyar. Bunu sağlamanın yollarından biri olarak da dergilerin açacağı yıldız yarışmaları gündeme gelir.

Ayhan Işık’ın, Ayhan Işıyan olarak öyküsü 1929 yılının Mayıs ayında, İzmir’de başlar. Yoksul bir çocukluk yaşar. Babasını kaybettiğinde altı yaşındadır. Aile İstanbul’a göçer. Küçük yaşlarda bir kunduracının yanında çırak olarak çalışır. Ortaokul yıllarında Paşabahçe Cam Fabrikası’na girer, işçi olarak. Darphanede lastik mühür yapmaya başlar. O günlerde Güzel Sanatlar Akademisi’nin resim bölümüne de kayıt yaptırır. Akademide okurken de sürdürür çalışmayı. Artık ‘Ressam Ayhan Işıyan’dır ve Bab-ı Ali’de çeşitli dergilerde ressam olarak çalışıyordur. Türkiye yayınevinde çalışırken, Atlas Film’in sahibi Murat Köseoğlu, Ayhan Işıyan’a artist olmasını teklif eder. Yine o günlerde tanıdığı Yıldız dergisinin yazı işleri müdürü Sezai Solelli’nin teşvikiyle, derginin açtığı yarışmaya katılır ve birinci seçilir. İlk filmi ‘Yavuz Sultan Selim ve Yeniçeri Hasan’da Gülistan Güzey, Orhon M. Arıburnu ve Ayla Karaca ile oynar. Hayatı da soyadı da değişmiştir, artık Ayhan Işık’tır.

Sezai Solelli, Osman Seden’e Ayhan Işık’tan söz etmiştir. 1952 yılının Mart ayında ‘siyah saçlı, uzun boylu bu yakışıklı gençle birlikte’ Osman Seden’in yazıhanesine giderler. Seden o günlerde, gerçek bir olaydan esinlenerek yazdığı senaryosu ‘Kanun Namına’yı filme çekme hazırlığındadır. Filmi Lütfi Akad yönetecektir. Solelli, Ayhan Işık’ın oynamasında ısrarcı olur. Üstelik ‘bir artist namzedi için hayli para’ olan 1.800 lira istemiş ve kabul ettirmiştir. Böylece Işık henüz ‘krallığını’ ilan etmeden kurallarını koymaya başlamıştır.

‘Kanun Namına’ (1952) filmi, Ayhan Işık’ı zirveye taşır. İkinci filminde yıldız olmuştur. Aynı kadroyla, “İngiliz Kemal Lawrence’e Karşı” (1952) filmini çekerler. Arka arkaya filmlerde oynuyordur artık. Kendi kurallarıyla gelmiştir sinemaya. Yeşilçam’ın Sezer Sezin örneği dışında alışık olmadığı, yeni kurallardır bunlar. Ayhan Işık, efendiliğiyle, dürüstlüğüyle, işine olan saygısıyla, çalışma disipliniyle Yeşilçam’ın 50′li, 60′lı yıllarına damgasını vurur.

Ayhan Işık, 1958’de Amerika’ya gider ve şansını Hollywood’da da denemek ister. Kısa sürede MGM, Paramount ve Fox gibi büyük film şirketleriyle ilişki kurar. Dokuz ay kaldığı Amerika’dan döndüğünde, Yeşilçam bıraktığı gibi değildir artık. Ortam değişmiş, Göksel Arsoy, Orhan Günşiray gibi yeni yıldızlar çıkmıştır. Yapımcılar onların peşindedir. Zirvedeyken ara verdiği Yeşilçam’da, tahtına başkaları oturmak üzeredir. Şaşkındır, ani kararlar alır. İlk iş olarak, diğer yıldızların iki katı olan ücretini düşürür. Filmler peş peşe gelmeye başlar. Mücadeleyi yine kazanmıştır. Amerika’da büyük yıldızlara ‘king’ dendiğini görmüştür. Yeşilçam’ın yıldızı Ayhan Işık, krallığını da ilan eder. Üstelik bu kez ‘komedi, dram, avantür demeden ne olursa olsun oynamaya’ karar vermiştir. Salon filmlerinde de, komedilerde de oynayacağını kanıtlayıp, seyircinin de beğenisini kazanınca ücreti yeniden artar. Kralın koyduğu kurallar yine geçerlidir. Asla ikinci rolde oynamaz. ‘Otobüs Yolcuları’ (1961), ‘Ü6ç Tekerlekli Bisiklet’ (1962), ‘Acı Hayat’ (1962), ‘Hızlı Yaşayanlar’ (1964) gibi önemli filmlerde de oynamıştır o yıllarda.

1961’de Nejat Saydam’ın çektiği ve Belgin Doruk’la iyi bir ikili oluşturduğu ‘Küçük Hanımefendi’ filmi, seyirci tarafından çok beğenilip ticari başarı da kazanınca devamı gelir.
Yeşilçam krizdedir ve Kral’ın yer alamayacağı filmler dönemi başlamıştır. Ayhan Işık, kendisine gelen sahne tekliflerini kabul eder. Münir Nurettin Selçuk’tan ders alarak sahneye çıkan ve Klasik Türk Müziği söyleyen Ayhan Işık, burada da başarılıdır. Kendi adına film yapım şirketi kurar. Senaryosunu da yazdığı ‘Örgüt’ filmiyle yönetmenliği deneyen Ayhan Işık; ‘Harakiri’, ‘Haşhaş’ ve ‘Kana Kan’ adlı filmlerin de yapımcılığını üstlenir.


(1) Alim Şerif Onaran. lütfi Ö. Akad, Sf 23, 24, 25. Afa Yayınları Mart 1990
(2-3-4) Lütfi Akad. Işıkla Karanlık Arasında, Sayfa 54, 56. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Nisan 2004
(5-6) Atıf Yılmaz. Hayallerim, Aşkım ve Ben, Sf. 44. Simavi Yayınları, 1991



TARLABAŞI'NDA ''GALERİYE DÖNÜŞTÜRÜLEN YIKIM'' VE ''EVCİLLEŞTİRİLEN SOKAK SANATI'' PROTESTO EDİLDİ

Kamusal Sanat Laboratuarı, Tarlabaşı’nda 16 Eylül’de başlayan “Renovation Tarlabaşı” adlı sokak sanatı festivalini “sanatçının acizliğini ve muhalif sanatın kurumsallaşmasını” temsil ettiği için protesto etti. Festivalle ilgili yayınladıkları bildiride sanatçıları festivali boykot etmeye çağıran Kamusal Sanat Laboratuarı, festivale davetli olup çekilme kararı alan başka sanatçılarla birlikte dün Tarlabaşı’nda bir eylem düzenledi.

Yıkım ve ‘yenileme’ işlemlerinin bir süredir durdurulmuş olduğu Tarlabaşı, yaz boyunca çeşitli sanat etkinliklerine ev sahipliği etmişti: Marmara ve Mimar Sinan üniversitelerinde okuyan güzel sanatlar öğrencilerinin düzenledikleri sergi; VJ Fest adlı video-müzik etkinliği; ardından “Heyt Be!” fanzininin grafiti sanatçılarının performansları ve canlı müzik eşliğinde gerçekleştirilen sergi (ayrıntılı bilgi için bkz. “Tarlabaşı’nda Sanat: Yıkıma Kadar Görülebilir”). Tüm bu etkinliklerin devamı niteliğindeki “Renovation Tarlabaşı” festivali ise, Beyoğlu Belediyesi, Pamukkale İnşaat, S.O.S güvenlik şirketi, Kadir Has Üniversitesi ve Filli Boya sponsorluğunda gerçekleştiriliyor.

Kamusal Sanat Laboratuarı’nın, sanatçıları “yaratıcılıklarını muktedirlerin kültürüne” yöneltmeye çağırdıkları bildirileri şöyle:

Yıkımı güzelleştirmek için değil, kentin içindeki isyanı ateşlemek için sanat !

Tarlabaşı’nda düzenlenen Streetart Festival İstanbul 2012’yi, kentin soylulaştırılması, pazarlanmak üzere gerçek sahiplerinden arındırılması, uluslararası sermaye için finans ve kültür merkezi haline getirilmesi projesine hizmet ettiği için boykot ediyoruz.

Sokak sanatının gücünü, egemen kamusallığın eleştirisinden aldığına inanıyoruz. Tam da bu nedenle sanatçıların politik bir ilişkiler ağı olan kamusal alana yaptıkları müdahalelerin, toplumsal, kültürel ve ekonomik sonuçlarını gözeterek, zekice hareket etmeleri gerektiğini düşünüyoruz. Yıkımın kaçınılmazlığını, sanatçının acizliğini, muhalif sanatın kurumsallaşmasını ve yok edilmesini temsil eden bu etkinliği İstanbul’un kentsel dönüşümünde yaşanan şiddetin bir parodisi olarak değerlendiriyoruz. Bize göre, Streetart Festival İstanbul inşaat ve güvenlik şirketleri, belediye, üniversite ve kültür endüstrilerinin suç ortaklığının sahnelenmesidir. Festival kapsamında evcilleştirilen sokak sanatı, kentsel muhalefeti, Tarlabaşı sakinlerinin yaşam mücadelesini, bölgenin gerçekliğini hiçe sayıyor. Streetart Festival İstanbul katılımcılarını, yaratıcılıktan kaynaklanan güçlerini muktedirlerin kültürüne yöneltmeye davet ediyoruz.



AJANDA


'Sistem Hatası'

‘Umutsuzluğu Yasak Edenlerin’ Fotoğrafları

27 Mayıs’tan 12 Mart’a Müzik ve Toplum



ÇANTADAKİLER


Mühendis Menni ve Bilim: Eski Marksistlerden Kim Kaldı... - Behçet Gültekin

Yoksulların Fazlası - Cahide Sarı



GÖZE ÇARPANLAR

NELER VAR?

Bülent Ortaçgil, Sağlıkta Şiddete Karşı Ses Verecek!

Müzik Paylaşana 50 Bin Lira Ceza

Savaş Baba Oyunu İnternette Yayında

Hrant Dink Ödülü İsmail Beşikçi'ye

Fatih Akın: Tüm savaşları kaybetmedik

‘Grup Yorum Halktır Susturulamaz’

Adana Arkeoloji Müzesi'nde Tarihi Eser Katliamı

Erol Günaydın Yoğun Bakımda

14 Eylül 2012 Cuma

SANATTA ÖZELLEŞTİRME BAŞLADI

Sanat kurumlarının özelleştirilmesine ilişkin yasa tasarısı fiilen uygulanmaya başlandı. Bakanlığın yeni sanatçılar yetiştirmek üzere açtığı 'kadro sınavına' onay verilmedi, nedeni ise "sanat kurumlarında bundan böyle kadrolu sanatçı istihdam edilmeyecek" şeklinde açıklandı.

Sanat kurumlarının özelleştirilmesine ilişkin yasa tasarısı artık fiilen yürürlükte. Cumhuriyet'tenSelda Güneysu'nun haberine göre Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Tiyatroları özelleştiriyorum” sözlerinin ardından Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca hazırlanan ve bakanlığa bağlı tüm sanat kurumlarının mevcut statülerini değiştiren yasa tasarısı taslağı devlet senfoni orkestralarında fiilen uygulamaya geçti.

"Sanat Kurumlarında Bundan Böyle Kadrolu Sanatçı İstihdam Edilmeyecek” 
Devlet senfoni orkestralarına yeni sanatçılar kazandırmak amacıyla açılmak istenen “kadro sınavı”, “sanat kurumlarında bundan böyle kadrolu sanatçı istihdam edilmeyecek” gerekçesiyle onaylanmadı. Taslakta, kadrolu sanatçı yerine tamamen sözleşmeli sanatçı istihdam edilmesi öngörülüyordu.

Cumhuriyet, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca Başbakan Erdoğan’ın tiyatrolara yönelik sözleri üzerine hazırladığı yasa tasarısı taslağının sadece Devlet Tiyatroları’nı (DT) değil bakanlığa bağlı tüm sanat kurumlarını kapsadığını duyurmuştu.

Hazırlanan yeni yasa tasarısı taslağına göre bundan böyle DT, Devlet Opera ve Balesi (DOB) Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası (CSO) ile Antalya, Adana, Bursa gibi illerde bulunan devlet senfoni orkestralarına da “kadrolu sanatçı alımı” yapılmayacağını, bu tür sanat kurumlarının proje bazlı çalışacağını ve projelere göre “sözleşmeli sanatçı” alınacağını dile getirmişti.

"Kadro sSnavına Onay Gelmedi"
Söz konusu uygulama fiilen gerçekleşti. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan devlet senfoni orkestralarının bünyesine kadrolu yeni sanatçı kazandırmak üzere açmak istediği “kadro sınavı”na onay gelmedi. Bakanlığın söz konusu sınava onay vermemesinin nedeni de “sanat kurumlarında bundan böyle kadrolu sanatçı istihdam edilmeyecek” şeklinde açıklandı. Anadolu’da faaliyet gösteren devlet senfoni orkestralarında “sözleşmeli” statüde çalışmak isteyen sanatçı adayları için giriş sınavı ise 20 Eylül’de gerçekleştirilecek. Orkestraların çoğu 1 Ekim itibarıyla yeni sezona başlayacak.


soL



RED HOT CHİLİ PEPPERS - ERTAN ASLAN

80'li yılların başında çok yakın arkadaşlar olan Anthony Kiedis,Michael 'Flea' Balzary,Hillel Slovak ve Jack Irons tarafondan Los Angeles'da kurulan grup Funk-Metal tarzının oluşması ve kökleşmesi açısından öncü niteliği taşımaktadır…Gerek grubun basçısı Flea'nin Jazz kökeni ve aslen bir trompet icracısı olması,gerekse grubun diğer üyelerinin de şarkı yazımı sırasında bir araya gelerek oluşturduğu Hip-Hop ve Funk etkileşimli müziğin Hillel Slovak'ın sert elektrogitar riff'leriyle birleşmesi bu durumun en önemli açıklamaları arasında yer alır… Özellikle 60'lar sonu ve 70'lerde etkisini iyiden iyiye hissettiren Psychedelic müzik kültürünün bir yaşam tarzı haline dönüşmesi ve özellikle de 70'ler sonunda California'nın Rock müziğin hac merkezi haline dönüşmesi 80'lerde California Eyaleti'nin Rock-Metal müziğe damgasını vuracağının da habercisi gibiydi.Durumun böyle oluşundan ve yine o dönemde bence en başarılı örnekleri verilmiş olan Hip Hop ve Funk türlerinin piyasada dolanıyor oluşundan bu 4 genç müzisyen de doğal olarak nasibini almıştı.Bu koşullar altında ürettikleri ilk çalışmalara bakmak için ise 1984 yılında çıkardıkları ilk albümlerini beklemek gerekliydi…

HADİ BİBERLEYELİM!

Prodüktörlük koltuğunda Andy Gill'in oturduğu "The Red Hot Chili Peppers" adını taşıyan bu albüm Metallica'nın Kill 'em All albümü gibi Rock tarihinde bir dönüm noktasıydı…Özellikle Funk etkileşimini açıkça ortaya koyan bas partisyonlarının,genelde Oldschool Hip Hop albümlerinde rastlayabileceğimiz türden basit ama vurucu ve bir o kadar da eğlenceli gitar riff'lerinin,grubun rock 'n roll kökenlerine tutunan davulların ve hepsinden de önemlisi de içerik bakımından olmasa da stil açısından son derece başarılı Hip Hop liriklerinin bir araya gelmesi aslında Rock müzik tarihinde artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağının da göstergesiydi… Albümde bulunan şarkılar ve özellikle de Get Up And Jump ve Out In L.A.bence bu karışımın en sağlam ürünleri olarak gösterilebilir… Bu albümün hemen arkasından 1985 yılına gelindiğinde grup prodüktörlük koltuğunda Funk müziğin baba isimlerinden George Clinton'ın oturduğu ki bu sebepten dolayıdır ki en "Funk" albümleri olan Freaky Styley'i piyasaya sürdü.Grubun 1984-1991 arasında çıkardığı albümler göz önünde bulundurulduğunda şüphesiz ki en yumuşak albüm olarak dikkat çekmesi olasıdır ve özellikle de ilk albüme göre en büyük farklılıklardan biri de bakır üflemeli çalgıların şarkılar üstündeki dominasyonudur ki bu anlayış grubun ilerleyen dönemlerinde de varlığını hissettirecektir.Özellikle de Catholic School Girls Rule ve The Brothers Cup albümün havasını yansıtması açısından grubun vitrini olarak önemli yer tutar… 1987 yılında çıkan The Uplift Mofo Party Plan albümü grubun ilk "Rock" tarafı ağır basan albümüdür.Prodüktörlüğü üstlenen Michael Beinhorn'un ikinci prodüktörlük deneyimi olan bu albüm onun parlak prodüktörlük kariyeri için atılmış önemli bir adımdır.Me&My Friends,Organic Anti-Beat Box Band,No Chump Love Sucker gibi enerji düzeyi yüksek,sert ve oldukça eğlenceli şarkıların bulunduğu bu albüm aslında '89 yılında çıkartacağı Mother's Milk albümünün de habercisi olarak görülebilir.Fakat yıl 1988 olduğunda yaşanan büyük bir kriz grubun bir anda 'çırılçıplak' ortada kalmasına sebep oldu.

'TOZ' PEMPE GÜNLERİN SONU 

80'lerin Rock dünyasının Sex,Drugs & Rock 'n Roll felsefesinin doruklarında dolaşıyor oluşu ve bu adamların da bu işin göbeğinde yaşıyor olmaları,uyuşturucu serüvenlerinin de çok erken zamanlarda başlamasına sebep olmuştu…1988 yılının 25 Haziran'ında gitarist Hillel Slovak'ın ölümü grubu bitme noktasına getirmişti.Çünkü yine aynı dönemlerde solist Anthony Kiedis'de uyuşturucu maddelerle fena halde oynaşmaktaydı ve artık işler içinden çıkılmaz hale gelmişti.Hillel'ın ölümünden sonra baterist Jack Irons da gruptan ayrılmasıyla bir süre bocalayan Anthony Kiedis ve Flea sonunda yola devam etme kararı aldılar.Gruba giren isimler ise John Frusciante ve Chad Smith oldu… 1988 yılında yaşanan olumsuzlukların ve ilk üç albümde yaşanan ufak çaplı kadro sıkıntılarının ardından grup ilk olarak 1989 çıkışlı albümleri Mother's Milk'i yayınladı.Prodüktör olarak yine Michael Beinhorn'la çalışan grup o zamana kadarki en oturmuş sound'a sahip albümlerini çıkardı.Şarkılar içinde üflemelilerin,rap vokallerin ve virtüözlük seviyesindeki bas partisyonlarının başarıyla yoğurulmasına ek olarak,gruba yeni katılan Chad Smith'in sert ve enerjik davul stiliyle John Frusciante'nin genç yaşına rağmen ne kadar iyi bir gitarist olduğunun göstergesi olan Hillel Slovak etkileşimli Psychedelic özellikler barındıran gitar stili albümün en belirgin özellikleri olmuştur.Stone Cold Bush,Subway To Venus ve Good Time Boys gibi RHCP hit'lerini içinde barındıran bu albüm bence grup tarihinin en başarılı iki albümünden biridir…Diğer albümü merak edecek olursanız o albüm kuşkusuz 1991 çıkışlı başyapıt olan Blood Sugar Sex Magik'tir.

DAHA KARANLIK,DAHA SERT,DAHA SEKSİ

Prodüktörlüğünü Rick Rubin'in üstlendiği bu albüm bence sadece RHCP tarihinin değil, Rock tarihinin de en önemli albümlerinden birisidir…Grup elemanlarının son birkaç yıl içinde yaşadığı olumsuz olayların albüme yansıması olarak görebileceğimiz karanlık hava,grubun artık oturmuş olan müzikal yapısı üstüne başarıyla yedirilmiş ve böylelikle albüm oldukça sert,karanlık ve erotik bir havaya sahip olmuştu.Hiç şüphesiz bunda en büyük pay sahiplerinden biri de Rick Rubin'dir.Kariyeri boyunca Run-D.M.C.'den Slipknot'a kadar birçok farklı grupla çalışmış olan bu adamın sihirli dokunuşları gruba Give It Away şarkısıyla ilk Grammy ödülünü getirdi.Yine bu albümün içinde bulunan Breaking The Girl,Under The Bridge,Sir Psycho Sexy gibi şarkılar da RHCP tarihinde önemli yer tutmaktadır…

BOCALAMA DÖNEMİ

1992 yılına geldiğimizde ise genç gitarist John Frusciante gruptan ayrıldığını açıklamıştı.Bunun sebebi olarak ise erken yaşta gelen şöhreti kaldıramamak ve buna bağlı olarak gittikçe ilerleyen uyuşturucu bağımlılığı gösterilmişti.John frusciante'den sonra Jesse Tobias ve Arik Marshall gibi gitaristlerle çalışan grup son olarak Jane's Addiction'dan tanıdığımız Dave Navarro'da karar kılmıştı… 1995 yılında piyasaya çıkan ve Dave Navarro'lu ilk ve tek RHCP albümü olma özelliğini taşıyan One Hot Minute albümü Rick Rubin'e rağmen eleştirmenlerden kırık not almıştı.Eleştirmenler bu albümü yermekte haklılardı fakat Dave Navarro gibi daha "Rock" bir adamın tarzının bu grupta bile varlığını sürdürebilmesi açısından bu albümün yenilikçi bakış açısı da grup tarihinde önemli bir yer tutmakta ve işlerin çok değişeceğinin ilk işaretlerini vermekteydi…Eleştirilere rağmen Coffee Shop,My Friends ve Warped gibi çok başarılı işleri içinde barındıran bu albüm en azından benim için 2011 çıkışlı I'm With You albümünden daha başarılı bir çalışmaydı.

HAYATA DÖNÜŞ OPERASYONU (!)

Navarro'nun gruptan ayrılmasıyla birlikte grup,yeni gitarist arayışına yönelmek yerine eski dostları John Frusciante'nin uyuşturucu tedavisi ve gruba tekrar dönüşü için ön ayak olmayı tercih etti ve bunun da meyvelerini 1999 yılı içinde piyasaya çıkan Californication albümüyle topladı…

Son iki albümde olduğu gibi prodüktörlüğünü yine Rick Rubin'in üstlendiği albüm John Frusciante'yle birlikte grubun da hayata döndüğünün en büyük göstergesiydi aslında…Albümün açılış parçası Around The World'le başlayan bitmez tükenmez enerji kapanışta yerini Road Trippin' ile sükunete bırakırken grubun ticari başarısını ve ana akım müzik piyasası içindeki yerini bir daha hiç sarsılmayacak şekilde sağlamlaştırmasını sağlayacaktı…15 milyondan fazla satan bu albüm Scar Tissue single'ıyla da En İyi Rock Şarkısı dalında Grammy öldülüne layık görülmüştür.Albümden 6 single yayınlanmış olup bu şarkıların hemen hepsi RHCP tarihinde çok önemli bir yer edinmişti. Albüm sonrası hız kesmeden turnelere devam eden grup 2002 yılı Temmuz ayında By The Way albümünü yayınlamış ve albüme ismini veren By The Way single'ı listelere ilk sıradan dalış gerçekleştirmeyi başarmıştı.Rick Rubin'le beraber kaydedilen 4. RHCP albümü olan bu çalışma birçok açıdan daha önceki albümlere göre yenilikçi çalışmalara sahiptir.Ska etkileşimli On Mercury ve bize Hawaii'den memleket esintileri sunan Cabron grubun geniş müzikal vizyonunun ve değişmeyen tek şeyin değişimin ta kendisi olduğunun en önemli göstergesidir…

DANI'YLE 3. RANDEVU

Tarihler 2006'yı gösterdiğinde grup 4 yıllık sessizliğini 28 şarkıdan oluşan Stadium Arcadium'la bozduğunda grubun Dani denen bu kızla işinin henüz bitmediği ortaya çıktı…Californication albümünde başlayan bu küçük hikaye By The Way'de de devam etmiş ve Stadium Arcadium albümünün ilk single'ı olan Dani California'ya ismini de vermişti.Grup Rick Rubin'in sakalıyla birlikte yaptığı beşinci stüdyo albümünde de sınırlarını darmadağın etmiş ve ticari mantığı ön planda tutarak 28 şarkıdan 3 albüm çıkarmak yerine bu şarkıları 2 CD'lik bir çalışma olarak dinleyicilerin beğenisine sunmuş ve aslında hiçbir şeyin sanatsal yaratımdan daha önemli olamayacağını da insanlara biraz olsun anlatabilmişti…Albümdeki şarkıların tamamı başlı başına birer hit değeri taşırken Torture Me,Charlie,Hump de Bump ve Readymade ilk dikkat çekenler arasında yer almaktadır. 

FRUSCIANTE'NİN GİDİŞİ,KLINGHOFFER DÖNEMİ VE I'M WITH YOU 

2009 yılında gitarist John Frusciante gruptan ikinci kez ayrılmış ve bu ayrılık sonrası onun yerini daha öncesinde de grupla beraber çalışmalar yapmış olan Josh Klinghoffer almıştı.Josh Klinghoffer'ın John Frusciante'ye oldukça benzeyen tarzı sayesinde dinleyicilerin de onayını alan bu değişiklik ne yazık ki

benim gibi birçok fan'ın hayal kırıklığına uğramasına sebep olan I'm With You albümüyle ilk ürünlerini ortaya çıkarmıştı…

2011 yılında piyasaya çıkan bu albüm müzikal açıdan önceki RHCP albümlerini aratmamakla beraber sound açısından eski albümlerden oldukça farklı olması dolayısıyla şimdilik bekleneni verememiş gibi gözükmektedir.The Adventures of Rain Dance Maggie single'ı,Anthony Kiedis'in yeni saç stili ve bıyıkları aslında grubun oldukça popüler olan alternatif sound'lardan ne kadar etkilendiğinin en büyük kanıtı olsa da grup her zamanki gibi müzikaliteyi en yukarıda tutmayı başarmıştır.Şu sıralar devam ettikleri dünya turnesi kapsamında da ülkemizi ziyaret edecek olmaları benim gibi birçok fan'ın oturduğu yerde takla atmasına sebep olmaktadır… 


Delikasap.com



ŞİİRİN GÜNCEL HÂL(SİZLİĞ)İ - TEMEL DEMİRER

“Toplumsal değişim
toplumu dönüştürdüğü zaman,
geçmiş bugünün kalıbı
olmaktan çıkmak zorundadır.”[1]

Şiiri, şiirin güncel hâl(sizliğ)ini konuşmaya devam edeceğiz. Durum, bu gerektiriyor… Çünkü Erdal Alova’nın, “Günümüzde Türk şiiri tam bir tıkanıklık içindedir. Daha doğrusu şairler tıkanmış durumda,” saptaması önemlidir…

Çünkü Enis Batur’un, “Şiir ve toplum arasındaki makasın açılması”na dair saptamaları önemlidir… Kolay mı? “Günümüzün Türkiye’si artık şiir yoluyla düşünmüyor, dizelerle heyecanlanmıyor. Has şiir kendi içinde büyük bir derinlik taşıdığı için hiç olmazsa estetik ve edebi bir düzey sağlıyordu. Bugünün Türkiye’si ne yazık ki sadece TV tartışmaları ve gazete polemikleriyle düşünüyor; daha doğrusu düşünmüyor,” diyen Zülfü Livaneli ekler:

“Televizyonun bu kadar yaygın olmadığı, gazetelerin de pek az kişi tarafından okunduğu dönemlerde şiir, çok etkili bir iletişim aracıydı. İnsanların hemen ezberlediği, toplantılarda yüksek sesle okuduğu, arkadaş gruplarında bir ayin gibi tekrarladığı şiirler, önemli bir toplumsal işleve sahipti. Şiir bilmeyen insana
hemen hemen rastlanmazdı. Şiir sanatı bugünkü gibi, insanlığı yoksullaştıracak biçimde sanat gettolarına sürülmemişti.”

Bunlara eklenmesi gereken Ahmet İnam’ı şu deneyim ve gözlemleridir: “Altmışlardan geliyorum. Şiir heyecanının doruklarda yaşandığı yıllardan… Söz yaşama değiyordu, o zamanlar: Dünya değişmek için sözü bekliyordu. Söz tenlerimize inmişti. Tenimiz, canımız, toplum, tarih sözle yoğrulmaktaydı. Sözün anası şiirin hamaratlığı üstündeydi. Şiirle aralanan, şiirle kapıları, pencereleri, perdeleri açılan dünyalar vardı. Şiire güven vardı. Şiirle görmeyi umuyorduk, değişecek dünyayı.

Değişen dünyaya seyirci miydi, şiir? (Üstelik dünyayı seyirden aciz nice şiir taslakları gömülüdür şiir mezarlıklarında!) Ben en azından, o yıllardan şiir yollarında yürüyen vurgun yemiş bir yolcu olarak şiirle gördüğümüz bir dünya olduğunu söyleyebilirim (Gördük değil mi şair? Ağabeylerim, ablalarım, büyüklerim, sizlerin uzattığı gözlüklerden şiirkürede soluyan dünyalar görmedik mi? Serap mıydı gördüklerimiz? Yanılsama mıydı? Sanrı mı? Varsanı mı?).

Gördük. Şiirle görülebileceğini gördük. Şiirle değiştirilebileceğine inandık. Kahrımız bundandı. Yetmişlerde. Kırkların şairlerini yaşadık. Ellilerin. Şiir nasıl olmalı? Nasıl değişmeli? Bu sorular çok fazla almadı gündemimizi. Şiir bizden önce bulunmuş, bizlere emanet edilmişti. Bulduğumuz şiirle aradık hayatı. Aradıkça şiir dönüştü. Şiir dönüştükçe hayatın farklı boyutlarını görmeye başladık. Hayat şiirin ışığı ile görülebiliyordu. Işık yeterliydi. Öyle düşünüyorduk! Seksenlerden sonra hayat, şiir ışığından kaçar oldu. Saydam olmayan cam duvarlarla sarıldı hayat. Kavranamazlığı, karanlığı dehlizlerle dolu yapısıyla hayat, kendini şiir ışığından esirgedi. Şimdilerde yazılan şiirde en azından bu iki temel sarsıntının etkisi var: 1. Hayatın kendini şiir ışığına kapaması. 2. Şiirin hayatın dışına düşerek kendini araması. Kısaca, hayatla şiir bağının dönüşmesi…

Günümüz şiirini dıştan toplumsal, tarihsel, ekonomik, kültürel etkilerin ışığında değil de, içten okumaya çalıştığımızda, öncesindeki şiir-hayat bağlantısının neredeyse tanınamaz ölçüde dönüştüğünü görebiliriz. Şiirin kendine olan özgüveni azaldı. Hayatla olan sembiyotik bağ kopunca, şiir boşlukta buldu kendini.”
80 şiirinin bir özelliği var; edebiyat dergilerinde, bu şiirin ifrata kaçan, anlaşılmama sorununa yol açacak düzeyde bir bireysellikle yüklü olduğu yazılı. Çünkü bir çözülüş döneminin özelliklerini taşır…

Çözülen toplumun bireyidir, duygularıdır! Ki, onlar da herhangi bir tutku hissedemeyecek, hissettirmeyecek derece ölüdür. Çürüyen bir toplumun ölü doğmuş ruhu: İşte budur, 80 ve sonrasındaki dönemin şairi.

Bu tabloya şunlar da eklenmeli: 90’lı yılların ara dönemi, 80’lerin gölgesinde ve baskısı altındadır. 90’ların en önemli özelliği 80’ler ile gelecek arasında sıkışıp kalmışlığıdır. 80’ler açık yıllarıydı; şiiri de bir kaçış şiiriydi; hayattan kopuktu; içine kapanıktı. 90’lar her geçiş kuşağı gibi bir kayıptır.

“ŞİİR” DEYİNCE
Haydar Ergülen’in, “Şiir ne değildir? Şiir niçin edebiyat değildir? Şiir yazmak şart mıdır? Şiir yazmazsak ne yazardık? Şiir bir çocukluk hastalığı mıdır? Şiir kimin içindir? ‘Şiir şiirde kalmaz’ ne demektir? Şairin hayatı şiire dahil midir? Şairler olmasa şiir daha mı iyi olurdu? Şiirden vazgeçmek de şiir sayılır mı? Şiir
ne zaman, nerelerde yazılır? Hayattan dili yanan şiiri üfleyerek mi yer? Bir daha yazarsan diline şiir sürerim!

Şiir şiire bakarak yazılır mı?” sorularına topyekûn bir yanıt verirsek: Şiir, zulmün ve vahşetin orta yerinde ele avuca sığmayan çocuksu içtenliğini yitirmeyen sevda, isyan, itiraz, bağlanma, vazgeçmeme, aşk hasılı insanî varoluş hâlidir…

Kolay mı?

“Şiir bilgidir, kurtuluştur, güç ve terk ediştir. Dünyayı değiştirebilecek güçte bir eylemdir şiir, doğası gereği devrimcidir: Ruhun eğitilmesi ve içsel özgürlüğün yolu. Şiir bu dünyaya anlam kazandırır, onu yüceltir; bir başkasını yaratır,” der Octavio Paz; şiirinin “ne”liği hakkında…

Ardından ekler Anna Ahmatova da: “Şiir, ışığıdır dünyanın karanlıkta bile”![2]

Şiir görünmeyeni görünür yapan şeyken; tam da bunun için “Büyük kitlelerin iş, eğlence ve isyanının şarkısını söyleyeceğiz. Modern başkentlerde yükselen devrimin çok sesli ve çok renkli dalgalanmasının şarkısını söyleyeceğiz. Madeni seslerin ve gemi tezgâhlarında gecelerin sıcağını ve şiddetle açgözlü duman içen yılanlarıyla alev alev parlayan rıhtımların, dumanlarının izlerinin kıvrılarak tehdit ettiği bulutlara asılı fabrikaların şarkısını söyleyeceğiz,” diye haykırır Mayakovski…
Şiir hiçbir zaman bitmez, hep yarımdır ve durmadan “tamanlanır” sevdalarla ve kavgalarla… Bu nedenle, “Her âşık, şairdir,” der Platon… Bu nedenle, “Şiir, aşkın ilk hecesi; şair onun kekemesidir,” der Hasan-Âli Yücel… Bu nedenle, “Şiir çokça sevinç ve ızdırap ve hayrettir, biraz da söz,” der Halil Cibran… Bu nedenle, “Şiir demek, ıstırap demektir,” der H. de Balzac… El özet dilin omuriliğidir; insan(lık)ın sevda ve kavgasını yüreği ve beynidir şiir… Bunlar böyleyken; “Şiir sesle anlam arasında uzun bir kararsızlıktır,” diyen Paul Valery gibi, “Şiir düşünceden tiksinir,” notunu düşen Lord Byron yanılmaktadırlar…

En azından Nâzım Hikmet bunların böyle olmadığını ortaya koymuştur…

Aslında Kemal Tahir’in, “Şiir gerçek mahiyette müzikten ayrılamaz”; Maksim Gorki’nin, “Bilim aklın şiiridir; şiir de yüreğin bilimidir”; Pablo Neruda’nın, “Şair, her şeyden önce yaşadığı toplumun sorunlarına, giderek tüm dünyaya karşı sorumludur… Biz şairler nefretten nefret ederiz ve savaşa karşı savaşırız,” sözleri
şiirin ne olması gerektiğini gayet net biçimde ortaya koyar…

Nihayetinde “Şairler onaylanmamış yasa koyuculardır,” Percy B. Shelley’in altını çizdiği gibi… Ve de “Bir şairin yaşantısı şiiridir. Ondan gayrisi olsa olsa dipnot olabilir,” Yevgeni Yevtuşenko’nun işaret ettiği gibi…

Tıpkı… Dadaloğlu’nun, “Hakkımızda devlet etmiş fermanı/ Ferman padişahın dağlar bizimdir…” Adnan Yücel’in, “Saraylar saltanatlar çöker/ kan susar bir gün/ zulüm biter./ Menekşeler de açılır üstümüzde/ leylaklar da güler./ Bugünlerden geriye,/ bir yarına gidenler kalır/ bir de yarınlar için direnenler…” Ataol Behramoğlu’nun, “Çıkmış düzenin çivisi/ Senin taka su alıyor/ Yüzer kötünün gemisi…” Veya “Kıran vurdu memleketi/ Zalimler hakan olmuştur/ Yedikleri yoksul eti/ İçtikleri kan olmuştur…” Nâzım Hikmet’in, “İnsanlar ah benim insanlarım/ Yalanla besliyorlar sizi/ Hâlbuki açsınız/ Etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız…” Ya da “Ne güzel şey hatırlamak seni / Ölüm ve zafer haberleri içinden / Hapiste / Ve yaşım kırkı geçmiş iken…” Veya “Akıyordu su/ Gösterip aynasında söğüt ağaçlarını/ Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını.// Atlılar atlılar/ Kızıl atlılar/ Atları rüzgâr kanatlılar/ Atları rüzgâr/ Atları/At…” Attilâ İlhan’ın, “Dünya kalbimizde taşımaya değer…” Ya da “Tut ki gecedir/ katiller huzursuz/ hırsızlar sinirli/ hainler ürkekçedir…” Veya “Döndüm arkamı sana,/ Sen sırtımdan vurmayı seversin,/ yüzüm ağır gelmesin…” Süreyya Berfe’nin, “Zamanımızı/ zamanında öğrenemediniz/ Gördükleriniz/ başka bir zamanı mekânı gösterdi…”[3] Celal Vardar’ın, “Suya dokunmazmış/ Sabuna dokunmazmış/ Pise bak…” Haydar Ergül’ün, “Mecaz şehirde geçmiyor/ şiddetli bir gerçek var/ ki hece bile istemiyor:/ Gerçek olan tek şey gerçek/ para eden tek şey para/ şehirde aruz geçmiyor/ başkası kâr etmiyor…” Turgut Uyar’ın, “Hâlbuki korkacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/ Her şey naylondandı o kadar” Ya da “İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım…” Şükrü Erbaş’ın, “Bu kalabalıkta, bu tenhalık/ Sevgilim, bütün sözlerimi/ Mazlumların rüyasından seçtim ben/ Budur, düşünmeden bildiğim/ Budur, ayaklarına serdiğim has bahçe…” Orhan Veli’nin, “Gün olur alıp başımı giderim…” Veya “Bakakalırım giden geminin ardından…” Ya da “Kiminiz kürek çeker sıya sıya/ Kiminiz midye çıkarır dubalardan/ Kiminiz dümen tutar mavnalarda/ Kiminiz çımacıdır halat başında/ Kiminiz kuştur, uçar şairane…” Edip Cansever’in, “Çan gibi sallandı sabah/…Savurdu kıyıdaki sazları rüzgâr/ Bir iki sallandı durdu sabah…” C. Süreya’nın, “Gülün tam ortasında ağlıyorum…” Cahit Sıtkı’nın, “Yaş otuz beş yolun yarısı eder…” A. Arif’in, “Beşikler vermişim Nuh’a…” M.Ö. 2000 yıllarında yazıldığı sanılan “Kötü Çağ” başlıklı dizelerin, “Kardeşler kötü,/ Kardeşler hayırsız./ İnce duygular hak getire,/ Herkes kaba saba./ Güler yüzlüler kötü kişi,/ İyilik ayaklar altında./ Kötüye çatan iyi insanlara/ Herkes gülüp geçiyor./ Kol geziyor hırsızlar,/ Komşu malını çalan çalana./ Özü sözü bir olanlar nerde?/ Yeryüzüne kötüler el koymuş./ Güvenecek dost kalmamış,/ Tanınmayı hak edenler tanınmıyor./ Hani yumuşak başlılar?/ Canını alıyorlar can yoldaşının. /İçim kan ağlıyor,/ Dert ortağı bulana ne mutlu./ Ülkemizi kasıp kavuruyor günah,/ Ardı arkası gelmiyor kötülüğün,”[4] dizelerindeki üzere…

ŞİİRİN “NE”LİĞİ?
Şiirin “ne”liği hakkında Kemal Kocatürk’ün, “Şiir en çağdaş anlamıyla yaşamın, yani acıların, mutlulukların, hüzünlerin ve aşkın dışa vurumudur,” saptamasına Haydar Ergülen de ekler: “Aşk var ki şiir de hâlâ yazılıyor.”

“Şiir sanatına ilişkin söylenebilecek en temel özellik, okuruna duymadığı, bilmediği bir evrenin kapılarını açmasıdır. Bir şiir, öyle benzersiz bir şey olmalıdır ki önümüze koyduğu dünya büyülemelidir bizi. Sıradan sözlerle de şiir yazılabilir elbet ama o sıradan sözlerle o büyülü dünyayı kurabilmek koşuluyla. Orhan Veli’de, Nâzım Hikmet’te, Can Yücel’de sayısız örnekleri vardır böyle sıradan sözlerle yazılmış çarpıcı şiirlerin.

İnsan en eski çağlardan günümüze çalışarak insan oldu. Kendini emekle dönüştürerek öteki canlılar dünyasından ayrıldı. Sanat insanın insan olma serüveninde yan yana yürüdüğü bir büyülü süreçtir. Bütün efsaneler ve masallar bu inanılmaz serüvenin açıklamalarıdır. Prometheus’un gökyüzünden yeryüzüne ateşi indirmesi, insanlığın bir kez yaşadığı bir serüven değildir. Sanat yapıtları böylesi mucizeleri kendi çağlarında yeniden yeniden ortaya çıkaran ürünlerdir. İnsanı içinden çekip çıkardığınız zaman sanatın da hayatın da anlamı kalmaz.”[5]

Hayat dediğimiz her anı mucizelerle dolu şey, o şiirin kendisidir aslında…

Evet Şiir, yaşadığı ve üzerinde durduğu her yer bir gün mutlaka yadsınacak olandır. Kaybedenlerin, temsil edilmeyenlerin, ötekilerin, mülksüzlerin, yani yeni barbarların vicdanıdır şiir… “Dünyayı tek şey değiştiremez. Ne politika, ne ekonomi, ne sanat, ne spor… Parçalar birleşir, bir bütün olur. O bütün yaratır dünyayı, o bütün değiştirir. O bütünü oluşturan öğeler birbirlerini tamamlar, birbirlerinden etkilenir. Yepyeni bir uyum yaratılır belki. O uyumun sağlanmasında minicik bir vidanın bile önemi vardır.

Şiirin o bütün içindeki işlevini küçümsemiyorum, ama abartanlar arasında da kesinlikle yer almıyorum.” [6] Nihayet şair dünyanın yaşanılası olduğunu göstermelidir.

Bunların yanında “Şiir insanlığın anadilidir…”[7]

“Dilin fosilidir şiirdir… Dile, doğal olmayan bir müdahaledir şiir. Entelektüel ve insanî bir müdahale…Bir karşılaştırma yapmak gerekirse insanın yeni olana ulaşma derdi içinde gizeme ve serüvene yönelmesine benzer. Böyle olduğu için, yani dile doğal olmayan bir -zorunlu- müdahale olduğu için her dönemde normal/
olağan dilden ayrı bir düzlem de yer alır şiir ve şiirin içerdiği, taşıdığı dil.” [8]

Toparlarsak: ‘21 Mart 2012 Dünya Şiir Günü’ için Sennur Sezer’in, kaleme aldığı ‘Şiir Çağının Yankısıdır’ başlıklı bildirisinde dediği üzere:

“Şiir, çağının seslerinin yankısını taşır: Kahkahalar, çığlıklar, ıslıklar… Aşk şarkılarına marşlar karışır, ağıtlara çocuk sesleri. Çok sesli bir korodur şiir, bir orkestra. Şairler hükümdarlara övgüler yazsalar da bu sesleri şiirin orkestrasına ekleyemezler. Bir yıl geçmeden yıpranır gider o övgülerin kumaşı. Eskimeyen, yaşamaya övgüdür, adalete, aşka. Bir de diktatörlere yazılmış alaylar eskimez, bin yıllarca. Şairler söz ustasıdır. Anadildir ustalığın nedeni. Vay şairlere ana dilini yasaklayana. Vay insanlara şiiri yasaklayanlara! Her dilde aşağılanmalı insanın düş gördüğü dilde yazmasını, şarkı söylemesini engelleyenler. Onlar için sövgüler bile armağan sayılmalı. Adları silinmeli tarihten. Şiir, çağının seslerinin yankısıdır. Şair bu sesleri işler olan gücüyle. Aşk şarkıları, yaşama övgüleri duyulsun ister şiirinde. Hıçkırıklar aşktan kopsun, bir ağlayış olacaksa çocuğun ilk ağlayışı olsun. Ve kadınlar, sesleri yüzyıllardır savaşları lanetlemekten yorgun, ağıtlardan kısık, şiirler söylerler güzel günler için, rüzgâra karışır. Onlara şiir yazılmaz, yazılanlar aşka övgüdür belki. Şiir, çağının seslerinin yankısıdır. Sokaklardan kopup gelen seslerin uğultusudur. Zafer şiirlerinde ölen askerlerin analarının ağıtı duyulur. Aç çocuk ağlayışları ve dul kadınların çığlıkları. Bu yüzden ürperir bu şiirleri okuyanlar. Çağının seslerinin yankısı duyulur şiirde. Şiirinde güzel seslerin yer almasını isteyen şairin işi zordur. Çünkü açlığı, savaşları durdurmak için uğraşmak zorundadır. O şairlerin seslerini duyarız, çocuk seslerine kulak verdiğimizde.”

NİHAYET
Nihayet!
Önce bir hatırlatma: “Şiir yazarken, o şiiri yazmaktan başka bir şey düşünmedim hiç. Ne kuramlar, ne birtakım endişeler, ne başka bir şey… Beni hiç ilgilendirmedi. Şiirimin geldiği yolu da, gitmesi gereken yolu da düşünmedim. Sadece yazdım. Ben değişirken şiirim de değişti. Beni besleyen, yaşamımdı,” [9] der Ülkü Tamer…

Sonra da bir anekdot: Neruda’nın en iyi okuyucularından biri olarak gördüğü Eliot, bir gün Şilili şaire kendi şiirlerini okumak ister. “Okumayın” der Neruda ve kovar Eliot’ı yanından. İskoçyalı şair Frazer da bunun üzerine, Neruda’ya kızar ve “Neden böyle yapıyorsun?” diye sorar. Neruda’nın yanıtı ilginçtir: “Okurumu yitirmek istemiyorum. Resim yapabilir, denemeler yazabilir ama şiir yazmasın. Ben okurumu elimde tutmak, kendim için alıkoymak istiyorum” ve şöyle bitirir lafını, “Zira
böyle giderse şairler bundan sonra yalnızca öteki şairler için eser yayımlayacak. Her biri kendi şiir dergiciğini çıkarıp ötekilerin cebine koyacak. Böylesi hiç zahmete değmez.”

Şairlerin şairler için yazması fikri Neruda’yı heyecanlandırmaz. Oysa şimdi bu noktaya gelmişiz gibi görünüyor, şiir en az okunan edebiyat dallarından birine dönüştü ve okuyanlar da çoğunlukla kendileri şiir yazmaya hevesli kişiler.

97 yaşındaki Şilili şair Nicanor Para, Güney Amerikalı şairlerin tercih ettikleri süslü dili bir tarafa bırakıp sokak ağzını ve gündelik hayatta kullanılan dili şiire sokmasıyla “karşı şiirin” önemli isimlerinden biri hâline gelen Parra aynı zamanda “halka yukardan bakan” şairleri, sokağı yaşamaya davet etmesiyle tanınıyor.
Manifiesto şiirinde yeni şairlerin, yeni bir şiirin geldiği haberini şöyle veriyor örneğin (eminim daha iyi çevirenler çıkacaktır ama şimdilik benim kelimelerimle idare etmeniz gerekecek): “Bayanlar ve baylar/ son sözümüz budur/ ve ilk sözümüz: Şairler Olimpos’tan indiler.”


Newroz, Yıl:6, No:219, 1 Eylül 2012…

                                                                                                

NOTLAR

[1] Eric Hobsbawm.
[2] Anna Ahmatova, Dünya Kadın Şairlerinden Kadının Hâlleri, Derleme ve çeviri: Selahattin Yıldırım, Agora Kitaplığı,
[3] Süreyya Berfe, Seferis ile Üvez, Metis Yay., 2010.
[4] Eski Uygarlıkların Şiirleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., s.45-47
[5] Turgay Fişekçi, “Şiir Nedir Aslında?”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2012, s.14.
[6] Ülkü Tamer, “Şiir Üstüne Dağınık Düşünceler – 3”, Cumhuriyet, 24 Eylül 2011, s.15.
[7] Erdal Alova, “Düzyazı Şiirin İstediği Yere Gidemez”, Notos, No:31/ 2011/06, Aralık 2011-Ocak 2011-12, s.89.
[8] Sabri Kuşkonmaz, “Şiire Dışarıdan Bakmak”, Birgün, 17 Ekim 2011, s.13.
[9] Ülkü Tamer, “Şiir Üstüne Dağınık Düşünceler”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2011, s.13.

Yazıda kullanılan fotoğraf: http://sirombo.deviantart.com/



SİNEMAMIZIN İLK YILDIZLARI 2: SİNEMANIN YARATTIĞI İLK BÜYÜK YILDIZDIR SEZER SEZİN - MESUT KARA

Muhsin Ertuğrul ve Geçiş Dönemi sonrasının, ilk büyük yıldızı Sezer Sezin’dir. Kendi kendini yaratan insanlardandır Sezin. Çok küçük yaşlarda, annesinden habersiz evden kaçarak ‘Hürriyet Apartmanı’ (1944) ve ‘Yayla Kartalı’ (1945) filmlerinde küçük rollerde oynar. Yapımcı Necip Erses’in isteğiyle, ‘Köroğlu’ filminde başrollerden birini oynar. ‘Damga’ (1948) filmindeki ilk önemli oyunuyla ünlenir. Filmin bir hafta salonlarda kalmasını umarlarken, dört hafta gösterilir, kapılarda uzun kuyruklar oluşur. Arkasından ‘Vurun Kahpeye’ filmi ile yıldızlaşır.

Üstelik sadece oyuncu olarak da yer almaz sinemada. Oynadığı filmlerin öykü-senaryo seçiminden yönetmen seçimine, oyuncuların belirlenmesine kadar bütün aşamalarında yer alır.

“(…) Erman Kardeşler’de müdür olarak çalışmaya başlamıştım. Erman Kardeşler’in ilk filminde Sezer Sezin oynamıştı. Onun getirdiği bir teklifle Hürrem Bey, ‘Vurun Kahpeye’ üstünde düşünmeye başladı. Satın aldık telif hakkını. Sonra da oturduk, Hürrem Bey, Sezer Sezin, Temel Karamahmut, İbrahim Serpil, Selahattin Küçük ve ben tartıştık. (…) Bir gün sordum Hürrem Bey’e ‘bunu kim yürütecek?’ diye. ‘Sen yapacaksın’ dedi. (…) ‘Bu ağır bir iş. Ben şimdiye kadar böyle bir şey yapmadım’ dedim. ‘Yaparsın, yaparsın!’ dedi. O zaman tereddüt ettim. Sanıyorum Hürrem Bey’in bu teklifinde Sezer Hanım’ın bir etkisi olmuştur.” (1)

Lütfi Akad usta, ‘Işıkla Karanlık Arasında’ adıyla yayınlanan anılarında o günleri tekrar şu cümlelerle aktarır: “Bir gün Hürrem Erman bir kitap uzattı ‘Bunu oku bakalım’ dedi. Halide Edip Adıvar’ın ‘Vurun Kahpeye’ adlı kitabıydı, Sezer Sezin getirmiş. (…) Kitabı o seçtiği gibi ‘Aliye öğretmen’ rolünü kendisinin oynayacağı doğaldı. Bu nedenle kafa dengi, rahat konuşacağı, ortak çalışma yapabileceği bir yönetmen arıyordu.” (2)

Filme çekilecek öyküyü Sezer Sezin belirlemiştir, sonrasında senaryo çalışmalarına katılmış, filmi kimin yöneteceğini belirlemiş ve başrolünü oynamıştır. Sezin sadece bir oyuncu, bir yıldız değildir. Öncesinde Erman Kardeşler film şirketinin kurulmasında, ‘Damga’, ‘Vurun Kahpeye’ ve sonraki filmlerde yaşanan tüm süreçlerde, sonrasında kimi oyuncuların, yönetmenlerin sinemaya kazanılmasında Sezer Sezin’in önemli katkıları vardır. “Sezer Sezin’in bulduğu bir hikâye ile Hürrem Erman kararını verdi ve ‘Damga’ adını koyacakları filmi Adapazarı’nda çekmeye koyuldular. (…) Baş erkek oyuncunun, elektrik idaresinde çalışırken Sezin’in zoruyla filmde oynamaya razı olduğu söyleniyordu. Adı Memduh’tu. İleriki yıllarda sinemamızın sözü edilen yönetmenlerinden biri olacaktı.”(3) Sözü edilen başrol oyuncusu Memduh, filmde Turhan Ün adıyla oynayan sonraki yılların usta yönetmeni Memduh Ün’dür.

“Sezer Sezin ‘Damga’ filmindeki başarısına ‘Vurun Kahpeye’ filmindeki başarısını da katarak Türk sinemasının ilk gerçek yıldızı oluyor.”(4) Bu cümleler yine Lütfi Akad ustanın anılarından. 1996’da “Sezer Sezin Türk sinemasının ilk yıldızıdır, öncü sinemacılarındandır” cümlesini yazdığımda “efsane yaratma” türünden çeşitli eleştiriler almıştım. Oysa o günlerin en önemli tanığı Lütfi Akad usta, anılarında bu gerçeği gerekçeleriyle ve yaşanmışlıklarla anlatıyor, belgeliyordu.

Atıf Yılmaz’ın anılarında da benzer cümlelere rastlarız. “Bugün hiçbir kadın starımızın cesaret edemediği, özgür, serseri, atak, cesur, kararlı kişiliğiyle Sezer Sezin…” (5) “Meğer Hürrem Erman ‘Hıçkırık’ filmine çok önem veriyormuş. Filmin yönetmenliğini ve baş kadın oyunculuğunu Sezer Sezin üstlenecekmiş. Bunları daha sonra filmin yönetmenliği bana teklif edildiğinde öğreniyorum.”(6) Sezer Sezin, Atıf Yılmaz’ı yardımcı yönetmen aldığı ve birlikte senaryo çalışmalarına başladıkları günlerde ‘Hıçkırık’ filminin yönetmenliğinden de, oyunculuğundan da vazgeçip, Erman Film’le ve Hürrem Erman’la ilişkisini bitirip ayrılırken Hürrem Bey’in “Hiç değilse bu filmi bitir de öyle ayrıl. Filmi kim yönetecek?” sorusunu “Tabii ki Atıf Yılmaz” diye yanıtlamıştır.

Sezer Sezin’in de, sonraki yıllarda çokça konuşulan ve en çok Ayhan Işık’tan, Türkan Şoray’dan bildiğimiz ‘star kanunları’ vardır. Yıldız olmanın bütün özelliklerini taşıdığını, kitleleri salonlara çekmekten aldığı ücrete, ‘kanun’larına kadar birçok kriteri nasıl uyguladığını o dönemin tanıklıklarından kolayca öğrenebiliyoruz.


SÖZ SEZER SEZİN’DE

“Şakir Sırmalı, Hürrem Erman arkadaşımdı. Adapazarı’nda sinemaları vardı Hürrem’in ailesinin, buradan film alıp gönderiyordu. O sıralar Şakir Sırmalı bir film yapıyordu. Önceleri Muhsin (Ertuğrul) Bey çekiyordu, Sonraları Baha Gelenbevi, Faruk Kenç filmler yaptı. Arap filmleri almış başını gidiyordu. Türk filmleri çok az, o da sinema buluyorsa en fazla bir hafta oynuyordu. Şakir’le de iyi arkadaşız, o film yapmaya başlayınca ben de Hürrem Erman’a baskı yaptım, ‘İlla film yapalım’ diye. ‘Ben anlamam, nasıl yapacağız’ dedi. ‘Yaparız, bak Şakir de yapıyor’. O, ailesinden borç buldu, ortak kurduk şirketi. Hürrem’i ben zorladım film yapmaya, hiç niyeti yoktu.

Eseri seçiyorum, senaryo aşamasında da çalışıyorum, yönetmeni, oyuncuyu seçiyorum… Hürrem’le anlaşmamızda şu vardı; O, işletmeye bakacak, bu işleri bana bırakacak. Ama tabii fikir birliği yapacağız, ‘sen benim işime karışma ben senin işine karışmayayım’ diye bir şey yoktu aramızda. Bana çok inanıyordu, yaptığım işler de çok iyi netice verdiği için çok az dayattığı şey oluyordu.

Fikret Arıt’ın ‘Güzel Yuana’sını okumuştum. ‘Bunu film yapalım’ dedim. Okudu, çok beğendi ve ‘hemen bunu senaryo şekline getir’ dedi. Seyfi Havaeri o zaman filmler yapıyordu, yönetmen olarak onu seçtim, filme (Damga) başladık. Biz bu işlere girince, o ara Şakir’le çalışan, hesap işlerine bakan Lütfi Akad bizim mali işlerimize bakmaya başlıyor. Sonuçta ‘Damga’ filmini yaptık. Bir hafta oynasın diye bakarken dört hafta oynadı. Oğuz Aral’ın söylediği bir şey vardı benimle ilgili, ‘Starlar ekseriyetle oyuncu değildir ama Sezer Sezin hem oyuncuydu hem de stardı’ demişti.”