17 Aralık 2012 Pazartesi

'F TİPİ FİLM' AFİŞLERİNE SANSÜR

Grup Yorum'un yapımcılığını üstlendiği, F tipi hapishanelerdeki tecrit uygulamasını anlatan "F Tipi Film" 21 Aralık Cuma günü vizyona giriyor. Grup Yorum'un bağlamacısı Caner Bozkurt, filmin afişlerine sansür uygulandığını öne sürerek, "Gerek afişlerimiz için Ulaşım A.Ş. ile sözleşme olmasına ve ödemeyi yapmış olmamıza rağmen ulaşım araçlarına asılmaması, gerek de duvar afişlerimizin tek tek sökülmesi açık bir sansür politikasıdır" dedi.

Grup Yorum'un tasarladığı ve yapımcılığını üstlendiği, F tipi hapishanelerdeki tecrit uygulamalarını anlatan F Tipi Film, 21 Aralık'ta vizyona girecek. Ezel Akay, Sırrı Süreyya Önder, Barış Pirhasan, Aydın Bulut, Hüseyin Karabey, Reis Çelik, Vedat Özdemir, Mehmet İlker Altınay ve Grup Yorum (FOSEM) olmak üzere 9 yönetmenin kamera arkasına geçtiği filmde, yönetmenlerin her biri, F tipi hapishanedeki tecrit uygulamasını konu alan 10'ar dakikalık kısa film çekti. Ortaya çıkan filmler birbirine bağlanarak, tek bir uzun metraj filme dönüştürüldü.

Tansu Biçer, Serkan Keskin, Bülent Emrah Parlak, Gizem Soysaldı, Erkan Can, Fırat Tanış, Civan Canova gibi birçok ünlü oyuncunun rol aldığı filmde, Grup Yorum'un eski ve yeni müzikleri kullanıldı. 19 Aralık 2000 tarihinde 20 hapishaneye aynı anda yapılan "Hayata Dönüş" operasyonu sonrası açılan F tipi hapishanelerde yaşananlara dikkat çeken film, 19 Aralık Çarşamba günü Atlas Sineması'nda yapılacak galasının ardından, 21 Aralık Cuma gününden itibaren tüm Türkiye'de, Aralık sonunda da Avrupa ülkelerinde vizyona girecek.

"FİLMDE GERÇEK BİR HİKAYEDEN YOLA ÇIKTIK"
Filmin yapım koordinatörlüğünü yapan Grup Yorum'un bağlamacısı Caner Bozkurt, ANKA'ya yaptığı açıklamada, filmde şu an hala F tipinde olan tutukluların anlattıklarından, TAYAD'lı ailelerin yaşadıklarından, ölüm orucunda hayatlarını kaybetmiş tutukluların anılarından yararlandıklarını söyledi. Grup Yorum'un yönetmenliğini yaptığı filmde, Muharrem Karademir adlı bir devrimcinin anlatıldığını belirten Bozkurt, "Filmde, gerçek bir hikayeden yola çıktık. Ölüm orucu eyleminin neden kendini zorunlu kıldığını, devrimcilerin neden o zaman ölüm orucu gibi ağır ve zor bir eylem seçtiklerini anlatmaya çalıştık" dedi. Grup Yorum olarak, o dönemin tanığı olduklarını dile getiren Bozkurt, şöyle konuştu: "Biz 19 Aralık'ı da yaşadık, gördük; fakat insanlarımız bunu bilmiyor. Bugün 20-22 yaşındaki gençlerimiz 19 Aralık hakkında hiçbir bilgi sahibi değiller. Operasyonu da bilmiyorlar, katliamı da bilmiyorlar. Bunu göstermek istedik. "Zorla müdahale' diye bir işkence var. O zaman ölüm orucundakileri bilinci kaybolmaya yakın olduğu zamanlarda hastaneye götürüp zorla serum basıyorlardı ve 600'ün üzerinde sakat insanımız var şu anda. Bunun tek sebebi, zorla müdahale. Filmde de tecritin hem hapishane koşulları hem de dışarıdaki yansımaları, tutukluların yaşamlarını, psikolojilerini nasıl etkilediği anlatılıyor."

"BU KONUDA ACİL BİR ŞEYLER YAPILMASI GEREKİYORDU"
Bozkurt, tecrit ve ölüm orucuyla ilgili çekilen filmlerin, birçoğunun "çarpık, tam ters taraftan, katliamı yapanların cephesinden" baktığını iddia ederek, "Bu konuda acil bir şeyler yapılması gerekiyordu. Biz, burada bir sorumluluk hissettik. Bunu yapabileceğimize inandık. "Bununla ilgili ciddi bir çalışma yapalım' dedik ve yönetmen arkadaşlarımızın, sinemacı arkadaşlarımızın da tavsiyeleri, yardımları, destekleriyle böyle bir projeye girmiş olduk. Kolektif bir çalışma olduğu için gelişti bu proje" dedi.

"GÜCÜMÜZE GÜVENEREK, SANSÜR DUVARLARINI AŞMAYI BAŞARIYORUZ"
Filmin afişlerine sansür uygulandığını da iddia eden Bozkurt, şunları ekledi: "Gerek afişlerimiz için Ulaşım A.Ş. ile sözleşme olmasına ve ödemeyi yapmış olmamıza rağmen ulaşım araçlarına asılmaması, gerek de duvar afişlerimizin tek tek sökülmesi açık bir sansür politikasıdır. Bu, bizim açımızdan şaşırtıcı bir durum değildir. Biz zaten "F Tipi Film'i tecrit üzerinde ağır bir sansür olduğu için yaptık. Bu film, sansürü delip insanlara ulaşma noktasında bir adımdı. Tecritin ve F tipi hücrelerin mimarları elbette filmimizin tanıtımını engellemek isteyecektir. Bu politika televizyondan, gazetelere tüm basında da kendini gösteriyor. Birçok televizyon kanalı üstü kapalı da olsa bize programlarında yer vermemeyi tercih etti; fakat bizim eninde sonunda milyonlara ulaşma gücümüz var. Gücümüze güvenerek, sansür duvarlarını da aşmayı başarıyoruz."


(anka)



TABLOLAR BİLE TAHRİK EDİCİ!

Haberlerde geçen klasik sözler vardır 'bunu da gördük' misalinden. Güzel ve çivisi çıkmış ülkemizde bu sözün artık bir anlamı yok. Gericilikte, sanata sansürde kara cahil ülkelerle yarışan memleketimiz de her gün yeni bir saçmalık meydana geliyor. Aşağıdaki de bunlardan biri...

KALDIRIM


'Nü' Tabloları Ters Çevirdiler!

Eskişehir'deki Devlet Güzel Sanatlar Galerisi'nde resim öğretmeni, sanatçı Emin Gülören 'in "ArtNüyet" adlı resim sergisi Büyükşehir Belediye Başkanı CHP'li Yılmaz Büyükerşen'in de katıldığı açılış töreninin ardından galeri görevlileri tarafından duvardan indirilip ters çevrilerek yere konuldu.

Eğitim-Sen Şube Başkanı Ali Paşa Şanlı olaya tepki gösterdi. TOKİ Şehit Savaş Kubaş Anadolu Lisesi resim öğretmeni Emin Gülören, 16'ncı kişisel sergisini geçen Cumartesi günü Eskişehir Devlet Güzel Sanatlar Galeri'nde açtı. 15-24 Aralık 2012 tarihleri arasında açık tutulacağı duyurulan serginin açılışına Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen ile çok sayıda davetli katıldı. Sergilenen 29 nü eser, davetliler tarafından ilgiyle izlendi. Pazar günleri kapalı olan galeriye bugün gelerek sergiyi gezmek isteyenler, tabloların duvardan indirildiğini, ters çevrilerek yere konulduğunu gördü. Sanatçı Emin Gülören, Devlet Güzel Sanatlar Galerisi yetkililerinin kendisine herhangi bir bilgi vermediğini, eserlerinin kimin talimatıyla kaldırıldığını bilmediğini söyledi.

Galeri Önünde Basın Açıklaması Yaptı
Eskişehir Devlet Güzel Sanatlar Galerisi'ndeki olaya Eğitim-Sen Şube Başkanı Ali Paşa Şanlı tepki gösterdi. Şanlı, galeri önünde sanatçı Emin Gülören ve bir grup sendika üyesinin katılımıyla basın açıklaması yaptı. Olayı kınadıklarını ifade eden Ali Paşa Şanlı şöyle konuştu: "Cumartesi günkü açılış töreninden sonra Pazartesi günü arkadaşlarımız sendikamız üyesi olan Emin Gülören'in sergisini gezmek için salona geldiklerinde tabloların ters çevrildiğini ve yere indirildiğini gördüler. Serginin birileri tarafından kapatıldığını öğrenmiş bulunuyoruz. Kültür Müdürlüğü ile hiçbir yetkili serginin kapatılması durumunu üzerine almıyor. Biz, özellikle bu tutum ve davranışın ülkemizdeki siyasal ve ideolojik bir hegemonya oluşturmaya çalışan iktidarın, esasen beynin arkasındaki düşünceyi gösterdiğini düşünüyoruz. Bu iktidarın neler düşündüğünü, neler yapmak istediğini göstermektedir. Kendisi gibi düşünmeyenleri ötekileştiren bu anlayışı kınıyoruz. Başta Vali ve Kültür Müdürlüğü yetkilileri olmak üzere bunun sorumluluğu kime aitse bu konuda kendilerinden açıklama bekliyoruz."

"Sanatta Düşünce Sınırlandırılması Olamaz"
Eğitim-Sen Şube Başkanı Ali Paşa Şanlı, tabloların neden kaldırılmış olabileceği konusuyla ilgili olarak şöyle dedi:"Oradaki tablolardan bazılarını zannediyorum ki kendi düşüncesine aykırı gören bir anlayış olabilir. Ama sanatta bir düşünce sınırlandırılması olamaz. Sanatçı düşündüğü her şeyi çizebilir, he rşeyi düşündüğü gibi anlatabilir. Ayrıca bu sergiyle ilgili gerekli izin alınmış. Sergilenen resimlerle ilgili ayrı bir başvuru olmuyor. Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi burada seçici kuruldur. Bu kurul sadece sanatçının yeterlilik ve yetersizliğine bakar. Resimleri değerlendirme diye bir durum söz konusu değildir Yani resimlerle ilgili önceden bir izin alınma durumu yoktur."

Sanatçı Emin Gülören'in basın kuruluşlarına sergi davetiyesiyle birlikte gönderdiği mailde şu yazıların bulunması dikkat çekti:"ArtNüyet-15-24 Aralık.Korkulan, ayıplanan, hor görülen ve art niyetle bakılan hatta içine tükürülen sanat. Hele konu 'Nü' olunca da hem tahrik hem de bir tehdit. Aslında önemli olan 'nüyet'. Sergi açılışında sizi ve tüm çalışanlarınızı aramızda görmekten mutluluk duyacağız."Eskişehir Devlet Güzel Sanatlar Galerisi yetkilileri resimlerin duvardan indirilmesi olayı ile ilgili olarak "Sergimiz izleyicilere kapalı. Devlet memuru olduğumuz için de bu konuda konuşamayız" dedi.


(haberciler)



8 Aralık 2012 Cumartesi

HELAL SANA BE! ESASLI İNSANMIŞSIN KEN LOACH!

Geçenlerde sizlere çeşitli siteler aracılığıyla duyurmuştuk Ken Loach'un yaptığı açıklamayı. İnsan hayatı satılamaz derken, usta yönetmen ödülü de reddetmişti. İnsanlığa ve onura susadığımız şu günlerde susuzluğumuzu gidermişti. Bilirdik filmlerini ve dolayısıyla büyük yönetmen olduğunu. Ama bu davranışı gösterdi ki bizlere büyük bir insanmış aynı zamanda. Yine bir haber gördük. Bu kez Ken Loach Torino'da diyordu. Aman dedik ya ödülü alacaksa. Sonra hareketin kralını yaptı Ken Loach, Torino'da ödül salonuna gitmedi. Gittiği salon direnişçi işçilerin salonuydu. Bize bir kes daha  büyük insan olmanın anlamını öğretti. Onuru, emeğe saygıyı ve insan olmayı tekrar hatırlattı. Ne diyelim; HELAL SANA BE! ESASLI İNSANMIŞSIN!

KALDIRIM

İşte sendika.org'un haberi;

Uluslararası Torino Film Festivali’nin ömür boyu onur ödülünü red ettikten sonra Ken Loach Torino’ya geldi. Ödülü reddetmesinin sebebi olan Rear kooperatifi çalışanları ile tanışmak ve konuşmak için bu kararı alan yönetmen olayların nasıl geliştiğini açıklığa kavuşturdu. 

Her şey aslında Haziran ayında Torino Sinema Müzesi çalışanlarından Federico Altieri’nin on senedir süren adaletsiz çalışma şartlarını arkadaşlarıyla organize olarak protesto etmesiyle başladı. “Saat başına altı Avro’ya zar zor varan bir ücretle ve ayda iki yüz saat çalıyoruz. Yerel ve ulusal vergiler çıkartılınca ancak bin Avro maaş edinebiliyoruz. Mesai saatleri dışı çalışmalarımız ek olarak ödenmiyor, sendikaya kaydolan arkadaşlarımız işten çıkartılmak ile tehdit edildi, her sene maaşlarda kesinti uygulanır ve işten çıkartmalar artar oldu en sonunda ben de sadece üzerinde ‘şimdi hepimizi askıya alın’ yazılı bir tişört giydiğim için işten çıkartıldım.” Altı Aralık Perşembe Ken Loach Torino’da idi ve Federico’nun kısaca belirttiği şartlarda çalışan Ulusal Sinema Müzesi temizlik, güvenlik ve gişe görevlerini üstlenen Rear Kooperatifi’nin emekçileri ile buluştu. 

Loach: Asıl Mücadeleyi İşçiler Veriyor 
“Buraya bir yönetmenin gelmesi ve çalışanlarla buluşması konuya sadece bir görünürlük kazandırıyor asıl mücadeleyi her gün onlar yapıyor.” Ken Loach böyle cevap verdi kendisine yönetmen olmak kadar bir de mücadeleci bir kişi olup olmadığını soran ulusal televizyon kanalı Rai muhabirine. Bu görüşmeyi Ken Loach kendisi arzu etti çünkü asıl önemli olan kameraların çalışanların iş koşullarına odaklanmasıydı. 

“Temmuz ayı başında Torino Film Festival’i bana bu ödüle layık olduğumu bildirdi. İlk etapta çok sevindim ancak ben sinemaya ve festival ödüllerine çok önem veririm bu sebeple her defasında ödül ve onu veren kurum hakkında küçük de olsa bir araştırma yaparım. Bu sırada Federico aracılığı ile Rear çalışanlarından bir mektup aldım. Tercüme ardından kendilerinin çalışma şartları hakkında bilgilendim ve Festival komitesine durumu bildirdim. Kendilerinden bu şartları değiştirmek için kısa sürede adım atmalarını atmalarını ve işten çıkartılan kişilerin düzgün şartlarda geri alınmasını talep ettim. İlk cevap olumlu ve destek vericiydi. Ancak kısa bir zaman sonra gerek Rear çalışanları gerekse de Festival komitesi aracılığı ile kimsenin parmağını oynatmadığını öğrendim. Bu durumda Festival komitesine ödülü kabul edemeyeceğimi malum mektup ile bildirdim. O andan sonra Festival’i organize eden kişiler benim için ayarlanmış uçak biletini iptal ettiler ve o mektubu basına sunmadılar. Ödül töreninden bir gün önce kamuya verilen mektubum ile sanki son anda bir karar almışım gibi bir hava yaratıldı ve gelmeyişim benim kararımmış gibi gözüktü. İlk andan itibaren en kısa zamanda Torino’ya gelip Rear çalışanları ile buluşmak istediğimi bildirmiştim.” Olanların gerçek yüzünü bu şekilde özetleyen Loach olayın hemen ardından La Stampa ulusal gazetesine bir mektup yazan Festival Komitesi’nin sözlerini de üzüntü verici bulduğunu söyledi. “Gazetede çıkan yazıda Ulusal Sinema Müzesi’nin taşeron olarak çalışan bir kooperatifin tercihlerinden direk ve dolaylı olarak sorumlu tutulamayacağı söyleniyor bu aynı bir giyim mağzasının hem kıyafet satıp para kazanması hem de o kıyafetlerin Bengladeş’te çocuklara yaptırılmasını bilip umursamaması gibi bir durum’. 

“Taşeron Sistem Sadece Emeği Sömürmek İçin Mevcuttur” 
Ken Loach taşeronlaştırılan emeğin önlenemez bir şekilde maaş indirimi ve işten çıkartma olarak sonuçlanacağını şu şekilde belirtti: “Kooperatiflerden kendi gelirlerini düşük tutup emekçilere hak ettiklerini vermelerini istemek hindiden Noel için olumlu oy kullanmasını beklemektir. Taşeron sistem sadece ve sadece emeği sömürmek için mevcuttur.” 

Yaklaşık yarım saat ayakta konuşma yapan Ken Loach’u salonu dolduran beş yüz kişi alkışlarla dinledi. Torino kenti merkezinde Ambrosio Sinema Salonu’nda izliyeciler ve Rear çalışanları ile buluşan yönetmen bu durumun tüm Avrupa için geçerli olduğunu söyledi. “Özelleştirmeler ve sosyal devlete karşı yapılan her türlü saldırı iktisadi buhran maskesi altında elli senedir kazandığımız haklarımızı elimizden alıyor. Nasıl İngiltere’de gündelik hayat her geçen gün daha da zorlaşıyorsa diğer ülkelerde de aynı durum söz konusu. Mevcut düzene bir alternatif yaratmamız lazım ve çalışanlar arası dayanışma, sendikalar ve occupy tarzı kitle hareketleri birer araç olabilir.’ 

Yönetmenin konuşması ardından bir çok güvencesiz çalışan bir buçuk saat boyunca dönüşümlü olarak söz aldı ve farklı iş yerlerindeki çalışma koşullarından bahsetti ardından Ken Loach’un yönetmenliğini yaptığı yeni film Meleklerin Payı gösterildi. 



7 Aralık 2012 Cuma

FAZIL SAY’DAN DÜNYA KAMUOYUNA DUYURU: “BU FAŞİZME KARŞI SUSMAM İSTENİYOR!”

Fazıl Say’a 2. soruşturma açıldı. Soruşturma geçerse sanatçı 5 yıl hapis cezası ile yargılanacak. Bu durum üzerine Fazıl Say kişisel Facebook sayfasından kamuoyuna seslendi! Açıklama şu şekilde:

”Hakkımda ikinci bir soruşturma daha açıldı.
“Saçma sapan mahkeme” dediğim için 3 yıl.
“İt-kopuk” dediğim için 2 yıl.
Toplam 5 yıl.
Hakkımda açılan ilk dava ise Şubat ayında devam edecek. “Dini değerleri aşağılamak” (!) suçu.
Onunla beraber altı buçuk yıl.
Yıllardır internette yüzbinlerce kişi tarafından paylaşılan herkesçe bilinen, Hayyam’ın bir dörtlüğünü internette “retweet” ettiğim için açılmıştı bu dava.
Önce herkes bunu şaka zannetti bu soruşturmayı.
Dava açıldı. Bütün dünya bunu “çok saçma ve çok haksız” buldu. Dünya medyası ayağa kalktı.Türkiye rezil oldu. Dava Şubat’a , 2. Celseye kaldı.
Ama ben bir tv programında herkes gibi “saçma sapan” dediğim için bir 2 yıl daha…
“İt-kopuk” kelimesini ise, internette, küfürler, hakaretler, tehtitler yağdıranlar için demiştim. Programı seyredebilirsiniz.
Bize edilen ana avrat küfürler, bin çeşit hakaret ve tehtitlere hiç kızmayalım, ama “it-kopuk” dersek hapis ?
Bilmiyorum.
Merak ettiğim şey; Amaçları ne? Ben hapise girince başarılı mı oluyorlar? Evet oluyorlar! Onların amacı yaratmak değil, yıkmak.
Onlar insan olamıyorlar. Farklılıkları, hapis ile cezalandırmak istiyorlar.
Türk medyası ise, beni düşman ilan etti, manipüle ettiği sebep ise, Türkiye’deki bir ticari müziğin değersizliğini söylemiş olmam, bu yüzden her gün, ama her gün aleyhimde yeni bir şey yamaktalar, utanmadan, sıkılmadan, bunalmadan.
Ne yapacağımı pek bilmiyorum. Bir piyanist hapis yatamaz. Hayatı biter. Daha iyisi gitmektir. 12 yaşımdaki kızımı bırakıp gitmenin ise planını henüz yapmadım. Ama yapabilirim. Ya da onu da beraberimde götürmeyi düşünebilirim. Daha fazla cezalandırılmak isteniyorum.
Bu faşizmöe karşı susmam isteniyor ve sanırım bunu da her tür manipülasyon eşliğinde başarırlar. Ama başardıkları ne olacak? Yıkmak mı? Yaratmak varken yıkmak mı? Buyrun… Alkışlayın onları. Alkışlayın.

Fazıl Say




FERHAT TUNÇ DAVASINDA KARAR VERİLDİ

Sanatçı Ferhat Tunç'un, Tunceli'deki bir konuşmasında "terör örgütü propagandası" yaptığı iddiasıyla yargılandığı davada, "kovuşturmanın ertelenmesine" karar verildi.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, sanatçı Ferhat Tunç'un "terör örgütü propagandası" yaptığı iddiasıyla 2 yıl hapisle cezalandırıldığı dosyayı, "3. Yargı Paketi" kapsamında değerlendirilmek üzere Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi'ne iade etti.

Beraat Talep Etti
Bu kapsamda yapılan duruşmaya avukatıyla katılan Ferhat Tunç, beraatını talep etti. Cumhuriyet Savcısı Yahya Birdeste, esas hakkındaki mütalaasında kovuşturmanın ertelenmesine karar verilmesini talep etti.

Kovuşturmanın Ertelenmesine Karar Verildi
Mahkeme heyeti, Ferhat Tunç'un, silahlı terör örgütü MLKP propagandası suçlamasıyla cezalandırılması için kamu davası açılmışsa da suç tarihinin "3. Yargı Paketi" kapsamında olduğunun anlaşıldığını belirterek, kovuşturmanın ertelenmesine karar verdi.

Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi, 27 Haziran 2012 tarihindeki duruşmada, Tunç'u terör örgütü MLKP'nin propagandasını yaptığı iddiasıyla 2 yıl hapisle cezalandırmıştı.

Tunç: "Şarkı Söyleyebilirsiniz Ama Konuşamazsınız Kararı"
Sanatçı Tunç, adliye çıkışında basın mensuplarına yaptığı açıklamada, kendisi için "düşüncenin rehin tutulduğu bir sürecin başladığını" iddia ederek, "Kararla şarkı söyleyebilirsiniz ama konuşamazsınız denilmekte" ifadelerini kullandı.


soL


6 Aralık 2012 Perşembe

NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLLÜ ÇİNLİ YAZAR: SANSÜR GEREKLİ

2012 Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi Çinli yazar Mo Yan, sansürün sevimsiz ancak gerekli olduğunu söyledi.

Çin Komünist Partisi ile samimi ilişkisi nedeniyle eleştirilen Mo Yan, Stockholm'de yaptığı açıklamada, sansürü havaalanlarındaki güvenlik kontrolüyle kıyaslayarak, sansürün gerçeğin önünde engel olacağına inanmadığını kaydetti.

"Sansür kullanılabilir ve gerekli"
Mo, sansürün kullanılabileceğini ve bazen söylentileri, iftirayı durdurmak için gerekli bile olduğunu ifade etti. Çinli yazar Mo, gazetecilerin 2010 yılında Nobel Barış Ödülü'nü kazanan, cezaevindeki Çinli meslektaşı Liu Şiaobo hakkındaki sorularını ise geçiştirdi.

Çin'in Nobel Edebiyat Ödülü kazanan ilk yazarı olan Mo Yan, gelecek hafta Stockholm'de ödülünü teslim alacak.


soL


SABAHATTİN ALİ'NİN ÖYKÜSÜ ''AĞAÇ İRFAN'' SEZONU AÇIYOR

Oynayan İnsan Tiyatrosu tarafından sergilenen, 1948 yılında katledilen Sabahattin Ali'nin hikayesini bir ağacın tanıklığıyla anlatan "Ağaç İrfan" oyunu sezon açılışını 9 Aralık'ta Kadıköy Halk Eğitim Merkezi'nde gerçekleştirecek.

Sabahattin Ali'nin son bir buçuk saatinin konu edildiği, Oynayan İnsan Tiyatrosu tarafından sahnelenen "Ağaç İrfan" oyunu sezon açılışını 9 Aralık'ta Kadıköy Halk Eğitim Merkezi'nde gerçekleştirilecek.

Oyunun tanıtım metninde şu ifadeler yer alıyor:

"Oynayan İnsan Tiyatrosu Türkiye’nin gerçek anlamda ilk çağdaş gölge tiyatrosunun yetkin bir örneğini bir toplumsal bellek projesini de kapsayacak şekilde ortaya çıkardı Ağaç İrfan oyunuyla.

İnsan hafızasının balık hafızasıyla kıyaslanamayacak denli zayıf kaldığı dünyamızda, ülkesinden kaçmak zorunda kalırken bir ağacın hafızasına yaslanmıştı yazar. Çünkü ağaç insanın sırrını taşır! Taşıdı da! Üstelik ülkemizin en kıymetli yazarlarından birisinin sır perdesi altında bırakılan cinayetinin tüm gizlerini taşıdı sahneye...

Oynayan İnsan Tiyatrosu, bu sır perdesini aralarken, tıpkı oyununun konusu olan Sabahattin Ali gibi, köklerini ülkesinin sanat geleneğine, dallarını evrensel olana uzatmayı da unutmadı. Ortaoyunu, meddah, Karagöz ile beslenip, Japon Halk Tiyatrosu’na da, Batı Gölge Tiyatrosu tekniklerine de açtı kapısını. Işığı hareketli bir kamera gibi kullanarak iki farklı sanat dalının olanaklarını aynı potada eritmekten de çekinmedi.

Bu oyun 1948 yılından bu yana gölgede bırakılmış bir cinayeti anlattığı için, sahneleme biçimi dünya gölge tiyatrosu teknikleri incelenerek ortaya çıkartılmıştır."

Oyunun biletlerini biletix'ten ve Kadıköy Halk Eğitimi Merkezi'nden edinmek mümkün.



soL



ÜNLÜ CAZ PİYANİSTİ HAYATINI KAYBETTİ

Dünyaca ünlü caz piyanisti ve besteci Dave Brubeck, dün 91 yaşında hayatını kaybetti.

Caz dünyasının önde gelen isimlerinden piyanist ve besteci Dave Brubeck dün 92’inci yaş gününden bir gün önce yaşamını yitirdi. Menajeri Russell Gloyd, Brubeck'in dün sabah Connecticut'taki bir hastanede kap yetmezliğinden öldüğünü söyledi.

6 Aralık 1920’de Kaliforniya’da dünyaya gelen Brubeck uzun ve başaralı kariyerine birçok eser sığdırdı. 1951 yılında kurduğu Dave Brubeck Quartet isimli grubuyla 50’li ve 60’lı yıllarda büyük ün kazanan sanatçının albümleri milyonlarca satmıştı.

Grubun bu dönemde çıkardığı “Time Out” isimli albüm bir milyon kopya satan ilk caz albümü unvanını alırken, saksafoncu Paul Desmond tarafından bestelenen albümdeki “Take Five” parçası bütün zamanların en çok satan single’larından biri oldu.

İki kardeşi de müzisyen olan Brubeck, müzik öğretmeni olan annesi ile 4 yaşında piyano çalmaya başladı.

1958’de ilk uluslararası turnesine çıkan grup Polonya, Hindistan, Türkiye, Irak, İran, Sri Lanka, Afganistan ve Pakistan’da konserler verdi.

Ünlü müzisyen 250 civarında caz parçası ve şarkı besteledi.


soL



ANADOLU'NUN AHI HEPİMİZİ TUTACAK!

Kadim insanlık bilgisinin bugüne taşıdığı yaşam pratiklerinden biri de, derdiniz neyse, dermanınızın da hemen yanı başınızda bir yerlerde olduğuna dair inanış ve uygulamalardır. Önemli olan dermanı bulacak bilince sahip olabilmek.

Geçtiğimiz günlerde Isparta’nın Yukarı Köprüçay Havzası’ndaydım. Bu bölge barındırdığı zengin biyoçeşitlilikle Türkiye’nin en önemli doğa hazinelerinden biri. Ancak bölgedeki köylerden birinde ziyaret ettiğimiz yaşlı ve hasta kadınlardan biri televizyondan izleyip denemek istediği ‘Panax’ tarzı, her derde deva niyetine gıda takviyesi adıyla satılan ilaçlardan satın almış. “150 lira ödedim, iyi gelirse bir kutu daha alacağım” diyor, umut ve çaresizlik arasında salınan yüz haliyle…

Köylüden ıhlamur alıp panax satan bezirganların dönemi
Postanın, gazetenin, ekmeğin bile düzenli ulaşamadığı köylere bir süre önce Sağlık Bakanlığı tarafından toplatma kararı alınan Panax tarzı ilaçların ulaşabilmesi bir yana, Anadolu insanının binlerce yılda ürettiği yaşam pratiğini paramparça eden bu dağılmayı yeniden ve hemen sorgulamamız gerekiyor. Bağları, bahçeleri, koyakları, yamaçları doğa eczanesinin raflarını dolduran bitkilerle dolu bu bölgenin insanının, ‘izletilenin izleyen üzerinde denetim kurduğu’ bu ‘enformatik cehalet’ çağında yaşadığı korkunç dönüşüm dayanılır gibi değil. Yol kenarları kantaron, yamaçlar melisa, dağlar ‘offcinalis’ ailesine ait onlarca tıbbi bitki çeşidiyle dolu. İslami soslu baharat bezirgânlarının, köylünün ıhlamurunu, balını üç kuruşa alıp, avuç dolusu paraya palavradan ilaç satarak kurdukları küçük dukalıklar, Anadolu kasabalarında sessiz sedasız bir yaşam nakli yapıyor. Gerçek bağımsızlık kaynağı olan coğrafyanın verdikleriyle muhtaç olmadan yaşama kültürü, yok edilen coğrafyalarla birlikte parçalanan hayatların ardından silinip gidiyor.

Kendi Dağının Otuna İngiliz Cilası
Birkaç yıl önce bölgenin tavan arası olan Dedegöl Dağının eteklerinde bir nane türü, herhangi bir epilasyon uygulamasına gerek bırakmadan doğal olarak tüylenmeyi önlediği tespit edilince İngilizler tarafından incelemeye alınmıştı. Muhtemelen o naneden dev ilaç ve kozmetik tekellerinin üreteceği karışımlar o bölgenin kadınlarına, kızlarına ‘çare’ olarak avuç dolusu parayla satılacak!

Tarihten Silinen Kültürün Ahı Hepimizi Tutacak
Başbakan ve on yıldır bu yaşam naklinin mimarları olan iktidarın bakanları her fırsatta Anadolu’nun kadim kültürlerinin yıkılışını kurtuluş reçetesi gibi sunuyorlar. Çok değil üç-beş yıl sonra geri dönüşümsüz biçimde sonsuza kadar tarihten silinip gidecek olan benzersiz bir kültürün ahı yalnızca buna yasal zeminler hazırlayanları değil, ağır bir kabullenişle bu yıkımı izleyen hepimizi tutacak…


Bir Ölümün Anatomisi
Sessiz bir çığlık gibi Anadolu’nun ahının yükseldiği coğrafyalardan de Doğu Karadeniz Bölgesi. Artvin Kültür Yardımlaşma Derneği Başkan Yardımcısı kimliğinin yanında gerçek bir yaşam savunucusu olan Tekin Üstündağ, doğup büyüdüğü, ekmeğini yiyip suyunu içtiği topraklardaki kültürün adeta boğazlanarak yok oluşuna derin bir kederle tanıklık ediyor. Üstündağ, bir süre önce Artvin 08 Gazetesinde yazdığı “Bir ölümün anatomisi” başlıklı yazısında, rengârenk Anadolu kiliminin en güzel motiflerinden biri olan Çoruh kıyısındaki Sirya köyünün ölümünü anlattı.

Benim Adım Sirya
Bu şaşılası ve akıllara zarar gündemin arasında sözün bundan sonrasını Tekin Üstündağ’ın dillendirdiği Deriner’in sularıyla boğulan Sirya’ya bırakalım:
Sirya (Zeytinlik) köyü… Artvin’in güneyinde, Çoruh Nehri’nin kenarında, Artvin- Erzurum karayolu üzerinde eski bir bucak (nahiye) merkeziyim. Çoruh’un orta vadisidir bulunduğum yer. Deriner Barajı’nın yapımına başlanmadan önce Artvin’e 18 km. uzaklıktaydım. Baraj yapımına başlandıktan sonra Artvin’den 27 km. uzaklaştırıldım.

Suyla Başlayan Masal Suyla Son Buldu
Yukarılardan kayarak, sıyrılarak geldim. Çoruh’un kenarına. Karşımdaki dağlarda, Boselt’te hüküm süren kral görür geniş arazilerimi ve sol tarafımda akan Kasnavur Deresi’ni. Emir verir emrindekilere “gidin bakın, o toprakların yanın akan deredeki su bu topraklara taşınır mı?” diye. Giderler bakarlar, geri dönüp diz çökerler hükümdarın önünde. “Toprakların yanında akan derenin suyu o topraklara taşınır” derler. Hükümdar “ne durursunuz, gidin o suyu taşıyın” diye verir ikinci emrini. İşe koyulanlar suyu, köyün üst ve orta kısmından olmak üzere iki ayrı arkla getirmeye karar verirler. Arklar yapılır suya hasret toraklarım suya kavuşur. İşte böyle başlar benim köy oluşum.

Benim Adım Şarap
Şimdi bulunduğum konumdan 200-400 metre yukarılarda yaşayanlar, terk ederler yaşam yerlerini teker teker göçerler ve yurt edinirler topraklarımı. İlk gelenlerin hala yaşam kalıntıları (kilise, maranlar) vardır 200-400 metre yukarılarda. Kimileri kayarak, sıyrılarak oluştuğum için, kimileri de Eski Türkçe’de şarap anlamına geldiği için adımın “Sirya” olduğunu yazıp söylerler. Neden hangisi olursa olsun çok sevdim bu adı. Alışamadım aklıevvellerin sonradan koydukları “Zeytinlik” adına.

Bu Topraklara İnsan Eksen Çıkar
Yukarı Arkın suladığı topraklara yerleşen 16 ve Aşağı Arkın suladığı topraklara yerleşen 13 hanedir benim kurucularım. Sırtlarında taş taşıdılar, duvar yaptılar, duvarın arkasına toprak yığdılar ve adına evlek dediler ve evlekleri suyla buluşturdular kurucularım. Suyla buluşan topraklarımdan; kiraz, üzüm, zeytin, incir, dut, nar ve aklınıza gelen her türlü sebze ve meyve fışkırmaya başladı. O neden derler ki Çoruh Vadisi’nde zeytinin, üzümün, kirazın, incirin ana vatanı Sirya’dır. O nedenle derler ki Çoruh Vadisi’nde şarabın ana vatanı Siya’dır. O nedenle derler ki bu topraklara insan eksen çıkar.

Bin Yıllık Sevgililerin Verdiği Ders
Yüzünüzü Çoruh’a döndüğünüzde iki türbe görürsünüz. Biri hemen Çoruh’un karşı kenarındaki Oçibet mahallemde, diğeri ise Oçibet’in arkasındaki tepede. Acısı yüreğimden hiç eksilmeyen sevdalarda yanıp kavuşamayan iki evladımındır o türbeler. Aşağı yukarı 1100 yıldan bu yana ders verircesine haykırırlar sevgilerini bu sevgisiz dünyaya. Yalnız türbenin dış tuğla üstü taşlarını alırlar benim insanlarım 1857’de Saliha Hanım tarafından yaptırılan ve Zeytinlik Camii’nin duvarlarına koyarlar. Üzülmüşümdür bu olaya ama bir taraftan da Artvin’in en güzel ahşap ağırlıklı camisini yaptıkları için de sevinmişimdir.

Üretim Atölyesi Gibi Zeytinlik Evleri
Toprağı işlerken kurucularım, doğaya ve iklime uygun evleri de yapmaya başladılar ve geleneksel Zeytinlik Mimarisi’ni yarattılar. Genellikle bir beden üzerine yaslanmış, 3 oda ve odaların açıldığı geniş sofa (çardak) üzerine kurulan evler genellikle 3 katlı ve ahşap ağırlıklıdır. Üretime yönelik bu evlerin zemin katı zeytin ve şarap yapımına ayrılmıştır. Üst katlardaki orta odalar ambar olarak kullanılır. Genelde sol taraftaki odalar da geniş ocaklar (şömineler) vardır. Bu oda hem mutfak hem de kışın oturma odası görevini görür. Üst kattaki odaların açıldığı geniş ve havadar çardak ise yazlık oturma yeridir. Çatı katında bulunan çardak, meyve kurutmak amacına yöneliktir. Yine çatındaki iki odanın ortasında bulunan ambar da ise kışlık meyvelerin saklandığı yerdir.

Çoruh'un Gerçek Çocukları
Topraklarımın zeytini, üzümü, inciri, kirazı, zeytinyağı ün saldı Batum’dan Trabzon’a, Kars’dan Erzurum’a kadar bütün bölgede. Eşek ve at sırtında taşındı Erzurum’a, Kars’a, Ardahan’a. Ve reisler, karakayık reisleri, Çoruh Nehri’ndeki akıl almaz yolculuğun başkahramanları aldılar kara kayıklarına Sirya’dan zeytini, üzümü, kirazı, inciri, Artvin’e, Borçka’ya, Maradit’de, Batum’a ulaştırdılar. Süleyman, Ahmet, Sabit, Recep, Yusuf Reisler ve adlarını hatırlayamadığım niceleri Çoruh’un gerçek çocuklarıdır onlar.

Aydınlanma Devriminin Getirdiği Okul
İnsanımla, meyvelerimle, sebzelerimle, şarabımla beraber adım da büyüdü, yöredeki tüm köyleri bağladılar bana ve adımın yanına nahiye (bucak) unvanını eklediler. Nahiye binam, nahiye müdürüm, jandarma karakolum ve komutanım, Cumhuriyetin, aydınlanma devriminin getirdiği okulla Başöğretmenim oldu. Öğretmenlerin öğretmeni Ahmet Emin Sönmez’im oldu. Dükkânlarım, kahvelerim, lokantalarım oldu.

Mahmut Şipal Öncülüğünde Gelen Işık
Hoşgörüyü, doğa ve insan sevgisini, saygıyı topraklarımdan ve sevgilim Çoruh’dan, bilimi, aydınlığı, çağdaşlığı cumhuriyet okullarından aldı insanım. Artvin’in çoğu yerinde elektrik yokken bu insanlar Mahmut Şipal öncülüğünde 1957’de kendi sulama suyu üzerine hidroelektrik santralini kurdu ve ışığa kavuşturdu Sirya’yı. Onlarca insanım; öğretmen, subay, avukat, hâkim, mühendis, ebe, hemşire, doktor, mali müşavir, devlet memuru, özel sektör çalışanı, iş adamı vb. mesleklerde görev yapar Türkiye’nin dört bir köşesinde.

İki Ayrı Buluta Alışkındır Siryalı
Şarap kültürünün de katkıda bulunduğu hoşgörü kültürü sonucu yaşama daha sevecen bakar Siryalı. Yeri gelir alay eder yaşamla, yeri gelir gülerek ve güldürerek ders verir söylemiyle. Bu sevecen yaklaşımın bu hoşgörülü yaşam kavrayışının sonucudur Sirya’da suçun olmayışı. İki ayrı yerden gelen buluta alışkındır Siryalı. Biri Genya’dan diğeri Gürcan’ın tepesindeki Zanza’dan. İkisini de sever, ikisini de nimet bilir, bereket bilir.


Taşın Üstündeki "Eie" Yazısıyla Başlayan Süreç
Yıl 1965. Siryalı Çoruh’un kenarındaki bir taşın üzerinde “EİE“ yazını görür. Ne ola ki derler? İşte o sene üçüncü bir bulut peydahlanır gri mi gri.. Barajdır bu gri bulutun adı. Yıllar geçtikçe bulut hem büyür hem karalaşır. Kimse yeni zeytin, üzüm, incir, kiraz fidanı dikmez. Sonuma geri dönülmez kararı vermişlerdir büyükler. Devasa makinelerle saldırırlar Çoruh’a. Sonuma kararı veren büyükler “Çoruh Vadisi’nde hiçbir kimse barajdan dolayı mağdur edilmeyecektir” nutukları atarlar. Valiler söz verir insanlarıma “köyünüze yeni yerleşim yeri göstereceğiz” diye. Bu nutuklara, devlet babanın verdiği sözlere inanmak ister insanlarım. Köyün başında sarı makineleri gördüğünde anlar benimle beraber yok olma gerçeğini.

Tv'ler 'Bize Para Verirseniz Çekelim' Dediler
Dayanırlar kamulaştırmayı yapan DSİ’nin kapısına, geçmişimizi yok ediyorsunuz, kültürümüzü yok ediyorsunuz, yaşam damarlarımızı kesiyorsunuz. Tınlamaz DSİ, ister al ister alma der. Elini uzatır işaret parmağıyla mahkeme kapısını gösterir. Siyasilerine, kendi milletvekillerine koşarlar. İktidar partisi milletvekili elini uzatır işaret parmağıyla İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi aha orda der. Anlı şanlı basınımıza, büyük tv kanallarına koşarlar, köy düğünü yaparsanız kameraların karşısına geçecek 80 yaşında yüzü buruşuk bir yaşlı kadın bulursanız ya da bize şu kadar para verirseniz gelip çekelim derler.

İnsanlarım Nerede Onu da Bilmiyorum
Kapılar da kapanmıştır artık. Mahkemenin tayin ettikleri geldiler toprağımı ölçtüler, beyaz kâğıtlara yazdılar, insanlarım konuşacak oldu avukatlar sus, hâkimi kızdırırsınız dediler sessizce. Sustular! Hadi beni öldürmeye karar verdiniz de bin yaşındaki sevda türbelerimden ne istediniz? Bu ülkeyi idare eden siyasi partinin il başkanı, “türbeleri kurtaracağız” diye bu yazıyı kaleme alan adama neden yalan söylediniz? Ve ben yok odum. İnsanlarım nerede mi? Onu da bilmiyorum.


Haber: Yusuf Yavuz
Fotoğraflar: Tekin Üstündağ
soL



BİR BİLİM İNSANI, BİR SOSYOLOG VE AYDIN TÜTENGİL'İ ANARKEN...


Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil bundan 33 yıl önce, 7 Aralık 1979'da, evinin önünde uğradığı silahlı saldırı sonucunda hayata gözlerini yumdu. Türkiye'de sosyal bilimlerin köşe taşlarından Tütengil Hoca'yı saygıyla anıyoruz.

Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil, 1921’de Tarsus’un Sebil köyünde dünyaya geldi. Babası Kıbrıslı öğretmen Ali Rauf Bey, annesi Tarsuslu Meryem Hanım’dır. Dördü erkek, biri kız 5 çocuğun en büyüğüdür. İlkokula Ulaş köyünde başlamış, ortaokulu Tarsus’ta bitirmiştir.

Haydarpaşa Lisesi’nin ardından, Yüksek Öğretmen Okulu Felsefe Bölümü’nde ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğrenim gördü. Antalya ve Diyarbakır liselerinde, Lüleburgaz Kepirtepe ve Antalya Aksu Köy Enstitülerinde öğretmenlik yaptı. 1952’de meslektaşı Şükriye Urubay ile evlendi.

1953 yılında asistan olarak başladığı akademik kariyerinde, 1960’ta doçent, 1970’de profesör oldu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi ile Gazetecilik Enstitüsü’nde dersler verdi. Çok sayıda makale, kitap yayımladı, araştırmalar yaptı.

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyoloji Enstitüsü başkanı iken, 7 Aralık 1979 sabahı uğradığı silahlı saldırı sonucunda yaşamını kaybetti. Türkiye’de binlerce masum insan ve değerli aydın gibi, “faili meçhul” bir cinayetin kurbanı oldu.

Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil 33 yıl önce öldürüldü. Katilleri ve onları azmettirenler hâlâ hesap vermedi. Dava dosyası kaybedildi. Türkiye yasaları uyarınca, olay zaman aşımına uğradı.

Tütengil öldürüldüğünde 58 yaşındaydı. Mezartaşında bir yazısından şu alıntı yer alıyor: “Dünyamızı güzelleştirmeye bakalım. Can dostların ölümünden sonra yaşamanın bedeli, dünyamızı güzelleştirme doğrultusundaki çabalardadır”. Faili meçhul diye anılan binlerce cinayetin işlendiği ve tetikçiler ile onları azmettirenlerin hesap vermediği, korunup kollandığı, hatta yüceltildiği bir ülkenin, Türkiye’nin, bu ayıptan arınmadan dünyayı güzelleştirmeye katkısı olabilir mi?

Cavit Orhan Tütengil’in aydın konusundaki, şu sözleri de, bize bugün yapmamız gerekenleri ve duruşları hatırlatır gibidir:

“Aydın olma konusu üzerinde durulmalıdır.
Hiçbir diploma aydın olmanın belgesi değildir.
Aydın olmak;
bir dünya görüşü olmak,
bir yarın umudu taşımak
ve idealleri olmak,
kişisel çıkarlarını bir yana bırakarak
yurt sorunlarını kendine dert edinmek,
onlara çözüm yolları aramak
özelliklerini gerekli kılmadadır”.

***

Doğada sonbahar yaprak dökümüdür. Sonbahar aynı zaman ülkemizde bilim, sanat ve kültür insanlarımızın da yaprak dökümü olmuştur. Kimi yapraklar kendiliğinden düşerken toprağa, bazen hoyratça ve nefretle koparılıp dalından atıldığı da oldu…
Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil’in Yapıtları
Köy Enstitüsü Üzerine Düşünceler (1948),
Ziya Gökalp Bibliyoğrafisi (1949,
Prens Sebahattin (1954),
Monteisque'nün Siyasi ve İktisadi Fikirleri (1954),
Ziya Gökalp Üzerine Notlar (1956),
Prens Sebahattin (1954),
İçtimai ve İktisadi Bakımdan Türkiye'nin Kara Yolları (1961),
Dr.Rıza Nur Üzerine (1965),
Diyarbakır Basını ve Bölge Gazeteciliğimiz (1966),
Azgelişmiş Ülkelerin Toplumsal Yapısı (1966),
Köy Sorunu ve Gençlik (1967),
Ağrı Dağındaki Horoz(Denemeler (1968),
İngiltere'de Türk Gazetecilği (1969),
Türkiye'de Köy Sorunu (1969),
Sosyalbilimlerde Araştırma ve Metod (1969),
Azgelişmenin Sosyolojisi (1970),
100 Soruda Kırsal Türkiye'nin Yapısı (1975),
Temeldeki Çatlak (1975),
Atatürkü Anlamak ve Tamamlamak (1975),
Prens Lütfullah Dosyası (Vedat Günyol ile birlikte) (1977)
Yaşadığımız toprakların yakın tarihi, toplumsal ilerleme ve aydınlanmadan yana nice sanat ve düşün insanının en üretken dönemlerinde hayatımızdan çekilip alındığını ortaya koyuyor.

Ülkemiz aydınlarının hedef alınmasının geçmişi, Osmanlı İmparatorluğu’nu son yüz yılındaki meşrutiyet ve Tanzimat döneminin istibdadına uzansa da, cumhuriyet dönemi tarihi açısından bakıldığında daha çok bedel ödedikleri görülür.

Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesiyle başlayan süreç, kimi zaman da on yıl aralarla gerçekleşen askeri darbeler dönemi öncesinde ve sonrasında gerek işçi sınıfı gerekse emekten yana tutum alan ilerici, solcu aydın ve kurumlar hedef alındığını görürüz.

Bedrettin Cömert, Doğan Öz, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Kemal Türkler, Ümit Kaftancıoğlu ve Cavit Orhan Tütengil... Sadece mevsimsiz düşen birkaç yaprak...!

İnsanın aydınlanması ve özgürleşmesi uğrunda yılmayan çabalarıyla tanınan bilim, sanat, edebiyat dünyasında her biri toplum yaşamına değerli katkıları olan bu yürekli aydınlarımız gerici ve karanlık güçlerce öldürüldüler.

Cavit Orhan Tütengil de, onca yitirdiklerimiz arasında değerli bir bilim adamı olarak zamansız ve mevsimsiz düşen bir yaprak gibi koparıldı kendi yurdundan ve insanından…

Kaldı ki toplumlar da ağaçlar gibidir; boy atar, filiz verir, serpilip gelişir, üzerinde yükseldiği toprağa kök salar. Mevsimi gelir, meyve verir, mevsimi döner, yaprak döker. Zamansız dökülen yaprak, ağaca ve kendine acı verir. Tütengil’in zamansız ölümü de içinden çıktığı topluma acı vermiş, onulmaz bir yara açmıştır.

Tütengil toplumbilimci olarak edebiyat ve sanatla da yakından ilgilenmiş, birçok alanda yazılar yazmış, geride araştırmalarının ve düşüncelerinin ürünü çok sayıda yapıt bırakmıştır.

Cavit Orhan Tütengil’in yaşamı ve bilimsel yapıtları, bir aydın olarak onun en temel özelliğini öne çıkarırken, yurtsever kimliğini ve insancıl yanını da ortaya koymaktadır.

Cavit Orhan Tütengil geçtiğimiz günlerde Aratos dergisi tarafından, doğum yeri olan Tarsus’ta anıldı. Derginin Aratos Felsefe Okulu dersi öncesinde anlatan bir sinevizyon gösterisi ile anıldı. Gösterim öncesi Aratos dergisi yayın yönetmeni Uğur Pişmanlık, Aratos dergisi olarak 2011’i “Aratos Yılı”, 2012’yi ise Cavit Orhan Tütengil anısına “Tütengil Yılı” ilan ettiklerini belirterek, “Başta Tütengil olmak üzere yitirdiğimiz diğer aydınlar da, geride bıraktıkları da birer mirastır. Bugün bu mirasa, eşit, özgür ve insanca bir yaşam yaratma yolundaki ortak düşlerimiz adına sahip çıkıyoruz. Ölüme güzelleme yapmıyoruz. Sadece bu düzenin bizden koparttığı değerleri anmanın ve bıraktıkları izleri derinleştirerek ütopyalarımızı gerçek kılmanın çabası içerisindeyiz...

Cavit Orhan Tütengil’i vurulduğu yerde yüzükoyu yatarken gösteren fotoğrafa baktığımda şöyle düşünmüştüm; ‘Yerde yatan siz değilsiniz hocam, bütün bir insanlıktır’. İnsanlığı düştüğü yerden, yeniden ayağa kaldırmak gerek. Aratos dergisi olarak Tütengil hocayı ölümünün 34. yıl dönümünde saygıyla anıyoruz”.


Uğur Pişmanlık - soL



İMECENİN RESSAMI ABİDİN DİNO

Çağdaş Türk resminin büyük ismi Abidin Dino 7 Aralık 1993’te Paris’te öldüğünde 80 yaşındaydı. Hayallerine sığmayan her şeyi şiirleri, heykelleri, filmleri, belgeselleriyle anlatmaya çalışan Dino, "büyük insanlığa" bıraktığı zenginliklerle anılıyor.

1913 İstanbul’unda bir Osmanlı valisinin torunu olarak doğan Abidin Dino, çocukluğunun büyük kısmını Avrupa’da geçirmişti. İstanbul’a döndüğünde Robert Kolej’de öğrenimine başlayan Dino’nun, ne hoş tesadüftür ki sıra arkadaşı yıllar sonra Türkiye Komünist Partisi saflarında yoldaşlık edeceği Mihri Belli olmuştu.

Nazım Hikmet'in Sesini Kaybeden Şehir ve Bir Ölü Evi kitaplarına kapak resmi çizdiğinde henüz 20 yaşında bile olmayan Dino, 1933 yılında “d Grubu”nun kurucuları arasında yer aldığında niyetlerini, Türk resminin düşünsel bağlamını güçlendirip çağcıl bir soluk getirmek olarak tanımlamıştı. Aynı yıl açtıkları bir sergide girişin ücretsiz olması ise bugün bakıldığında mühim olmayan bir ayrıntı gibi görünse de, sanat eserinin toplumla buluşmasına dair 1930’ların Türkiye’sine yeni bir perspektif sunmuştu.

SSCB’nin tanınmış yönetmenlerinden Sergey Yutkeviç’in 1933’te Türkiye’nin Kalbi Ankara belgeselini çekmek için Türkiye’ye gelişi, Abidin Dino için sosyalist coğrafyada görülecek çaplı bir eğitimin aracı oldu. Yönetmen, bir sergide resimlerini gördüğü Dino’ya kendisiyle birlikte SSCB’ye gitmeyi teklif etti. 3 yıl SSCB’de kalan, bu süre boyunca Eisenstein dahil olmak üzere pek çok Sovyet sinemacısıyla Len Film Stüdyosu’nda çalışan Dino, 1937’de II. Dünya Savaşı’nın eşiğinde diğer yabancı öğrencilerle birlikte ülkesine geri döndü. 1937-1939 yılları arasında Fransa’da bir dönem bulunan, İspanya İç Savaşı’nda uluslararası gönüllü tugayında savaşmak için başvuran ressamın başvurusu, cumhuriyetçilerin kaybettiğinin netleşiyor olması nedeniyle reddedildi.

Abidin Dino, Türkiye’ye geldiğinde ressam dostlarıyla Yeniler Grubu’nu kurdu, desenlerinde, çizgilerinde emekçileri, yoksulları çizdi. İstanbullu balıkçıların desenlerine çok konu edilmesinden olsa gerek, bu grup Liman Grubu olarak da bilindi.

1939’da cumhuriyetin genç aydınların emeğiyle ve onlar aracılığıyla toplumsallaşmaya çalıştığı dönemde CHP’nin düzenlediği “yurt gezisi” ile Balıkesir’e giden Dino, o yörede kullanılan dile özgü yaptığı çalışmalarda “imece” sözcüğünü fark etmiş, ve Türkçe’de yaygın kullanıma bu güzel sözcüğü armağan etmişti. Abidin Dino ‘imece’nin hikayesini şöyle anlatıyor:

“Balıkesir taraflarında dolaştığım sıralarda, İMECE sözcüğünü duydum. Çok hoşuma gitti. Ve not ettim. Sonra bir araya geldiğimizde Sabahattin’e (Sabahattin Eyüboğlu) aktardım. O da Bakan’a, Hasan Ali Yücel’e aktardı. Derken Köy Enstitülerinde kullanılmaya başlandı. Ve imece benimsendi.”

"İmece"yi çok seven Abidin Dino, daha sonra pek çok oyununda, yazısında bu sözcüğü kullandı. Belki de en güzel kullanımlarından birine “İş ve Sanat” makalesinde şöyle rastlanıyor: “…sanat ve iş aşkına dayanan, ziraatten endüstriye kadar yayılan yeni bir rasyonel ‘imeceye’ ihtiyaç var.”

Sürgün yılları
1942’de TKP’ye üye olan Abidin Dino, Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından önce Çorum’a ardından da Adana’ya sürgün edildi. Sürgün yılların da pamuk işçilerinin resimlerini yaptı, Sıkıyönetim’in toplattığı oyunlar yazdı. “Türkiye’nin meçhul bir ovasında, rastgele bir köyünde işittiğim şarkılar, sanatın nerede saklandığını bana ifşa etti…Tüm gördüklerim, yaşadıklarım beni resme daha çok bağlıyordu,sanki resmettikçe görüyordum içinde yaşadığım Anadolu insanının gerçeğini…” diyen Dino, 1946’da Adana’dan ayrılmıştı.

Yıllar sonra Yaşar Kemal, henüz 15 yaşındayken Adana’da tanıdığı Abidin Dino ile ilgili; ''O ve ağabeyi Arif Dino olmasaydı Yaşar Kemal de olmazdı. Sürgün de bazen işe yarıyor” demişti.

1952’de eşi Güzin Dino ile birlikte Paris’e yerleşen Abidin Dino, çağının pek çok aydını, sanatçısıyla burada tanışma fırsatı bulsa da bir röportajında “ne işim var benim burada” diyecek kadar memleket özlemi duyuyordu. Paris’te Picasso ve Chagall ile birlikte de çalıştı, 1954’ten itibaren 8 yıl boyunca Paris’te Mayıs Salonu sergilerine katıldı, Atom Korkusu, Savaş ve Barış, İşkence, Çıplaklar eserleri dünyanın pek çok ülkesinde çeşitli galeriler ve müzelerde sergilendi. 1968’de öğrenci olayları sırasında Paris sokaklarında eylemlere katıldı, 68 gençliğinin resimlerini yaptı. Abidin Dino, 1979 yılında Fransız Plastik Sanatlar Birliği"nin Onursal Başkanlığı'na seçildi.

Eserlerinde, köylüleri, işçileri gördüğümüz Abidin Dino’nun en çok tema edindiklerinden biri de belki de emeğin bir sembolü olarak ‘eller’ oldu. Nazım Hikmet, Saman Sarısı şiirinde uzun yıllar dostluk, yoldaşlık ettiği Dino’ya şöyle sesleniyordu; “Sen el resimleri yaparsın Abidin, bizim ırgatların demircilerin ellerini / Kübalı balıkçı Nikolas’ın da elini yap karakalem...”

Mutluluğun Resmi çizildi mi ?

1961 yılında Havana’ya bir ziyaret gerçekleştiren Nazım Hikmet, Prag-Paris-Havana-Moskova-Varşova’da bulunduğu süre boyunca, Saman Sarısı şiirini yazmıştı. Nazım, Abidin Dino’ya şöyle sesleniyordu ;
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
işin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini
değil
ne de ak örtüde elmaların
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı
balığınkini
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
1961 yazı ortalarında Küba'nın resmini yapabilir misin
çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem
gayrının resmini yapabilir misin üstad…

Bunun üzerine Nazım Hikmet’e Abidin Dino da “Mutluluğun Resmi” şiiri ile yanıt vermişti. Ancak Nazım Hikmet’i vatandaşlıktan çıkaran, Abidin Dino’yu sürgüne gönderen iktidarların halefleri, 2000’li yıllarda “Orta Öğretim Felsefe Dersi Öğretim Programı ve Kılavuzu”na bu iki komünist aydının hikayesini koymaya çalıştıklarında cehaletlerinden ötürü işin içinden çıkamadılar. "Böyle bir şiir varsa, ressam da resmini yapmıştır muhtemelen" basitliğiyle düşünen Milli Eğitim Bakanlığı, Amerikalı ressam Dianne Dengel’e ait bir tabloyu hazırladığı kılavuza koyup, “Abidin Dino’nun bu resmini tahtaya yansıtın ve öğrencilere yorumlatın” diyerek sanattan ne denli anladığını da göstermiş oldu.

Öte yandan, yoldaşı Nazım Hikmet’e yanıtını şiirle veren Abidin Dino’nun dizeleri ise sürgündeki iki aydının memlekette kavuşma hülyasını yansıtıyor ve tarih boyunca okunmaya devam edecek gibi görünüyor.

Mutlulugun Resmi

kokusu buram buram tüten
limanda simit satan çocuklar
martıların telaşı bambaşka
işçiler gözler yolunu.
inebilseydin o vapurdan
ayağında varnanın tozu
yüreğinde ince bir sızı.
mavi gözlerinde yanıp tutuşan
hasretle kucaklayabilseydim
seninle, bir daha.
davullar çalsa, zurnalar söyleseydi
bağrımıza bassaydık seni nazım,
yapardım mutluluğun resmini
başında delikanlı şapkan,
kolların sıvalı, kavgaya hazır
bahriyeli adımlarla düşüp yola
gidebilseydik meserret kahvesine,
ilk karşılaştığımız yere
ve bir acı kahvemi içseydin.
anlatsaydık
o günlerden, geçmişten, gelecekten,
ne günler biterdi,
ne geceler...
dinerdi tüm acılar seninle
bir düş olurdu ayrılığımız,
anılarda kalan.
ve dolaşsaydık türkiyeyi
bir baştan bir başa.
yattığımız yerler müze olmuş,
sürgün şehirler cennet.

işte o zaman nazım,
yapardım mutluluğun resmini
buna da ne tual yeterdi;
ne boya...


Evrim Gökçe - soL



1 Aralık 2012 Cumartesi

1. ULUSLARARASI İZMİR TİYATRO FESTİVALİ

Uzun süredir bir eksiklik vardı İzmir'de. Bu eksiklik kapsamlı bir tiyatro festivalinin olmayışı olarak da lanse edilebilir, derinleştirilerek antik çağlardan beri kültürün, sanatın her türlüsüne sahiplik etmiş adeta kendisi tiyatro sahnesi olmuş İzmir'in -kapsamlı ve yaygın- tiyatro oyunlarından yoksun olması olarak da ifade edilebilir. Her halükarda artık bu açık dolacak. Toplumsal Araştırmalar, Kültür ve Sanat için Vakıf (TAKSAV) İzmir Şubesi 17 yıldır ANKARA'da düzenlediği tiyatro festivalinin birikimini İzmir'e aktararak, sonunda İzmir'e yakışan ve İzmir'in hakettiği bir tiyatro festivalini yaratmaya girişti. Ne diyelim 'Daha iyi bir dünya için tiyatro!'.

KALDIRIM



1. Uluslararası İzmir Tiyatro Festival'i Basın Bülteninden;


İZMİR’in GENLERİNDE olan TİYATRO, FESTİVALE DÖNÜŞÜYOR..

ASIRLARDIR TİYATROYU YAŞAYAN ve YAŞATAN KENT İZMİR’de,

ULUSLARARASI İZMİR TİYATRO FESTİVALİ BAŞLIYOR…

Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat İçin VAKIF (TAKSAV) tarih boyunca “tiyatrolar kenti” olarak bilinen, asırlardır tiyatroyu yaşayan ve yaşatan kentimiz İzmir’de, tiyatro ışığını yeniden canlandırmak için, 17 yıldır Ankara’da gerçekleştirdiği Tiyatro Festivali deneyimini İzmir’e taşıyor.

Yıllara dayanan Ankara deneyiminden süzdüklerimizi, İzmir’in yerel değerleri ile birleştirip, sizlerin de katkılarıyla biçimlendirerek, Uluslararası İzmir Tiyatro Festivali’nin ilkini 7-17 ARALIK 2012 tarihleri arasında gerçekleştireceğiz. Kadifekale’deki gecekondular arasına sıkışıp kalan 16 bin kişilik Antik Roma Tiyatrosu’nun gün yüzüne çıkarılması için yapılan çalışmalarda büyük adımların atıldığı bu dönemde, İzmir’in genlerinde olan tiyatro sanatını yeniden canlandırmak ve geçmişte olduğu gibi uluslararası düzeye taşımak hedef olarak önümüzde durmaktadır.

FESTİVAL KAPSAMINDA 30 OYUN SEYREDİLEBİLECEK…

Eylül ayı içinde çağrısı gerçekleştirilen Festivale 100’e yakın tiyatro başvuda bulundu. Yapılan değerlendirmelerde; şehir tiyatrolarından, Üniversite topluluklarına, özel tiyatrolardan, amatör topluluklara, çocuk tiyatrosundan, deneysel arayışlara kadar tiyatro yelpazesinin tüm renklerini buluşturacak bir zemin kurgulanmaya çalışıldı. Sonuç olarak ilk Festivalimize 28 topluluğun katılması uygun görüldü. 2’si yabancı, 3’si Üniversite, 4’ü Belediye, 19’da Özel ve amatör tiyatro Festivalin ilk konukları olacak. Oyunlar arasında dans tiyatrosu, çocuk ve sokak tiyatrosundan örnekler sergilenecek.

Festival oyunları İzmir’de değişik salonlarda ; DEVLET TİYATROSU Karşıyaka Ragıp Haykır Sahnesi, DEVLET TİYATROSU Konak Melek Öktem Sahnesi, DEVLET TİYATROSU Konak Sahnesi, KONAK BELEDİYESİ Selahattin Akçiçek Sahnesi, MAKİNA MÜHENDİSLERİ ODASI Tepe Kule Anadolu Salonu, GAZİEMİR BELEDİYESİ Atatürk Kültür Merkezi’nde gerçekleşecek. Bilet Fiyatları 10 ,-Tl ile 30,- TL arasında değişecektir.

FESTİVAL ONUR ÖDÜLÜ Turgay TANÜLKÜ’ye, EMEK ÖDÜLÜ de Prof.Dr. Bozkurt KURUÇ’a VERİLECEK…

Ankara festivalinin bir geleneği olan Onur ve Emek ödülleri dağıtımı İzmir Festivalinde de programa alındı. Seçici Kurul tarafından ilk Festivalin Onur Ödülünün; yıllarını ötekileri tiyatro ile buluşturmaya vermiş, oyuncu, eğitmen Turgay Tanülkü’ye, Emek Ödülünün ise 50 yılı aşkın süredir tiyatro dünyamıza emek veren Prof. Bozkurt Kuruç’a verilmesi uygun görüldü.

FESTİVAL HİÇ TİYATROYA GİTMEMİŞLERİ, TİYATRO İLE TANIŞTIRACAK…

Festival kapsamında “Sosyal Sorumluluk Projesi” olarak daha önce hiç tiyatroya gitmemiş bireyleri tiyatroyla tanıştırma sorumluluğunu da üstleneceğiz. Bu amaçla, önümüzdeki 5 yılda İzmir’de 5 bin hiç tiyatroya gitmemiş kişiyi, bu sanat dalı ile tanıştırmayı hedeflemekteyiz. Bu projemizle onları yerel yönetimlerin katkılarıyla ücretsiz olarak tiyatro salonlarımızda konuk etmeyi planlıyoruz.

NEDEN FESTİVAL ? 

Her türden kültürel ve sanatsal etkinliğin bir arada ve iç içe yaşandığı, herkesin kaygısızca katılıp izleyebildiği, hayatın kendisinin yaşandığı, yaratıcı-üretici özelliklerin geliştirildiği festivaller, gerek ulusal gerekse uluslararası toplumsal ilişkiler açısından büyük önem taşımaktadır.

Şenlikler, festivaller yüzyıllardır toplumun çeşitli kesimlerini bir araya getiren yaşam, paylaşım ve dayanışma alanları olmuştur. Bu açıdan bakıldığında festivaller her bakımdan toplumun canlanmasının ve olağan yaşam içinde pek alışkın olmadığımız coşku ve dayanışma duygularını harekete geçirebilecek gücün kaynağı işlevini üstlenmiştir.

İzmir Tiyatro Festivali zamanla farklı kültür ve ülkeler arasında; sanatsal anlamdaki kesişme, benzerlik ve ayrılıkların altını çizmek, karşılıklı etkileşim ve paylaşımları artırmak, halkların dostluklarını pekiştirmek, kültürel dayanışmayı kurgulamak amacını sürekli gözetecek bir yapılanmada şekillenecektir.

Toplumlarla sanat arasındaki bağın kopukluğu çağdaş, yaşanılabilir bir dünyaya yönelik beklentileri boşa çıkarıcı gelişmelere yol açmakta, yaratıcı, özgür düşüncenin gelişmesini engellemektedir. Bu kopukluğun yaşanmaması için özellikle Şirket ve kurumların sanata destek vermeleri ve bu tür organizasyonları desteklemeleri beklenmektedir. Bu nedenledir ki destekçilerimize katkılarından ve yanımızda olduklarından dolayı teşekkür ediyoruz.








ODTÜ SOSYOLOJİ GÜNLERİ

ODTÜ Sosyoloji Topluluğu tarafından dokuzuncusu düzenlenecek olan ODTÜ Sosyoloji Günleri, "Medya" üstbaşlığıyla 11-12-13 Mart 2013 tarihlerinde gerçekleştirilecek.

ODTÜ Sosyoloji Topluluğu, her sene farklı üstbaşlıklar doğrultusunda oluşturduğu oturumlar ve atölye çalışmaları aracılığıyla farklı fikirlerin tartışıldığı, paylaşıldığı ve de üretildiği bir platform yaratma amacı ve çabasıyla ODTÜ Sosyoloji Günleri'ni düzenlemekte.



Üstbaşlıkla ilişkili olmak üzere, sunum yapmak veyahut da atölye çalışması hazırlamak isteyenler, 30 Aralık 2012 tarihine kadar, sunum veya atölye özetlerini odtusosyolojitoplulugu@gmail.com adresine e-posta yoluyla gönderebilirler.





GEZİCİ FESTİVAL'İN PROGRAMI BELLİ OLDU

30 Kasım-6 Aralık'ta Ankara'da, 7-10 Aralık tarihleri arasında ise Sinop'ta gerçekleşecek olan 18. Gezici Festival'in programı belli oldu.

Ankara Sinemacılar derneğinin düzenlediği, Birgün gazetesinin de sponsorları arasında bulunduğu Gezici Festival kapıda. “Düzeni sorguluyoruz” teması altında verdiği belgesel filmlerden, Dünya sinemasına, yerli ve politik filmlerden, Çocuk filmlerine bir dizi kaygı ve çabayla örülen festival bu sene de pek çok önemli yönetmenin filmini bizlere ulaştırıyor. 

Festival’in Üretim hatası bölümünde uzun metrajlı belgesellerin öncesinde birer kısa film izletilecek. Yönetmen Carmen Losmann, ilk uzun metrajlı belgeseli “Öğün, Çalış, Güven”de Almanya’nın büyük şirketlerindeki değişim ve insan yönetimini ele alıyor. Temelde vurmak istediği, “Kültürel dönüşüm” ve “çalışan yönetimi” öncesinde gösterilecek olan “ Makine Adam” da ise Bangladeşteki fiziksel koşulları ağır, işlerde çalışan işçiler anlatılacak.

Üretim hatası bölümünün dışında Michael Haneke’nin Cannes’den ödülle dönen son filmi “aşk”tan göçmen işçileri baba ve kızları ilişkisi üzerinden anlatan, İspanyol yönetmen Antonio Mendez'in ilk uzun metraj filmi ‘Orada Burada’ya ve Sırbistan’da yaşayan eşcinsellerin kendilerini ifade biçimlerini komediyi tercih ederek açıklayan yönetmen Srdan Dragojevic’in “Onur Yürüşü” filmine kadar pek çok önemli film gösterilecek.

Festivalin Türkiye Sineması 2012 bölümünde ise ulusal ve uluslararası festival ve yarışmalar da ödül alan yönetmenlerin filmleri de gösterilecek. Adana, Moskova, Tokyo ve Abu Dabi’den ödüllerle dönen Yeşim Ustaoğlu’nun Araf’ı, Babamın Sesi( Orhan Eskiköy, Zeynel Doğan) Yeraltı (Zeki Demirkubuz) yanı sıra genç yönetmen Ali Aydın'ın Venedik Film Festivali'nde Genç Aslan Ödülü'nü aldığı filmi Küf de yeniden izleyiciyle buluşacak.

Festivalin Hollanda bölümde çocuk seyircilere Hollandalı yönetmenler Frodo Kuipers ve Arjan Wilschut'un canlandırmalarından oluşan bir seçki sunulacak. Aynı zamanda çocuklara yönelik Canlandırma Atölyesi'de festivalin programında yer alıyor.

Gezici Kitaplıkta ise bu yıl festival okuyucularıyla buluşturacağı kitabında teknolojinin toplumsal deneyime ve yaratıcı endüstrilere etkisini sorguluyor. “Devrim yahut Vasat” sanatın edebiyatın, medyanın teknolojiyle ilişkisi ve bunun yol açtığı kültürel dönüşümleri de izliyor.

Ayrıntılı program için;



BACK TO THE USSR!

Hani çok zaman önce paylaşıldı bu belgesel. Belki izlemeyenler vardır, duymayanlar, görmeyenler vardır diyerek bizde sitemizde duyuralım dedik. Lenin'in sosyalist teori ve pratik için nasıl bir önem atfettiğini tekrar tekrar anlatmak gibi bir amacımız yok. Belgesel ciddi derinliği olan ve önemli bir fikir birikimini içeren bir yapıt. Yapanların ellerine sağlık. Bu belgesel aracılığıyla bir sloganı tekrar gündeme getirelim bizde; BACK TO THE FUTURE, BACK TO THE USSR!

KALDIRIM


BSM tarafından filmin paylaşıma açılmasının ardından filmi tanıtan bir açıklama yapıldı:

‘Sosyalizmin Kızıl Şafağı: Lenin’ adını taşıyan belgesel bu ihtiyaçtan hareketle ortaya çıkarılan bir çalışma olarak karşımızda duruyor. Bağımsız Sinema Merkezi (BSM) tarafından hazırlanan belgesel, tarihin ilk sosyalist devleti Sovyetler Birliği’nin nasıl doğduğunu genel hatlarıyla anlatırken odağına bu devrimin en önde gelen mimarı Lenin’i yerleştiriyor. İzleyiciler, Lenin’in çocukluğundan itibaren tanık olduğu, analiz ettiği ve müdahalede bulunduğu olaylar üzerinden 19. yüzyıl Rusya’sının küçük bir balıkçı kasabasına, Rus göçmenler ve sürgünlerin siyasi mücadeleyi zor koşullar altında sürdürdüğü çeşitli Avrupa kentlerine yolculuk ediyor.

Devrimin ateşlendiği Petersburg ve Moskova sokaklarına, en sert tartışmaların ve ayrışmaların yaşandığı kongre salonlarına, I. Dünya Savaşı’nın kan, açlık ve öfke biriktiren siper çukurlarına, önce Çar’ın sonra burjuva hükümetinin terk etmek zorunda kaldığı Kışlık Saray’a, Karşı Devrimci Beyaz Orduyu yenilgiye uğratan Kızıl Ordu saflarına, Kremlin’e ve Lenin’in yaşamının sona erdiği Gorki Köyü’ne de konuk oluyor.

Ama hepsinden önemlisi, belgesel, özenle seçilmiş görsel malzemenin ve verdikleri röportajlarla çalışmaya önemli ölçüde derinlik katan Metin Çulhaoğlu ve Kemal Okuyan’ın katkılarıyla bir devrimin nasıl gerçekleştiğini, devrimci partinin ve Lenin’in bu süreçte ne kadar da tayin edici konumda bulunduğunu gösteriyor. Bunu da hem sosyalizmle yeni tanışanları, hem de döneme bir kez daha yakından bakmak isteyen devrimcileri gözeterek yapıyor.

BSM, "Sosyalizmin Kızıl Şafağı: Lenin" belgeselini, Ekim Devrimi’nin yıl dönümü olan 7 Kasım’da işçi sınıfına hediye ediyor. Film bu tarihten itibaren internetten (www.bagimsizsinemamerkezi.org adresinden) ücretsiz olarak indirilip izlenilebilecek.

Ekip: Yönetmen: Onur Doğan,Mustafa Kenan Aybastı
Yazan: Onur Doğan
Anlatıcı: Ender Yiğit
Seslendirenler: Berk Avcı, Süha Çalkıvık,Cansu Fırıncı, Mehmet Ali İşgüder, Arda kavaklıoğlu, Dilara Tor, Müge Saut.

Fragman:


Belgesel: