1 Mayıs 2012 Salı

'BİZ HAKLI OLANIN ARKA BAHÇESİYİZ'

İstanbul Halk Tiyatrosu bu sezon da Alevli Günler’i oynamaya devam ediyor. Çocukluğundan beri ayrılmamış üç kafadarın hikâyesinden yola çıkılarak Türkiye’de dert anlatmanın o kadar da kolay olmadığını anlatan oyun, farklı olana yaşam hakkı tanınmadığını mizahın gücüyle gözler önüne seriyor. Son yıllarda Türkiye özellikle bürokratların tanımlamalarıyla değişen sanat ve sanatçı anlayışına geçtiğimiz hafta İstanbul Şehir Tiyatroları’na yapılan bürokrat atamaları eklenince konuya dair sözü olanlarla konuşmak da ‘farz’ oldu. ‘Alevli Günler’ adlı oyun aslında tüm bu yaşanan sürecin adı da oluyor.

Oyunu yöneten ve oyunda rol alan Yıldıray Şahinler hem Şehir Tiyotrolarında yaşanan alevli günleri hem de oyunu anlatarak bu tür müdahalelerin dünyada birçok örneğinin olduğunu ama bu türlüsünün hiç yaşanmadığını, Mussolini döneminde bile sanatın işbirlikçi de olsa sanatçıya teslim edildiğini söyleyerek “Sanat kurumunun başına hiç itfaiyeden müdür getiren olmadı” diyor.

>>Alevli Günler’le başlayalım. Bir yandan mevcut devlet ideolojisi ve onu himaye eden bürokratik algı, diğer yandan toplumun devlet karşısındaki ‘gayri resmi’ çaresizliği yani devletin ideolojisinin dışında kalanlar. Oyunda bu konuya bolca göndermeler yapıyorsunuz. Kimliğimizde yer alan din hanesi üzerinden resmi ve gayri resmi ideolojinin çatışmasını anlatıyorsunuz. Oyunu kurgularken kimlikte din hanesi için hangi kurallar vardı?


Yıldıray Şahinler: Araştırdık, din hanesinin boş bırakılabildiğini gördük ve oyunda da kullandık. Ancak bir liste var; bu liste dışında seçemiyorsunuz. Mesela Hıristiyan yazdırabiliyorsunuz ama ‘Şaman’ yazdıramıyorsunuz gibi…

Erkan Can: Aynı pasaporttaki gibi. Emniyet’e ilk pasaportumu çıkartmaya gittiğimde “mesleğinize ne yazalım?” dediler. Ben de “aktör” dedim. Ama “listede yok” dediler. “Oyuncu” dedim, “o da yok” dediler. Kısacası bir liste var önlerinde ve listede aktör yok, oyuncu yok. Listede ‘artist’ vardı bana da ‘artist’ yazdılar.

Yıldıray Şahinler: Herkes tercihine göre yaşayabilmeli. Kimsenin kimseye karışmadığı bir dünya lazım bize. Çünkü ‘demokrasi’ dedikleri şey bu. Çoğunluk azınlığa tahammülsüz ve acımasız davranıyor. Çoğunluğun inancına, yaşam biçimine saygı gösterilir ama azınlığınkine gösterilmez! Bunun adı demokrasi değil bunun adı tam da ‘faşizm’dir.

>>Üç farklı karakter: Tengrizm’e inanan Şaman bir profesör, Müslüman kasap, otoriteye saygı duyan ama ayrımcılıklara da isyan eden Muhasebeci… Bu üç arkadaş birbirlerinin tercihlerine değer veriyor ve saygı gösteriyor. Hatta arkadaşlarının son arzusunu kendi yöntemleriyle ‘suç’ işleyerek yerine getiriyorlar. Gerçekte biz bunu başarabiliyor muyuz?

Yıldıray Şahinler: Oyunda diyoruz ki; Biz böyleydik ne oldu bize… Öyleydi çünkü. Çocukluğumda bizim bakkalda Paskalya yumurtası satılıyordu. Ben onu satılan bir şey sanıyordum. Hiç din ile ilgili bir şey olduğunu bilmiyordum. Bizim madam komşumuz vardı ve beraber yaşıyorduk. Annemler onların Paskalya’sını kutlarlardı, onlar da bizim Şeker Bayramı’mızı. Hiçbir sorun yoktu. Başkaları yarattı sorunları…

Erkan Can: Bu ülkede, sağ olsunlar hepsini gördük! Kardeş gibi yaşarken bir darbe… Bir bakmışsınız ki bir tane daha… Sonrası işte… Kusura bakmasınlar burası Anadolu. Kimi nasıl ayırıyorsun? Buradan yüz bin yıllardır, herkes geçti. Herkes geçerken de bir şeyini bıraktı. Biri kültürünü, biri yemeğini, biri inancını... Kimi saç rengini, kimi göz rengini bıraktı. Burası bir köprü. Mezopotamya’nın başladığı yer. Şimdi ne olacak? Azınlıklar gitsin mi? Nereye gidelim. Burası bizim ülkemiz! Ben yurdumu seviyorum. Herkes neye inanıyorsa inansın. Ne diyor Nazım; “Ben vatan hainiyim ve vatan haini olmaya devam ediyorum.” Bu söz her şeyi özetler ve her şey için aynı ve geçerli.

>> Oyunda devlet ideolojisinin ve bürokrasinin eleştirisini görüyoruz. Dolayısıyla oyunun bu bağlamda politik bir kimliği de var. Politik humorun görünür kılındığı noktalarda mizahın kullanımı ve seyirci açısından işlevselliğinden bahseder misiniz?

Yıldıray Şahinler: Bizim seyircimiz solcudur diye bir şey yok. Özellikle benimle aynı fikirde olmayanlara fikirlerimi anlatmayı severim. Başörtülü kızların ya da benim gibi düşünmeyenlerin salonu terk etmelerini istemiyorum. Düşüncelerimi söylendiğimde onlar kalkıp gidebilirler. Çok kolay yapılabilir bu. Ama sanatın ve mizahın gücüyle “durun gitmeyin, konuşabiliriz” diyoruz.

Erkan Can: Sözümüzü slogan atıp da söyleyebiliriz. İki tane repliğe bakar. Ama o zaman o, sanat olmuyor. Sanat birleştiricidir, dostluktur, barıştır, kardeşliktir. Biz oyunumuzda da tiyatromuzda da bunu yapmaya çalışıyoruz.

Yıldıray Şahinler: Dünya’da o gün ne olup bitiyorsa onu anlatan genç yazarların oyunları oynanırken biz hâlâ aynı şeyleri çevirip çevirip duruyoruz ve cahil ukalalıklarına maruz kalıyoruz. Onlar ne oynuyorlar ki diyorlar. İşte son günlerde duyduğumuz şeyler. Ustalara kulak vermek lazım. Bertolt Brecht diyor ki; “Bana ne anlatırsan anlat ama önce beni eğlendir.” Sanatın ilgi çekici olma, ilgiyi ayakta tutucu olma gibi bir zorunluluğu var. Sanatın eğlendirmek gibi bir tarafı da var. Çok basit ve düzeysiz olmamak koşuluyla. Anlatmak istediklerimizi, tiyatroya gelenleri iki saat boyunca orada tutmak, algılarını ayakta tutmak, onlara sözünüzü ulaştırabilmek için ve onların algısının canlı kalması için komediyle anlatmak istedik. Bu anlamda da komedi çok iyi, çok işlevsel bir malzeme.



SEN SÜREKLİ BİZİM TEPEMİZE BASARSAN, 
BEN DE BİR GÜN SENİ OYNAYACAĞIM SAHNEDE 
 
>> İstanbul Şehir Tiyatroları nedeniyle tiyatro dünyasında alevli günler yaşanıyor. Gerçekten oyununuzun adıyla da uyumlu. Bunun üzerine çok fazla yorumlar yapıldı ve köşelerde de yazıldı Siz “muhafazakâr sanatı” nasıl tanımlıyorsunuz?

Erkan Can: Bizim muhafazakârımız Cem (Davran)… Ben emekçiyim…

Cem Davran: Tiyatroda gelenekçiyim. Yönetmenimiz, modern bir metni, Türkiye tiyatrosunun geleneksel yöntemleriyle, argümanlarıyla yoğurdu ve öyle sahneye koydu. Biz de öyle oynadık. Malzememizi öyle sunduk. Oyunda Tarık ve komiserin karşılaştığı sahnede bir anda ikisinin diyalogu Karagöz ve Hacivat’a dönüşebiliyor. Seyirciyi de içine katıyor. Diğer yandan Şehir Tiyatrosu tarihi bir geleneği temsil ediyor. Ben de orada yetiştim. Şehir Tiyatrosuna Dârülbedâyi denmesi benim daha çok hoşuma gidiyor. Çünkü ben Behzat Butak’ın,Valide Pişkin’in, Galip Arca’nın, Gülistan Güzey’in içinde olduğu parantezi seviyorum. Bugünün insanıyım ve yarına ilmek atmaya çalışıyorum.


Yıldıray Şahinler: Ben hemen sana burada itiraz etmek istiyorum! “Muhafazakâr sanat” değil, muhafazakârın sanatı”.


Cem Davran: Tersinden yola çıkılarak bir kavram bulunmaya çalışılıyor. Kendi de diyor ki; “Muhafazakâr sanat” olmuyor. “Muhafazakârın sanatı”. Ee mesela Türkiye’nin kadın basketbol takımı 20 milyon civarında bir kaynaktan besleniyor. 70 milyonluk bir kaynaktan beslenmiyor. Tiyatro oyunculuğu, bir bale 70 milyondan değil yaklaşık 6-7 milyonluk bir kaynaktan beleniyor.

Bahtiyar Engin: Haşameyle baleden söz ediliyor; İslami muhafazakârlıktan bahsediliyor.

Cem Davran: Gelenekçi bir tarafım var. Ama şu anda gelenekçiyiz diyen herkes sahte gelenekçi. Gelenekçi olan kişi Şehir Tiyatrosunun Genel Sanat Yönetmeni koltuğuna bürokratı oturtmaz. Kimse beni kandırmasın.

Bahtiyar Engin: Ben de aynı fikirdeyim. Cem Davranlarla, Yıldıray Şahinlerle birlikte büyümüş biri olarak! Tiyatro dünyasının en gençlerinden biri olarak farklı düşünemiyorum.

Cem Davran: “Alevli Günler’in işlevi olarak bir şey söyleyeyim. Biz Şehir Tiyatrosu oyuncusuyuz. Erkan ve Tuğçe Şehir Tiyatrosunda değil ama onlar da en az bizim kadar aynı geleneğin insanları.

Erkan Can: Ben de Bakırköy Şehir Tiyatroları’ndan istifa ettim.

Tuğçe Kıltaç: Ben de.

Cem Davran: Onlar da ödenekli tiyatrolar. Biz dışarıda da tiyatro yapıyoruz. Tiyatro yapmaya gayret ediyoruz. Ama Alevli Günler bizim kendimizi daha özgür bulduğumuz bir oyun. İddiaya girerim. Bu zihniyet bu metni okuduğu zaman Alevli Günler’in oynanmasına izin vermezdi.


>>>Neden?


Cem Davran: ‘Repliklere bakıp aman neler söylüyorlar’ derlerdi. Karşıdakinin sanatçı samimiyetine inanmadığın sürece her metin böyledir.

Yıldıray Şaninler: Biz Şehir Tiyatrosundan çıkıp geldik. İstanbul Halk Tiyatro’sunu kurduk. Burada yine aynı insanlar oynuyoruz. Onların “Gelip benim tabanıma tiyatro yapmıyorlar” dedikleri tabana oynuyoruz. O taban bizi ayakta alkışlıyor. Beni bıraksan, senin yaklaşmadığım ancak halkın tat alacağı tiyatroyu yapacağım. Sen ne karışıyorsun!

Cem Davran: Öyle bir duruma getirildik ki! Benim anam da hacı, ben de Kasımpaşalıyım, ben de imam hatip mezunuyum denilmek zorunda bırakılıyoruz.

Bahtiyar Enginler: Ben imam hatip mezunu olduğumu korktuğum için değil; bunlar sizin tekelinizde bir şey değil, biz de biliyoruz, bizim analarımız da biliyor demek için söyledim.

Cem Davran: Biz senin hassasiyetini, bu ülkede kalan 2 bin Rum’un, bu ülkedeki Hıristiyan’ın da hassasiyetini paylaşıyoruz. Bu toprağın çocuğuyuz. Bırak, kötü niyetli değiliz, hepsini yapacağız. Bu yıl Alevli Günler’i oynayacağız. Zulüm gören başka görüşte başka bir yaşamdaki birinin oyununu da oynayacağız. Ama sen sürekli bizim tepemize basarsan, ben de bir gün seni oynayacağım sahnede. 

Tuğçe Kıltaç: İslami muhafazakârlıkta gösteri sanatlarına yer yok. İslami muhafazakâr sanatçılar var. Çok güzel insanlar da var. İkinci yeni şairleri biliriz hepimiz. Turgut Uyar, Edip Cansever’i. Aynı anaakımın eşdeğerleri var. Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç var mesela. Bu adamlar çok özel adamlar. Ama bu adamlar zaten inançlarının doğrultusunda sanat yapıyorlar ve çok iyi niyetliler. Ama İslam’da zaten tiyatroya yer yok. O yüzden Şehir Tiyatrosuna bu inanca sahip birtakım bürokratların gelmesi zaten iyi bir niyetin olmadığını baştan gösteriyor. 

Yıldıray Şahinler: Ben repertuvar kurulunda çalıştım. Şehir tiyatrosuna bir ev kadını da oyun teklif ederek gönderebiliyor. Bizim de görevimiz onu okumak, değerlendirip kabul ya da reddetmek. Bütün oyunlara kabul oyu veriyordum. Çünkü o kurulun kalkması gerektiğine inanıyordum. Ama orada iki yıl boyunca hiç muhafazakâr oyun görmedim. Elinizi tutan mı vardı derler adama. Tiyatro muhafazakârların yaptığı bir sanat olsa ortalık zaten bir sürü muhafazakâr sanat eseriyle dolu olurdu ve biz de oynardık.

Erkan Can: Oynardık. Niye oynamayalım ki. Yok!

Yıldıray Şahinler: Tutturmuşlar Necip Fazıl Kısakürek. Başka bir adam yok mu? Hadi biz AKP’nin tiyatrosunu yazalım demeye getiriyorlar ama olmaz. Taşıma suyla değirmen dönmez. Hangi ülkede var ki… Mussolini bile böyle bir sanat yaptıramadı. Onun yada, Hitler döneminde sanat kurumlarına ciddi müdahaleler yapıldı. Fakat sanat kurumlarının başlarına işbirlikçi de olsa sanatçılar getirildi. Hiç itfaiyeden müdür getiren olmadı.

Bahtiyar Engin: Dünya sanat tarihinde bu yönetmeliğin kastettiği baskı ya da değişim dünyanın hiçbir yerinde yok. Varsa bile Allah’a şükür bizim karşımıza çıkmadı.



'BİZ HAKLI OLANIN ARKA BAHÇESİYİZ'

>>Geçen hafta Kültür Bakanı konuya ilişin bir röportajında ‘Sanat bağımsızdır. Ama metinde değiştirmeler yapılıyor, siyasi espriler yapılıyor, bakanlara ya da Başbakana laf atılıyor. Bunlar da bazı rahatsızlıklar yaratıyor” dedi. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin ise geçtiğimiz aylarda sanatı ve sanatçıyı ‘terörün arka bahçesi’ olarak hedef gösterdi. Tüm bu açıklamalara bakılırsa Türkiye’de sanatı ve sanatçıyı nasıl bir süreç bekliyor?

Yıldıray Şahinler: Kültür Bakanı’nın söylediklerini düşünürsek, bunun çözümü, oraya bir bürokrat oturtmak mı! Sanat zaten muhalif bir şey. İstesen de, istemesen de muhalefet yapıyorsun. Biz ne CHP’nin ne de başka bir partinin sanatçısı değiliz. Kusura bakmasınlar biz hakim olan hiçbir şeye hizmet etmiyoruz. Etmeyiz de. Sanat onların anladığı gibi bir şey değil.

Cem Davran: Asker gelir, sağcı gelir, solcu gelir kim gelirse gelsin sanatçı her zaman yalnızdır.

Erkan Can: Ama eleştirmesek olmaz ki. Sanatın birinci görevi nedir kardeşim?.

Bahtiyar Enginler: Böyle algılamak istiyorlarsa, biz elbette haklı olanın arka bahçesiyiz. Haklı olan her fikrin arka bahçesiyiz. 


CANAN AYDIN/BirGün