30 Ağustos 2012 Perşembe

SEKSENLERLE İKİNCİ RANDEVU - TUNCER ÇETİNKAYA


80’lerin aksiyon yıldızlarının gövde gösterisi olarak nitelendirilebilecek “The Expendables”in ikinci serüveni, siyasal zeminde ve sinema tarihinde büyük altüst oluşların yaşandığı bu dönemi yeniden mercek altına almamızı zorunlu kılıyor.

Tek kutuplu bir evrenin ayak seslerinin işitilmeye başlandığı ve kendisinden önceki tüm muhalif çığlıkları keskin siren sesleriyle boğan bu sürece yeniden duyulan özlemi, 60’lardan süzülüp gelen Yeni Hollywood Sineması bağlamında inceleyelim.

1962’de Küba’daki füze kriziyle doruğa ulaşan Soğuk Savaş’tan beslenen sistemin McCarthyci uygulamaları gündemden düşürmediği ve ortalığa içi boş bir antikomünist söyleme karışan “vatanseverlik” şarkılarının döküldüğü bu dönem, Vietnam Savaşı’yla yeni bir boyuta taşınacaktı.

Tam da bu dönemde, sistemin öngördüğü manzara toplumsal muhalefetin reddi ile karşılanmak üzereydi: Büyük Bunalım öncesinin mücadelelerini birçok kazanımla taçlandıran kadın hareketi, kısa sürede muhafazakârlığa öfkeye dönüşecekti. Latinlerin bağımsızlık savaşımı tüm ezilen halklar adına umut olurken, ilerici kamuoyunun bu durumdan etkilenmemesi düşünülemezdi. Martin Luther King’in, günümüzde yapay bir söylemle Obama’nın da diline takılan “Bir Hayalim Var” haykırışı artık sessizlik duvarında parçalanmıyor, yığınları peşine takmayı başarıyordu. Giderek büyüyen ve ‘başkaldıran yüzyıl’ın aktörleri arasında yer alacak muhalefet, çok yakın bir süreçte öğrenci hareketini de kapsayacak ve 68 rüzgârına dönüşecekti.

Aynı günlerde gösterime giren Stuart Rosenberg imzalı “Cool Hand Luke” (1967), kahramanının “Buradaki temel sorun, aramızdaki iletişim eksikliğidir” sözleriyle yeni bir başlangıca işaret edecek ve egemen çevreler adına ‘iletişimsizlik’ bu kez küçük sıyrıklarla savuşturulamayacaktı!

Sürecin sinemasal karşılığı anlamına gelebilecek filmler, 60’ların ikinci yarısıyla birlikte perdeye inmişlerdi. Arthur Penn, “The Chase”de (1966), istemeden elini kana bulamasına karşın yozlaşmış kasabanın tek masumu olan karakterinin arkasında duruyor ve bir karnavala dönüştürülen katliamı onaylamıyordu. Finalde Brando’nun “Kahraman Şerif”e gönderme yaparak yıldızını yere fırlatmasının bambaşka bir anlamı vardı: Tepki, artık sessiz yığınlara değil bizzat burjuvaziye ve ona arka çıkan toplumsal dinamiklere yönelmişti.

Martin Ritt’in “Hombre”sinde (1967) ‘uygar beyaz adam’ söyleminin bir yalandan ibaret olduğunu anlatacak; Robert Aldrich’le başlayan ve John Ford’u bile içine alan iade-i itibar süreci, oldukça gecikmeli de olsa ‘Vahşi Kızılderili' savunusunu yerle bir edecek; hatta “Little Big Man”de Vietnam ile yerli soykırımı arasında bağ kurmaktan çekinilmeyecekti.

“Bonnie ve Clyde”, suçlu kavramına getirdiği yorumla John Huston ve Kubrick’ten aldığı mirası ileri bir noktaya taşıyordu. Bu bakış kısa sürede özellikle westernleri doğrudan etkileyecek, Peckinpah, ‘katıksız iyiler’ ve ‘ölümcül kötüler’ arasında oynanan oyuna -finalde kanun adamını bir çocuğa taşlatmak pahasına- dur diyecek, “Butch Cassidy & Sundance Kid” ise Batı’nın en sevimli soyguncularını bize tanıtacaktı. Bütün bu süreç boyunca seyirci; bir yandan westernin ölümüne tanıklık ederken, mağrur ve yalnız kovboy John Wayne Vietnam bataklığında çoktan can vermiş, mezarına karlar yağmaya başlamıştı!

Sunulanla yetinmeme tavrı, stüdyolar tarafından onyıllar içinde özenerek hazırlanmış klişelerin reddini de beraberinde getiriyor ve film kalıpları hızla tersyüz ediliyordu. Kara filmin çözülüşü (“Night Moves”), screwball comedy’lerin toplumsal sorunlarla karşı karşıya gelince paramparça olması (“Guess Who’s Coming to Dinner”), cinselliğin keşfi (“The Graduate”), Hollywood eleştirisi (“The Party”), Soğuk Savaş’ın acısını çıkarmak için insanlığa meydan okuyan zombiler (Romero Üçlemesi) ve metropolün medeni figürlerini hedef alan satanistler (“Rosemary’s Baby”).

Bu sayısız örneğe, Amerika’yı bulmak için yola çıkan; ancak onu hiç bir zaman göremeyecek olan “Easy Rider”ı; Big Brother öncüllerini (“They Shot Horses Don’t They?”); Vietnam mağduru orduyu içten içe kemiren doktorları (“M.A.S.H.”); Antonioni (“Zabriskie Point”), Altman (“Nashville”) ve Forman’ın (“Hair”) hippi kuşağı güzellemelerini; Peebles’ın, Black Cinema’nın temellerini atan “The Watermelon Man”ini ekleyebiliriz.

ABD, 70’lerin ortasına doğru yol alırken sosyal / siyasal arenada büyük altüst oluşlar yaşanmıştı. Bir bütün olarak bakıldığında özgürlükçü anlatının büyük oranda genişlediği bu dönem, ülkenin yakın tarihini derinden etkileyecek iki olayla kabuk değiştirecekti: Nixon, Watergate adıyla anılan bir skandala karışmış ve istifa etmek zorunda kalmıştı. Bu olaydan sadece bir yıl sonra ‘şanlı ordu’, yakıp yıktığı ve topraklarının yarısına yakınını kullanılamaz hale getirdiği Vietnam topraklarından çekilecekti. O günlerde, bir tarihçinin not defterine şu satırları düşmesi kaçınılmazdı: “Emperyalist politikalar artık iflas etmiştir!”

Sonraki dönemde; ilerici kamuoyu adına yeni talepleri dile getirme imkânı doğuran süreç bambaşka bir seyir izledi. İki kutuplu dünyada ibrenin Sovyetler Birliği’nden yana kayma endişesi, istila kuşkularını beraberinde getirecek ve ortaya çıkan boşluğu -sınıfsallıktan uzak ve konjonktürel olan- muhalefet adına derin bir paranoya duygusu dolduracaktı: Bütün bu olanlar sağın ölmesi değil, kabuk değiştirmesi anlamına geliyordu.

Kendine güvensiz, kuşkucu ve iletişim sorunları yaşayan orta sınıfın Woody Allen’da vücut bulmaya başladığı 70’lerin, Alan Pakula’nın paranoya filmleriyle anılması tesadüf değildi (“Klute”, “Parallax Wiev”, “Three Days of Condor”); tıpkı Spielberg’ün “Duel” ile perdede belirmesi ya da “Bullitt”ten miras kalan faşizan polislerin durumdan vazife çıkararak otoritenin zaafa uğradığı bu dönemde adaleti kendi yöntemleriyle sağlamaları gibi (“Dirty Harry”, “The French Connection”). Bir süre sonra “Deliverance” ve “Straw Dogs” gibi filmler, uygarlık kavramını tartışmaya açacak, “bol gelen demokrasi gömleğini” işlevsel hale getirmek Don Vito Corleone’ye düşecek (“The Godfather”), New York’un arka sokaklarında bambaşka bir dil konuşulmaya başlanacaktı (“Mean Streets”). “Jeremiah Johnson” dağlarda yalnızlığa mahkûm bırakılır ve garip bir biçimde 50’ler nostaljisi yaşanırken (“The Last Picture Show”, “American Grafiti”), “Serpico”nun “Death Wish”in Bronson’u tarafından vurulması kaçınılmazdı. Bu dönemin en çok iş yapan filmler, felaketi görselleştirerek Amerikan toplumunun hücrelerine korku aşılıyor (“The Towering Inferno”, “Airport”), “The Conversation” geniş kitlelere sistemin yıkılamaz olduğunu müjdeliyordu! Otoriteyi hiçe sayarak çitten atlayan genç kızın “Jaws” tarafından parçalanması ya da “Taxi Driver”ın Travis’inin kahraman ilan edilmesi an meselesiydi ve Sidney Lumet (“Dog Day Afternnon”), John Schlesinger (“Marathon Man”), Sydney Pollack (“All the President’s Men”) gibi ‘bir kaç iyi adam’ın son çırpınışları fazlaca anlam ifade etmiyordu.

Sistem, yenilgiyi zafere dönüştürmeyi başarmıştı. Adına ‘Yeni Sağ’ denilen ideoloji, korku ortamından aldığı cesaretle geçmişin geleneksel muhafazakârlarına cesaret aşılıyor; Kore Savaşı’nda ölen ‘Eski Sağ’, Vietnam’da yok olan binlerce insanın cesetlerinin üzerinde yeniden yükselmeye başlıyordu.

Bu dönemin yansıması olarak, sektörün en sevdiği konulardan olan ve kulaklara kapitalizmin nimetlerini fısıldayan sınıf atlama serüvenleri geri dönmüştü. “Saturday Night Fever”ın Monero’suyla birlikte geniş kitlelere ninniler okuyan İtalyan Aygırı, işçi sınıfına da kurtuluş reçetesini açıklıyordu: “Örgütlenmeyi bırak, bireye dönüşmeye bak!”

Kalenin bütünüyle düşüşü ise 1978 yılına rastlayacaktı. Oscar yarışında öne çıkan iki aday, sözü edilen iki eğilimi, Vietnam üzerinden temsil etmeleri bakımından önemliydi. Hal Ashby’in “Coming Home”u klasik bir aşk üçgenine savaşın yok ettiği insanlar ekseninde yaklaşarak kayıp bir kuşağın analizine soyunmaktaydı. Michael Cimino’nun “The Deer Hunter”ı ise savaş serüvenlerini “bizim bu cehennemde ne işimiz var!” boyutuna indirgemekle meşguldü. Sonuçta; ülkelerini saran emperyalist işgale son vermekten başka niyetleri olmayan Vietnamlıları Saygon batakhanelerinde birer cani gibi gösteren “Avcı”, En İyi Film ödülüne değer görüldü. Bir zamanlar Gregory Peck’in çabalarıyla revizyon geçiren kabustan farksız “Midnight Cowboy”u baştacı eden Akademi’nin yeni tavrı (Warren Beatty’nin “Reds”ini istisna kabul edersek), sislerin içinde beliren Reagan’a dair görüntünün bir kaç yıl sonra belirginleşmesiyle bir tutkuya dönüşecekti.

70’ler, sistemin yol kazasına uğraması sonucu ortaya çıktığı varsayılan yeni ve özgürlükçü sinemanın savunusuna karşı savaş açma çabalarına sahne olmuşken, 80’ler ‘tehlikenin bertaraf edildiği’ ve yerine yepyeni özlemlerin (olmazsa da “Elm Sokağı”, “13. Cuma” ya da “Kötü Ruh” türünden korkuların) yerleştirildiği yıllar olarak hatırlanabilirdi.

Bu dönemin filmlerinde, özgürleşmeye çalışan kadın modeli sürekli olumsuzlanmış, ikinci noir dalgasıyla femme fatale’e ideolojik bir elbise giydirilmiş, kutsal Amerikan değerlerini korumanın reçetesi olarak ‘kutsal ailenin kadını’ ön plana çıkarılmıştı. Sömürge alanlarını genişletme arzusunun simgesi olan “Indiana Jones”ların cirit attığı sürecin genç kahramanları ise ya “Fast Times at Ridgemont High”ın öfke ve isyanlarının kaynağını bulmakta zorlanan zavallılarına, ya da sorumluluğu sisteme hiç bulaştırmadan, aileye veya öğretmenlerine yıkan “Breakfast Club”ın duygusal çocuklarına dönüşmüşlerdi.

“Vietnam Sendromu” ise “First Blood” ile ABD ordusunun savaşı kaybettiğini bir türlü kabullenmeyecek, ortaya çıkan manzarayı dış güçler ya da içerdeki mihrakları ile (ne kadar tanıdık değil mi?) açıklamaya cüret edecekti. Muzaffer ordunun dillere destan başarısızlığı kimi zaman Rambo’nun Rus ve Vietnamlılara ders verdiği sahnelerle, kimi zaman ise Chuck Norris’in ya da bir başka ‘üstün adam’ Schwarzenegger’in kontrgerillalarının göz yaşartan serüvenleriyle ve “Top Gun”ın maceraperest gençleriyle unutturulacaktı.

Tüm uğraş ve mücadeleleri boş ve anlamsız olarak okuyan 80’ler ideolojisi, mutlak kaderci bakış açısını üstün yapımların altmetinlerine inceden inceye sızdırmış, en yüksek teknolojilerle donatılan toplumlarda dahi (“Terminator”) çok önceden yazılan kaderin değiştirilemeyeceğini savlamıştı. Aksini savunmak “Back to the Future” örneğindeki gibi komik olaylara yol açacak, ya da “The Fly”in talihsiz bilim adamının başına geldiği gibi trajik sonuçlar doğuracaktı. Rupert Pupkin’in ucube yöntemlerle de olsa şöhreti yakaladığı bu evrende (“The King of Comedy”), “Big Chill”in 68’den süzülüp gelen kahramanlarını yalnızca hüzün beklemekteydi.

Bakalım, süper kahramanların bile toplumsal uyanışı boğma misyonu üstlendikleri, mitolojik adamların birer inanç sınavından geçtiği muhafazakâr bir dünyada ikinci doğuşu gerçekleştirmek isteyen Stallone ve kontrgerillaları yeniden başarılı olabilecekler mi? 11 Eylül paranoyasını ucuz atlatmışa benzeyen ABD’nin, kan ve gözyaşından ötesini vaat etmeyen Ortadoğu politikalarına şöyle bir göz atınca, işlerinin çok da zor olmadığını öngörebiliriz. Yoksa yanılıyor muyuz?



BirGün



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder