KİMLER VAR?
Oyuncu Gülse’nin Senarist Gülse’yi Öldürmek İstediği Günler Oluyor
50 Kuşağının En Önemli Öykücülerinden Adnan Özyalçıner: Öykü Eninde Sonunda Bir Öykü Anlatır
Oyuncu Gülse’nin Senarist Gülse’yi Öldürmek İstediği Günler Oluyor
Bu ülkede onu kıskanmayan var mıdır bilmiyorum. Gülse Birsel hepimizin kahramanı. Herkesi cuma akşamları ‘Yalan Dünya’ ile televizyonun karşısına kilitledi. O kadar ki, bu konudaki yeteneğini kabul ettik. Katılana kadar güldük, esprilerini, yarattığı tipleri birbirimize anlattık, hayatımıza geçirdik. Tek bir diziyle 10’a yakın karakter yarattı, hepsi kendi çapında fenomen oldu.
Gülse’yi dizi devam ederken yakalayamadım, kısmet bugüneymiş. Onun meşhur ettiği Bodrum Bitez Dondurmacısı’nın önünde buluştuk…
Müthiş bir iş yapıyorsun! Bu kadar sıkıntılı bir dönemde bu ülkeyi güldürüyorsun. Üstelik, mizah erkektir anlayışına da meydan okuyorsun. Bu durumun sana yüklediği sorumluluğun farkında mısın?
- Değilim galiba! Çok sorumlu hissedersem, kendimi kadın hareketi veya bir sanat akımının temsilcisi gibi görürsem, ağırlaşıp komedi yazamayabilirim. Bence sen de uyandırma beni!
Alçakgönüllülük bir tarafa, Türkiye’yi güldüren kadınsın. Mizahçı erkekler seni kıskanmıyor mu?
- Yok canım, çoğu arkadaşım zaten. Mizahçılar arasında, belki de az sayıda olduğumuz için, ‘biz bir takımız’ anlayışı hakim. Bir avuç insanız, bizi koruma altına almalılar! Bu yüzden aramızda sempati var. Gizli gizli haset edip, evde küçük Gülse bebeklerine iğneler batıran varsa onu bilemem!
Kulağına gelen dedikodular, çamur atmalar yok mu peki?
- “Tek başına yazmıyormuş, 20 kişilik gizli ekibi varmış!” gibi şeyler... Ya da “Bu hikâye, falan hikâyeye benziyor, orada da adamın genç sevgilisi vardı. Kesin oradan apartmış” diyenler oluyor. Geçen gün sanatsal hırsızlık iddialarıyla dalga geçen bir haberde, “Yalan Dünya’ çok güzel ama senaryosu ‘Avrupa Yakası’ zamanında gelmiş Gülse’ye. O da oradan alıp yazmış diye iddia ediliyor!” şeklinde bir cümle okudum! Nereden gelmiş, kim yazmış, kim göndermiş belli değil. Allah’tan yazdığım senaryoları notere tasdik ettiriyorum.
Komikmiş...
- Daha komiği de var: Bir-iki sene önce İzmir’den bir adam çıktı, avukatlar tutmuş, Sütçüoğlu Apartmanı, onların apartmanıymış. O apartmanda yaşayanlar, ‘Avrupa Yakası’ karakterleriymiş, Burhan da komşusuymuş, onlara telif ödemem için bana dava açacakmış! Bu kadar delinin arasında, hangi dedikoduyu, çamur atmayı ciddiye alayım ki?
Yalan Dünya'da Herkes Başrol
Star yaratmak çok zor bir olay. Sen var olan starlara taze kan verdiğin gibi, fazla bilinmeyen insanları da starlaştırıyorsun. Bir formülün var mı?
- Formülü: İyi oyuncuya, doğru rol. Allah’a şükür Türkiye’de iyi oyuncu sıkıntısı yok. Çünkü okulları var, devletin, belediyenin tiyatroları var. En azından şimdilik! İleride o da olmazsa, bittik zaten! Yıllarca iyi-kötü oyunlar oynanmış, oyuncular yetişmiş, hocalar yetişmiş, taşraya tiyatro gitmiş. Onları seyreden meraklı çocuklar oyuncu olmaya karar verip konservatuvarlara girmiş. Bizimki gibi bir ülkede Diyarbakır’da, Erzurum’da, Malatya’da tiyatro olup oralı bir gencin 3-5 liraya tiyatro seyredebilmesi, bu memleketin vatandaşına yaptığı gelmiş geçmiş en olağanüstü hizmetlerden biri. Şimdi vergisini verdiğimiz o hizmet, bizden geri alınmak üzere, kimse farkında değil. Sanıyorlar ki mesele, 100-150 oyuncunun maaşı. Halbuki o insanların çoğu zaten başka alanlarda devletin verdiği maaşın 10 katını kazanıyor, niye illa devlete, belediyeye tiyatro yapmak istesinler; deli mi bunlar? Yazdığım dizilerde oynayan, o star komedyenlerin çoğu devlet veya şehir tiyatrolarında çalışıyor, maaşları aylık 1200 lira! Yol parası da verilmiyor ayrıca. Ayda 15-20 oyun oynasa, gidiş geliş zaten 700-800 lira taksiye veriyor. Kendileri için değil, seyirci için bağırıyor bu insanlar. Neyse, bir anda çok yükseldim! Şunu diyordum: Şu an için Türkiye’de, yetişmiş oyuncu sıkıntısı yok. Ben de hem bir role oyuncu seçerken, hem devamında onlara yazarken, en parlak yönlerini, en güçlü yanlarını ortaya çıkartmaya çalışıyorum. Oyunculuk yapıyor olmam da bir avantaj. Nerede zorlanılır, nerede hangi oyuncu çok güzel coşar hissedebiliyorum.
Yazdıklarının sonuçlarını önceden görebiliyor musun?
- İyi bir hikâye olacağını, sevilen, gülünen bir karakter olacağını hissedemezsem yazamam ki. O kadar gelişigüzel bir iş değil. Ama tamamen hesaplı da değil. Yani, “Ev kadınları şunu sever. Gençler buna güler. Herkes bu espriyi beğenir” gibi bir hesap yok. Elimdeki imkanlar dahilinde, kendi beğendiğimi yazıyorum. Az bir yanılma payıyla insanlar da beğeniyor!
‘Yalan Dünya’da sıkı bir denge var. Bütün oyuncular ön plana çıkabiliyor. Herkes, elindeki senaryoyu parlatmaya çalışırken kendi de parlıyor. Kadın olduğun için mi böyle adaletli bir rol dağılımı yapabiliyorsun?
- Kadın olmakla alakalı mı bilmem ama takım oyununu seviyorum. Herkese alan verilmeli. Çünkü komedide, seyircinin karşısında sizi ötekilerden üstün hale getirecek tek şey, daha ünlü, daha yaşlı, daha güzel, daha fit olmanız değil, performansınız. Oyuncuları titizlikle seçince de, herkese hikâye yükleyebiliyorum. Canımın istediği karaktere, istediğim kadar yazıyorum. Herkes döktürüyor çünkü. ‘Yalan Dünya’da hepimiz başrolüz!
‘Yalan Dünya’da her sahneyi, bir satranç hamlesi inceliğinde mi düşünüyorsun?
- Yok yahu! Her yazar ne yapıyorsa benim yaptığım da o.
Rahatlıkla tiyatro da yazabilirsin, uzun metraj film de...
- Yaptım aslında. İki tane film yazdım, beğenmedim, çöpe attım. Sinemada yapılanlar gibi bir komedi istemiyorum ben. Yoksa çöpe attığım iki senaryonun da yapımcısı, sponsoru filan hazırdı. Onlar “Şahane, hemen çekelim!” diyorlardı. Bir şey içime sinerse ortaya çıkartırım. Sinene kadar da daha 10 senaryoyu çöpe atabilirim. Tiyatro oyunu ve roman da öyle. Hayat uzun. Daha 40 yıl yazarım gibi geliyor...
Bu yeteneğin seni de şaşırtmıyor mu?
- İnanamıyorum kendime! “Allah’ım beni nasıl yarattın!” diyorum. Yok ya dalga geçiyorum, beyin ameliyatı yapmıyoruz ki!
İyi de nasıl bu kadar gözlemci olabiliyorsun? Not mu alıyorsun, n’apıyorsun?
- Ne notu! Mesleki anlamda o kadar deforme olmadım daha!
Bu yeni jargonları nereden öğreniyorsun peki? Sürekli çalışıyorsun sen...
- Hepimiz çalışıyoruz ama bir yandan da yaşıyoruz. Sokağa çıkıyoruz, markete gidiyoruz, “Kapıcıya sular niye kesik?” diye soruyoruz, arkadaşlarımız, akrabalarımız var, misafirlik diye bir şey var. İstiklal’de dolaşıyoruz, vize kuyruğuna giriyoruz, konsere gidiyoruz, kebapçıya gidiyoruz, organik pazarda takılıyoruz, para bozduruyoruz, komşun tabakla sarma gönderiyor, biz de tatlı yapıp tabağa koyup geri yolluyoruz, gazete okuyoruz, internete bakıyoruz, notere gidiyoruz, apartman toplantısına giriyoruz, normal hayat işte! Televizyon öncesiyle sonrası arasında hayatımda bir şey değişmedi benim. Birileriyle resim çektirmek ve imza vermek eklendi, o kadar.
Hadi ilk dizide olağanüstü bir başarı elde ettin. Ama ikinci dizi, daha da iyi geldi...
- Bence de bu ikincisi daha iyi. ‘Yalan Dünya’, ‘Avrupa Yakası’na göre genele daha az hitap eden bir hikâye. Herkesin bağlantı kurabileceği sıcak, klasik bir çekirdek aile yok. İlişkilerin çok mükemmel olmadığı, birbirine çok yalan söyleyen, entrikalar dönen, daha çıkarcı, problemli bir büyük aile ve yan tarafta bir grup genç bekâr oyuncu var. Daha riskli, daha cesur bir proje.
Sağlığımı Masaya Koyuyorum
90 dakika boyunca, yüksek tempoyla devam eden bir şeyden söz ediyoruz. İlgiyi hep yukarıda tutmayı nasıl başarıyorsun?
- Çırpınarak! Sağlığımı masaya koyarak. En lüzumsuz zorluk da süresi. Niye 90 dakika? 40 yapalım, her sahne, her hikâye, daha kompakt, daha tempolu ve daha komik olsun. Her bölüme altı hikâye koyuyorum, yazık değil mi? Üstelik komedi, drama gibi değil. Müzik eşliğinde, beş dakika Selahattin’le bakışılsa, Gülistan deniz kenarında duygulu duygulu yürüse, kim seyreder? ‘Avrupa Yakası’ 45 dakika olarak başladı, o zaman diziler öyleydi. Sekiz yıl içinde niye 130 dakikalara geldik? Sadece parasal değil, reytingle ilgili açgözlülükten! Bir program ne kadar uzarsa, reytingi o kadar yükseliyor. Biz şu anda 85 dakika civarı yapıyoruz, kısa bir diziyiz yani! Karşımızdaki diziler, 120-140 dakika civarı. Biz bittikten sonra 40 dakika daha devam ediyorlar. Seyirciler de alıştı, şikayet ediyorlar “Hop diye başlayıp bitiyor ‘Yalan Dünya’, niye öyle” diyorlar!
Kime okutuyorsun yazarken?
- Okuttuğum kimse yok. Yazıp bitirip direkt yapım ekibine, rejiye, oyunculara yolluyorum. Ama bittiği andan itibaren o beş-altı saat önemli. Yönetmenimiz Jale’den hep gerçekçi yorumlar gelir mesela. O özellikle arayıp “Çok güldüm” diyorsa tamamdır.
Oyuncular ne kadar ekliyor, ne kadarı doğaçlama?
- Neredeyse, sıfır doğaçlama! Oyuncunun katkısının başımın üzerinde yeri var. Ama sit-com’da anlık doğaçlama, tempoyu bozabilir. Birinin doğaçlaması neşelidir, bırakırsın, bu sefer öteki der ki, “Benim de kafamda harika esprilerim var, onu da kullanın!” Ama belki harika değildir! Sonu yok bunun. İyisiyle, kötüsüyle bir kişinin kalem sorumluluğunu alması gerekiyor.
Nasıl bir hayatın var? Günlük tempon nasıl? Bir günde neler yapıyorsun?
- Boş vakitsiz bir hayatım var. Kışın öncelik hep iş. Yazın bir iki ay tatilde hikâye yedeklemeler, plan yapmalar var ama genel anlamda ağustos böceğiyim!
Oyuncu Gülse’nin, senarist Gülse’yi kıskandığı oluyor mu?
- Oyuncu Gülse’nin senarist Gülse’yi öldürmek istediği günler oluyor! Hep yazıyorsun, provaya vakit yok. Uykusuzsun, iyi görünmek zorlaşıyor. Düşün, bütün sahnelerimin çekimi bir buçuk güne sıkıştırılıyor. Tadını çıkararak oynamak her zaman mümkün olmuyor.
Sence daha iyi yazar mısın, daha iyi oyuncu musun?
- Daha ‘Oyunculuğa Giriş-1’ dersini yeni bitiren bir oyuncu adayıyım. Yazarlıktaysa artık kalfalığa geçtim diye düşünüyorum. Şu 10 bin saat kuralına gönülden inanıyorum. Bir konuda 10 bin saat çalıştıysan artık o alanda bir değer sayılabilirsin.
Aynı anda iyi kalplisin. Gönül Ülkü olağanüstü bir oyuncu ama onun bu dizide yer alması, Gazanfer Özcan’a ödediğin bir gönül borcu mu?
- Hayır, asla! Gönül Hanım hepimizden daha tecrübeli bir komedyen. Türk Tiyatro Tarihi kitaplarında ismi olan bir aktris. Biz doğmamıştık Gönül Hanım sahnede fars oynuyordu. Ve o tuhaf, kendine özgü anneanneyi Gönül Hanım’dan daha iyi kimse oynayamaz. Diziye takılmış bir madalya, iliştirilmiş bir mücevher gibi. Gazanfer Bey de öyleydi. Bizim için büyük prestij.
Kimlerle arkadaşlık ediyorsun? Bir kafede kızlarla oturup lak lak etmeye vaktin var mı?
- O kadarına vaktim olmazsa ona hayat denmez.
Yaptığın iş, ‘yalnız geceler’ mi demek? Geceleri mi daha çok üretiyorsun?
- Gündüz yazamıyorum pek. Konsantrasyon gece yükseliyor.
Peki geçen senelerde, tahammül edilmez yanların gelişti mi? Sana star muamelesi yapılsın istiyor musun? Mesela ne tür kaprislerin var?
- Set şartları iyi olsun, soğuk olmasın, yemekler lezzetli olsun, tuvaletler temiz olsun, herkes belli bir konforda çalışsın isterim. Sözleşmeye bile koydurttum. Ama mesela, sette odam bile yoktur. Bir de kimse ama kimse senaryoma karışmasın, tam bağımsızlık olsun. Kaprislerim böyle.
Çalışırken neye ihtiyaç duyuyorsun?
- Yazarken, sessizliğe ve yalnız bırakılmaya. Oynarken de iyi uyumuş olmaya ve ekibin neşesine.
En çok hangi yabancı diziyi seyrediyorsun?
- Pek dizi seyredemiyorum. Eskiden ‘Sopranos’u, ‘Seinfeld’i severdim.
Hangi dizi, “Ulan ben de şöyle bir şey yapmalıyım” dedirtiyor sana...
- Uzun yıllardır çok etkilendiğim bir komedi seyretmedim doğrusu.
Peki işin ticari kısmında hiç kazıklanmadın mı? O işleri nasıl öğrendin, yönettin? Sinan Çetin hikâyelerinin aslı ne?
- Kazıklanmışımdır belki. Ama birinci önceliğim, para kazanmak olmadı hiç. İşin iyi olması daha önemli. Bana daha az para versinler ama iyi kadro kurulsun, iyi dekor yapılsın, plato birinci sınıf olsun, üşümeden, terlemeden insani şartlarda çalışalım. Sinan Çetin’le kavga dövüş, ‘dizideki yönetmen karakteri o muymuş’ vesaire hikâyeleri külliyen palavra. Bizim dizi hakkında uydurulan palavra bol zaten. Herkes bir şeyler yazıp çiziyor. Biz de tüm zamanların en sorunsuz setinde oturup “Vay be” diye merakla okuyoruz!
(Hürriyet)
(Hürriyet)
50 Kuşağının En Önemli Öykücülerinden Adnan Özyalçıner: Öykü Eninde Sonunda Bir Öykü Anlatır
Adnan Özyalçıner' 50 kuşağının hâlâ üretken olan önemli öykücülerinden. Aynı kuşak daha bireysel ve varoluşa dair kötümser bir eğilim içindeyken, Yalçıner, öykülerinde balıkçılarından, küçük insanına ve İstanbul'a Sait Faik ve Dostoyevski ile de ışıklanan öyküler kaleme alıyordu. Onunla bir söyleşi yapalım dedik ve sorduk ustaya.
- Sizin kuşak yazmaya başladığında, dilde sadeleşmenin yanında, özleştirme çalışmaları da yerli yerine oturmaya başlamıştı. Bunu dilin işleyişine ve size olan katkılarından söz eder misiniz?
Biz yazmaya başladığımızda Nurullah Ataç'ın dildeki özleştirme çalışmaları ile karşılaştık. Ataç'ın dili yalınlaştırmadaki tutumunu benimsedik aslında. Sözcükleri, deyimleri kalıplaşmış biçimlerinden çok, alışılmış, bilinen yerlerinden ayrı konumlarda kullanmayı denedik. Bu yolla o sözcüklerle deyimlere yeni anlamlar kazandırmaya çalıştık. Özleştirmeyi, anlatım ve geliştirip geliştirmeme yönünden ele almıştık. Gerçek özleştirmenin anlatımına yeni anlamlar katması önemliydi bizim için. Bu yüzden Türkçe sözdiziminin gelişmesi yönünde, Türkçe’nin bu yolla yeni anlamlar kazanmasıydı asıl amacımız. Bizim için önemli olan dilin yenileşmesiydi. Onun için körü körüne bir özleştirmecilikten yana olmadık hiçbirimiz. Ataç'ı örnek aldık. Bu doğru. Ama onun asıl bizim de anlatımımızı geliştirecek olan, yazılarındaki dilimizi yalınlaştıran sözdizimiydi. Daha çok onu örnek aldık.
Benim Ataç'tan öğrendiğim bir şey de "ve" bağlacı yerine "ile"yi kullanmak. Sözcükleri, cümlecikleri, cümleleri bu bağlaçla birbirine bağlamada dilin özleşmesinden çok yalınlaşması söz konusu. Türkçenin, Türkçe sözdizimine uygunluğu önemli.
Benim yaptığım bir şey daha varsa ıp-ip,arak-erek bağlaçlarıyla cümlecikleri,cümleleri birbirine ulayarak Türkçe'de de uzun cümleler kurmak. Türkçe'nin uzun cümleye elverişli olmadığını söyleyenler bu yüzden yanılıyorlar. Bu bağlaçlarla kurulan cümleler size Türkçe'nin sözdiziminin gelişkinliğini göstermesi bakımından da önemlidir. XVII. yüzyıl yazarlarımızdan Evliya Çelebi'nin "Seyahatname"sinde de bu yapıda pek çok cümleyle karşılaşılır.
- Daha çok olaylara ağırlık vererek öyküyü kurmak sizin seçiminiz, olgu ve olaylardan yola çıkmak da. Buna karşılık, kişilerin iç dünyalarındaki derin yapıyı didikleyerek ortaya serip işlemek üzerine neler söylenebilir?
Öykü eninde sonunda bir öykü anlatır. Kişilerin iç dünyasını anlatmaktan da bir öykü çıkarılabilir.Yeter ki yalnızca bir iç dökme, kendi kendine sayıklama, bir tür iç monolog olmasın. Yoksa bir insanın zaman ve mekan içine yayılabilen dünyası neden anlatılmasın?
- Tinsel çözümlemelerle işe başlayan bir öykü yazarı, oradan düz anlatımın yolunu açarak toplumcu gerçekliğe varabilir mi?
Tinsel çözümlemelerin, içsel anlatımın imajlar, benzetmeler, metaforlar yoluyla anlatımı besleyebileceği kesindir.Bu yolla zaman ve mekân içindeki bir insanın dış ve iç devinimleri anlatıldığında, yazarın bakış açısına, dünya görüşüne göre, bireyci, gerçekçi, ya da toplumcu gerçekçi bir öykü/öykücü ortaya çıkabilir.
- "Sanatçı her şeyiyle özgür olmalı! O özgü oldukça toplumsal özgürlüklerin savunulması da kolaylaşıyordu" diyorsunuz bir söyleyişinizde Mehmet Seyda'ya.
Söyleşide sözü edilen düşünce, anlatım ile örgütlenme özgürlüğüdür. 1950'den beri yazarlar sanatçıların, aydınların, işçilerle emekçilerin özgürce düşüncelerini açıklayamamalarıdır. İnsanların düşüncelerini özgürce açıklayabilme özgürlükleri olmadıkça insan haklarıyla özgürlüklerinden söz etmek de olanaksızdır. Toplumsal özgürlüklerin gelişmesi, ister istemez düşünce özgürlüklerine bağlıdır. Benim salt özgürlükçülerle işim yok. Benim istediğim düşünce özgürlüğüne bağlı olarak temel haklarla özgürlüklerin savunulup sağlanabilmesidir.
- Öykü ve buna benzer anlatı sanatlarında genel atmosfer yaratmakla duyarlıkların iletildiği özel anılar, giderek olay örgüsünün önüne geçerse, yazar bu durumda bile durumu toplumcu gerçekçi izleğe dönüştüremez mi?
Toplumcu gerçekçilik bir dünya görüşüdür. Bir biçim sorunu değildir. Bu yüzden her türlü duyarlıklar, hayaller, düşler, anılarla, içerik toplumca oldukça, düşüncelerle duygularımız daha iyi verilebilir. Biçimin önüne geçmez. Gerçekliği zedelemez. Tersine etlendirip derinleştirerek zenginleştirir.
- Sözel bir toplumuz biz. Bu, yüzyıllardır topluluklara masal anlatan masalcılar, diyar diyar dolaşıp sazla türkülü öyküler düzen halk şairleri, taklitli öyküler anlatan meddahlardan belli olmuyor mu?
Tanzimatladır ki belli bir okuma yazmayla tanıştı. Halkın çoğunluğuysa bundan yoksundu. Ancak Cumhuriyet'le okuma yazma gelişti. Belli bir azınlığın dışında halk çocukları, köy çocukları da devreye girdi. Halkın çoğunluğu, özellikle kız çocukları bu olanaktan yoksun kaldı yine. Bir de buna, 1980 darbesinin kültürsüzleştirme politikasını, kitabın silahla birlikte halka suç öğesi olarak gösterilmesini, son olarak da 2012'de AKP'li bakanın şiiri, öyküyü, resmi, müziği "terörün arka bahçesi"saydığını eklersek nasıl "okuma özürsüz" olabiliriz.
Bütün bunlara, bir de eğitimimizdeki "test" uygulamasını, öğrencilerin yalnızca a,b,c,d seçenekleriyle yarıştırılmalarını göz önüne alırsak, en gençlerimizin de neden "okuma özürlü" duruma getirilişlerini anlamak güç değil.
- Çehov, İvo Andriç, İstrati, Sabahattin Ali üstüne bir iki cümle alabilir miyim?
Çehov, öykünün babası; Andriç, değişende değişmeyenin şairi; İstrati doğanın yazarı; Sabahattin Ali ise gerçeğin gerçekçisidir bana göre.
- Öykü kurmaktaki ustalığınıza baktığımızda, sizin kuşaktakiler genellikle belirli bir kalıp ve formüllerden yola çıkmıyor. Fakat siz, örneğin Panayır adlı öykünüzde (betiğinizde) "sonuç" üst başlıklı iki öyküyle, öbür yedi tanesine de gidiş yolu belirlemişsiniz. Bu yönsemeyi bir kalıp şablon mu, yoksa izlek (tema) belirleme olarak mı alalım?
Panayır da, Sur da, belirli bir tema çerçevesinde oluşturuldu. Panayır'ın sonundaki "sonuç" üst başlıklı iki öykü, ölüm temalı 7 öykü diye olanların uygarlığın eşitçe paylaşılamadığından kaynaklanabileceğini belirlemeye çalışıyor.
Yağına'ysa "Bir Şehrin Öyküsü" alt başlığını taşıyor. Anlatılmak istenen gerçekten de bir kentin öyküsüdür. Kentin değişik kesimlerini kapsayan bir kent öyküsü.
- Öykücülüğümüzde 1950 Kuşağı, kalıtı (mirası) iyi, doğru, tutarlı değerlendirebildi mi? Arkadaşlarınızdan Onat Kutlar, Ferit Edgü, Demir Özlü, Orhan Duru adına da söylemenizi istiyorum.
Öykücülüğümüzün kaynaklarını ve söylencelerle masallardan yola çıkarak Dede Korkut'la birlikte halk öykücülüğümüzden Divan Edebiyatı nesrinde aramamız gerekir. Buna ilk romanlarımız olarak gösterebileceğimiz Divan Edebiyatı şiirinin mesnevi biçiminde yazılmış Fuzuli'nin Leyla ile Mecnun'uyla Şeyh Galib'in Hüsn-ü Aşk'ını eklememiz gerekir.Divan nesri dediğimizde XV. yüzyıl yazarlarından Şeyhzade Ahmet'in "Erbain-i Suph û Mesa" (Kırk Sabah Kırk Akşam) adlı kitabını, Uzun Firdevsi'nin "Süleymannamesini, Giritli Ali Aziz Efendi'nin" Muhayyilat-ı Aziz Efendi'sini, Seydi Ali Reis'in "Miratül Memalik"ini (Memleketlerin Aynasını). Mehmet Nergisi'nin "Hamse"sini,yanısıra Evliya Çelebi'nin on ciltlik çeşitli ülkelerle birçok kişinin kimi olağan,kimi olağanüstü yüzlerce öyküsünü içeren "Seyahatname"sini anmamız gerekir.
Başlı başına bir halk yaratısı olan Nasrettin Hoca öykülerinin yanında Mercimek Ahmet "Kâbusname" adlı Divan Edebiyatı çeviri nesri bakımından dilinin özgünlüğü yönünden önemlidir.
Onat Kutlar'ın öykülerinde geleneksel söylencelerle masallar bir alt söylem oluşturur. Büyülü gerçekçi olarak anılması bundandır.
Orhan Duru, öykülerinde Mercimek Ahmet, Evliya Çelebi'nin sözdizimi özelliklerinden yaralanarak dilimize yepyeni olanaklar kazandırmıştır. Demir Özlü'yle Ferit Edgü de öykülerinde geleneksel anlatım olanaklarını hem dil, hem imaginer açıdan kullanmıştır.
- "Yağma" adlı betiğinizde, Güz Kırgını öykünüzdeki yeryüzü Tanrısı kimdir?
Madem sen biliyorsun, Hoca gibi, benim de "bilen bilmeyenlere anlatsın" demem gerekmiyor mu? Neyse gene de yeryüzü Tanrısı'nın anamalcı düzende para babaları olduğunu bilmeyen yoktur sanırım. Çoğunluğu yöneten bir avuç azınlık yani. İşçilerle emekçilerin kendi elleriyle yarattıkları uygarlığın zenginliğiyle güzelliklerinin bütününe haksızca el koymaktan çekinmeyen hep o aynı azınlıktır. Hep o ezendir.
- Çağdaş öykücülüğümüzün de şiirimizde olduğu gibi ikinci yenisi yok mudur?
1950 kuşağının öyküdeki çağrışımlar, benzetmeler, meteforlar, imajlarla örülü bir anlatımla kişileri derinlemesine ve düşünsel bir planda ortaya koyuşunu İkinci Yeni Şiiri’nin öyküdeki uzantısı sayanlar oldu. Bu yanlıştı. Çünkü ikinci yeni şiiri, daha çok cümlelerle kelimelerin deformasyonuna dayanıyordu. Rastlansallığa bağlı bir tür anlamsızlığı savunuyordu. Öyküde bunların hiçbiri geçerli olamazdı. Sanırım bu yakıştırma gerçeği anlatmanın, hatta toplumculuğu savunmanın yalnız düz anlatıyla, tek yoldan olabileceğini savunanların yanılgısıydı. Bunu böyle sanmak, aynı zamanda sanatı kısırlaştırmak demekti. Kalıpçılıktı.
- Ferit Edgü, son söyleşilerinden birinde "Edebiyatı değiştirmek istiyorduk" diyordu. Sizin böyle bir düşünceniz var mıydı?
Biz başkaldırıcı bir kuşaktık. Dönemin iktidar partisi DP diktasına kaşı çıkarken edebiyatın gerçeği tam olarak yansıtmayan basmakalıp bir anlatım edinmiş olan iktidarına da karşı çıkıyorduk. Sonuçta amacımız, her ikisini de değiştirmekti. Değiştirdik de.
(BirGün)
Cantona’dan Nefis Bir Asist Daha: “Futbolun Asileri”

Gilles Rof ve Gilles Perez’in yönettiği belgeselin hem prodüktörü hem de anlatıcısı olan Cantona, tanıtım videolarından birinde şöyle bir girizgâh yapıyor:
“Futbol hakkında ne biliyoruz? Şampiyonlar Ligi? Transfer ücretleri? Tribünlerden yükselen ıslıklar? Şiddet? Business? Haklısınız, futbol aynı zamanda bütün bunlar. Ama ben size başka bir şeyden bahsedeceğim. Gerçek değerlerden, insanlardan… Benim futbolumdan, oynadığım, sevdiğim futboldan. Dayanışma… Kardeşlik… Özgürlük… Size benim futbolumu anlatacağım. Ve neden günümüzün dünyasında ona her zamankinden çok ihtiyacımız olduğunu… Çünkü şu gördüğünüz dünya… Onu değiştirebiliriz.”
“Futbolun Asileri” Cantona’nın kaptanlığında, en az futbolları kadar özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve demokrasi mücadeleleriyle öne çıkan beş futbolcunun portresini çıkarıyor: Brezilya’da ‘80’lerin askerî rejimi sırasında Corinthians takımından bir demokrasi laboratuarı yaratan Sócrates… 1973’te Şili’de Pinochet rejimine kafa tutan Carlos Caszely… 1950’lerde Fransa millî takımı forması giyen, fakat 1958’den itibaren Cezayir Savaşı sırasında illegal olarak Cezayir Millî Kurtuluş Cephesi’nin takımında oynayan Rachid Mekhloufi… 1990’da Saraybosna bombardıman altındayken bütün nefret söylemlerine karşı mülti-etnik bir futbol okulu açan eski Yugoslavya millî takımı oyuncusu Predrag Pasic… Son olarak da günümüzden bir sürpriz isim: 19 Mayıs 2012’de Chelsea formasıyla Şampiyonlar Ligi kupasını kaldıran Didier Drogba. Fildişi Sahilli Drogba 2004 yılında ülkesi son derece kanlı bir iç savaşla boğuşurken kulübünün ve menajerlerinin “itirazlarına” kulak asmadan tarafları silahları bırakmaya davet etmiş, kaptanı olduğu millî takım 2006 Dünya Kupası’na katılmaya hak kazandığında televizyon kameraları önünde diz çöküp Fildişi halkına kardeşlik çağrısı yapmıştı…

- Belgesele konu ettiğiniz beş oyuncuyu zaten tanıyor muydunuz?
Eric Cantona: Haklarında biraz bilgim vardı, ama esas olarak belgeselin yönetmenleri Gilles Perez ve Gilles Rof sayesinde birçok şey öğrendim. Beşi de hayranlık duyduğum müstesna kişiler, her birinin hikâyesi çok güzel.
- Onların yerinde olsaydınız benzer bir şekilde davranabilir miydiniz?
Savundukları değerler benimkilerle aynı. Ama benim iç savaş yaşamamış, nispeten demokratik bir ülkede yaşama şansım oldu. Başka türlü olsaydı bu tür bir mücadeleye girişebilir miydim? Hiçbir fikrim yok. Tek umudum onların cesaretine sahip olabilmek olurdu.
Asi, bir sisteme, iktidara, diktatörlüğe başkaldırandır. Futbol dünyasıyla sınırlı değil…
- Futbolu adeta yeniden icat edenlere de futbolun asileri denebilir mi?
Onlara yaratıcı demek daha doğru olur. Mesela, 1970’lerde yepyeni bir oyun sistemi geliştiren Ajax takımı…
- Ukrayna’da EURO 2012’de oynasaydınız “Free Timochenko” (Timochenko’ya özgürlük) tişörtü giyer miydiniz? (2005’ten 2010’a çeşitli dönemlerde Ukrayna başbakanı olan Yulia Timochenko yedi yıllık hapis cezasına çarptırıldı, nisan ayında açlık grevine başladı.)

- Futbolun apolitik bir spor olduğu görüşüne katılıyor musunuz?
Futbolun kendisi politik değildir. Fakat ihtiyaç olan dönemlerde bir oyuncunun ya da bir kulübün siyasî bir konuya angaje olması, bu yönde tavır alması çok önemli. Futbol oynamanın amacı bu değil, ama futbolcu olmak bazı konuları savunmayı mümkün kılıyor. Yanlış anlaşılmak istemem. Benim futboldaki amacım siyasî bir figür olmak değil. Ama bir birey olarak, tahammül edilmesi mümkün olmayan durumlarla karşı karşıya olduğunuzda ne yapacaksınız? Bizim Fransa’da, belgeselde bahsettiğimiz futbolcularınkine benzeyen mücadelelerimiz olmadı. Ama böyle mücadelelerin yasak olmaması lâzım. Kulüp yöneticilerinin oyunculara içlerinden geldiği gibi davranmalarının mümkün olmadığını söylemeleri normal değil. Herkes istediğini yapabilmeli ve kimse siyasî angajmanları nedeniyle formasından olmamalı.
- Bugün futbol dünyasında bir asi olmak, mesela son zamanlarda Fransız oyuncuların çoğunu rahatsız eden yüzde 75’lik vergi oranını prensip olarak kabul etmek olabilir mi?

- Peki King Eric. O zaman neye başkaldırmalı?
Açlıktan ölen, sokakta yatan insanların içinde yaşadığı sefalete. Elimizden geleni yapıyoruz diyoruz. Peki kendi hayatımızı riske atıyor muyuz? Ben atmadım, sadece kariyerimi riske attım.
- Bazıları millî marşı söylemeyen oyuncuların millî takımda oynamayı hak etmediğini söylüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Ben hiçbir zaman Marseillaise’i (Fransa millî marşı) söylemedim. Bazı oyuncuların söylememesini, yabancı kökenlilerin marşı ıslıklamasını hiç mi hiç iplemiyorum. Onlar da Fransa’yı seviyor. Sorun bir entegrasyon sorunu değil. Spor aynı zamanda biraz da provokasyondur. Her yerde ayrık otları vardır… Herkese her zaman ahlâk dersi vermeyi bırakmak lazım. Bu ahlâkçılardan fazlasıyla var zaten.
Benim hiçbir zaman modellerim olmadı. Bana insan olarak ilham verenler oldu, bazen ufacık bir cümleyle. Bazen ünlü kişiler, bazen de sokaktaki biri. Genç takımdan bir antrenör, annem, babam, ailem, kendimi geliştirmeme yardımcı olan arkadaşlarım… Ama örnek aldığım bir model yok. Göğsüme Che dövmesi yaptırmadım. Sadece adaletine ve doğruluğuna inandığım değerlerim var.
- Filmdeki beş asiden biri olan Drogba yılda 12 milyon euro karşılığında Shanghai takımına imza attı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Drogba ülkesi adına mücadele eden biri. Peki, bunun yanında Çin’e gitmek iyi bir fikir mi? Kendi adıma, ben olsaydım gitmezdim demek isterim. Ama hakikaten gitmez miydim? Aslında bilemem…

Futbol business’ından bahsediyorsak, onu çevreleyen faktörleri de konuşmak lâzım. Futbol, toplumun bir yansıması. Bununla mücadele etmek gerekir mi? Evet. Peki neden sadece futbolcular suçlanıyor? Bütün sistemi gözden geçirmek lâzım: Futbolcular kendilerini de şartlandıran bir sistemin baş aktörleri. Sadece onları yargılamak doğru değil. Televizyon kanalları onları seyredebilmek için milyonlarca euro ödüyor. Bence en ciddi tehlike, futbol temelde en popüler spor olduğu halde, bilet fiyatları yüzünden insanların maç seyretmeye stada gidememesi. Benim önerim, kulüplerin biletlerin bir kısmını çok daha makûl fiyatlara ayırmak zorunda bırakılması. Futbol business’ının en büyük sorumlusu medyatikleşme. Bu derece medyatikleşme olmasa, böyle paralar dönmez. Kendini sorgulaması gereken siz gazetecilersiniz. Bütün kötülüğün temelinde ticarî değerleri insanî değerlerin üzerinde tutan medyatikleşme yatıyor.
(Express)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder