- Jon Lord (1941 – 2012): Zamanda Gezinen Çocuk
- Kara Tren: İlhan Mimaroğlu (1926 – 2012)
***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** *****
Korsanlar düzeninde kurumsuz bir punk: Kathy Acker
Her tür pazarlığın yapıldığı, kuralların karşı karşıya gelen kişilerin arasında anlık belirlendiği, şiddetin, suistimalin, özgürlüğün alabildiğine yaşandığı korsan dünyası aslında gerçek dünya değil midir?
Düzen sağlanmış, ekonomi gelişiyor, aileler daha geniş mekânlara geçiyor, daha fazla imkânları oluyor, kalkınma gerçekleşiyor işte, peki neden daha fazla sayıda huzursuz ve bağımsız insan çıkıyor, neden dirlik ve düzeni tehdit ediyor insanlar? Neden yöneticilerinin, akıl vericilerinin, aile reislerinin istediği gibi davranmıyorlar da, kendi başlarına hareket etmeye devam ediyorlar? Neden kendilerine sunulan imkânları reddetme pahasına, kendi ahlaklarında ısrar ediyorlar? Halbuki tüm kurumların önderleri savaşlar(!) veriyorlar, başkalarından (!)alıp onlara getiriyorlar işte, neden kabullenmiyor bunu kendi kızları, oğulları, eşleri, çalışanları?
İşte iktidar arzusu ve bağımsızlık duygusu arasındaki bitimsiz mücadele. Aslında istenen kişilerin hangi koşullarda barınacaklarından çalışacaklarına, kimlerle evleneceklerinden nasıl çocuk doğuracaklarına kararlarını kendilerinin verebilmeleri.
Benim tarafım, kişinin tarafı: Kişinin bedeni, kişinin kararı
40’larda doğmuş, 90’larda ölmüş bir kadını hatırlatarak, güncel tartışmalara yaklaşmayı öneriyorum: Kathy Acker. William Burroughs çizgisinden ilerleyerek, yeraltı edebiyatının fütursuz dili haline gelmiş bir kadın, kişisel özgürlüklerimizin sınırlarını çizebilir: Kişi kendisine aittir ve kaderini kendisi belirler, başkalarının müdahalelerine ihtiyacı yoktur, ama başkaları fütursuzca kendilerinde başkalarının kaderlerini belirleme hakkını görebilmektedir, öyleyse o zaman başlar korsanların mücadelesi.
New York’un varlıklı evlerinden birinde doğmuş. Babası daha doğumundan önce annesini terk etmiş. Annesi kalburüstü bir beyefendiyle yeniden evlenmiş. Prensesler gibi yetiştirilmiş, hafif bir üveylik olsa da. Prenseslerin dünyası hiç de kolay değilmiş, katı ahlak ve davranış kuralları, bir sürü yapmacık kısıtlama. Muktedir insanların çocukları evlerinde özgür davranabilirler mi zaten? Olsa olsa göze batmayacakları alanlar bulabilirler kendilerine, o da kitaplara yönelmiş. Prenseslerin dünyasına uymayan bir dünyayı takip ederek: Korsanlar. Her tür pazarlığın yapıldığı, kuralların karşı karşıya gelen kişilerin arasında anlık belirlendiği, şiddetin, suiistimalin, özgürlüğün alabildiğine yaşandığı korsan dünyası aslında gerçek dünya değil midir?

Acker’ın yapıtları henüz Türkçe’ye ürkek bir iki deneme dışında kazandırılmadı. Belki sahaflarda Eurydice Ölüler Diyarında; Don Kişot ya da Annem İçimdeki Şeytan adlı kitaplarının eski baskılarını bulabilirsiniz. Yakında Burroughs’un yayıncılarından Sel de Acker basabilir, mahkemelerden fırsat bulabilirlerse.
(Sabit Fikir)
***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** *****
Jon Lord (1941 – 2012): Zamanda Gezinen Çocuk
Rock tarihinin en müstesna şahsiyetlerinden Jon Lord’u kaybettik. Bir ahbabımızın deyişiyle, Led Zeppelin’in tek eksiği, Deep Purple’ın Led Zeppelin’e en büyük üstünlüğü oydu. Türkiye gençliği için de birkaç kuşak boyunca rock’a giriş kılavuzu niteliğinde albümler yapan Deep Purple’ın efsanevî klavyecisi, hepimizi büyülü bir âleme davet eden başlıca simalardandı. “Rock’ta klavye olur mu, olmaz mı” gibi abes tartışmaların yıllarca hüküm sürdüğü Türkiye’de eleştiri okları belki bir tek onu muaf tuttu.
Jon Lord’un tarzı, bazı rock ve metal gruplarının klasik müziğe düşkünlüğüne, müziklerine orkestral düzenlemelerle bir tür meşruiyet ve görkem kazandırma çabasına benzemezdi. Halbuki bu yolu o açmış, Deep Purple’a daha 1969’da “Concerto For Group and Orchestra”yı yaptırmıştı. ‘80’lerde, ‘90’larda yaptığı solo çalışmalarında da klasik müziğe hâkimiyetini gösterdi. Ama, Deep Purple’ın birinci döneminde, mesela “The Book Of Taliesyn”de grubun sound’unu Hammond’larla sarıp çerçevelerken blues duygusunu büyük bir maharetle çeşitlendirip rock’un en şahsiyetli terkiplerinden birini yaratmıştı. 1971’in nefis “Fireball” albümündeki nefis caz-blues sound’u, yine ancak onun parmaklarından çıkabilirdi. Grup 1970’in “In Rock”uyla, 1972’nin “Machine Head”iyle daha sert sulara dalarken Jon Lord’un Hammond’ı, Ritchie Blackmore’un gitarına, Ian Gillan’ın sesine anlam kazandıran başlıca unsurdu. ‘70’lerin progresif klavye grupları dahil hiçbir klavyeci, rock orgunda onun eline su dökemedi. Kendini grubun bütünlüğü içinde eritmesini de bildi ama, başlı başına bir karakter ve yetenek abidesi olarak rock’un Pantheon’undaki en saygıdeğer şahsiyetler arasında yerini aldı.
16 Temmuz’da, 71 yaşında kaybettiğimiz büyük usta, 1970’lerden başlayarak en az üç kuşağı rock’a kazandırdı, saflar onun benzersiz sololarıyla sıklaştı. Ne mutlu ki Türkiye’deki hayranları da onu birkaç kez canlı izleme şansına kavuştu. Nur içinde yatsın.
Deep Purple – “Child In Time”
(Express)
***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** *****
İlhan Mimaroğlu (1926 – 2012)
İlhan Mimaroğlu’nu nasıl tarif etmek gerek? Besteci, yazar, film ve müzik eleştirmeni, müzik tarihçisi, radyo programcısı, prodüktör, gazeteci ve huysuz. Bütün bunlar bir yana, hukukçu. Sadece “elektronik müziğin mucidi” demek bile büyüklüğünü anlatmaya yeter. Dün sabah, yıllardır yaşadığı New York’ta dünyaya gözlerini yuman Mimaroğlu böyle biri işte.
1945’te, henüz 19 yaşındayken müzikle ilgilenmeye başlamış, 1955’te Rockefeller bursuyla Amerika’ya gitmiş, New York’taki Columbia Üniversitesi’nde okumuş, oradan dönmemiş. Oradaki kariyerini anlatmaya satırlar yetmez, merak eden bulup okur. Guggenheim ödülüyle taçlandırılan, dünya müziğini etkileyen yoğun bir dönem bu. Yayınlanan onlarca bestesinin yanında Nino Rota ile müziklerini yaptığı Fellini filmi “Satyricon”u unutmamak gerek.
Bilhassa elektronik müzik üzerine çalışan Mimaroğlu, bunun kitabını da yazdı. “Elektronik Müzik” (Pan Yayıncılık, 1991) tek kitabı değil: “Günsüz Günce” (1989), “Ertesi Günce” (1994) ve “Geldim Gördüm Geçtim Gittim” (1999), onun Pan tarafından yayınlanan, muhakkak okunması gereken kitapları. Bir de tuhaf ütopyası “Yokistan Tasarısı” (1997) var. Cumhuriyet’teki yazılarını topladığı “Karşı Köşe”yi de (İyi Şeyler Yayıncılık, 1996) unutmayalım. İlk kitabı, ilk Amerika seyahatini takiben Ankara’da kendi bastırdığı ve John Marshall’a ithaf ettiği “Amerika Sesleri / Bir Musiki Yolculuğu Notları” (1956). Sonrasında “Caz Sanatı” (Yenilik Yayınları, 1958), “Musiki Tarihi” (Varlık Yayınları, 1961) ve “11 Çağdaş Besteci” (Forum Yayınları, 1961) var. Üçü de henüz aşılamamış kaynak kitaplar. Sonuncusu hariç diğerlerini bulmak güç. Kalemi kıvrak, dili keskin, zaman zaman cümleleri bomba etkisinde. Huysuzluğu bilhassa güncelerine sinmiş, Sting’den Martin Scorsese’ye, Mozart’tan Galatasaraylılara herkes iğnelerinden payını almış! Uçakta sigara içirmedikleri için New York’tan İstanbul’a gelmeyen, 1997’deki son seferinde tanışma şansına eriştiğim ve huysuzluğunu bizzat etüd ettiğim bir büyük “insan”dı Mimaroğlu.
Şunları da ekleyelim: İlhan Mimaroğlu, soyadından da belli olacağı üzere Mimar Kemaleddin Bey’in oğlu. Modalı. Klarnetçi. Memleketin ilk caz grubu olan Necdet Alpün Orijinal Oktet’in kurucularından. ‘60’ların ikinci yarısında,“kardeşi” Aykut Sporel’in plak firması Ezgi’nin yayınladığı masal plaklarını da müziklemiş. Pop ve rock dünyasına pek çok ismi kazandıran, soul’un kalesi olan Ertegün’lerin Atlantic’inin önemli prodüktörlerinden. 16. İstanbul Caz Festivali’nde “Yaşam Boyu Başarı” ödülünü aldı, sigara meselesi yüzünden memlekete gelemediği için ödül Kerem Görsev tarafından kendisine iletildi.
Bugün kendisini tanımıyorsak bu bizim ayıbımız. Merak edenlere son bir tüyo verelim: Kayıt altına alınmış bütün bestelerini bizzat gelerek Borusan Müzik Kütüphanesi’ne bağışlamıştı. Türkiye için yaptığı son hayırlı işti bu. Gidip dinlemek, kitaplarını okumak, onu gelecek kuşaklara taşımak boynumuzun borcu.
(Express)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder