31 Temmuz 2012 Salı

ÇANTA DA Kİ LER


Teneke Trampet - Büyümeyi Reddeden Çocuğun Keşfettiği ''Birey''in Sesi

Korkunun Gölgesi, Vahşi Çocuğun Sesi - Oylum Yılmaz


Amanvermez Avni’den Süreyya Sami’ye -  A. Ömer Türkeş


Teneke Trampet - Büyümeyi Reddeden Çocuğun Keşfettiği ''Birey''in Sesi

Alman Edebiyatı’nın yaşayan kalburüstü imzalarından Günter Grass’ın 1959 yılında kaleme aldığı, Volker Schlöndorf tarafından beyaz perdeye aktarılan, yazarının dışında set ekibine de başarı kazandıran, Türkçeye Kamuran Şipal eliyle, çeviri ile yeniden yazma arasındaki bıçak sırtı ayrım gözetilerek aktarılan “Teneke Trampet”, büyümek istemeyen, hep çocuk kalmak isteyen Oskar üzerinden, hem Almanya’da hem de dünyada yaşanan çarpıklığın haritasını çizmiştir. Grass bu çarpıklığın “gerçek” anlamda “birey” olamamaktan kaynaklandığını düşünerek okuruna, Oskar’ı “birey” olmak için çaba harcayan bir çocuk olarak tanıtmıştır. Oskar; yaşını başını almışların, “ciddi” makamlara gelmişlerin, getirilmişlerin “birey” olamadıklarını, kendilerini; sorumluluklarının bilincinde olan insanlar olarak var edemediklerini, sorumsuzluklarının felaketler doğurduğunu görerek hep çocuk kalmayı istemiştir. Çünkü bir çocuk olarak o, “gerçek” anlamda “birey” olmanın büyümeden başladığına inanmaktadır. Bu inancı Oskar’da filizlendiren müzik olmuştur ancak; bu müzik ete kemiğe bürünmesini, sınırları belirlenmiş bir notasyona borçlu değildir. Bu müziğin odağında, esere adını veren ve tenekeden yapılmış trampet vardır ve Oskar, trampetini belirlenmiş sınırları ihlal ederek, ondan “gürültü” çıkararak, çığlık atarak çalarak kendi müziğini su yüzüne çıkarmış ve dolayısıyla “bireysel” duruşunun zeminini hazırlamıştır. Oskar’a çığlıklar eşliğinde trampet çaldırarak, “gürültü” yaptırarak Grass; sokaklara caddelere, şehirlere Almanya’ya ve dünyaya yayılan yapay gürültülerle ve bu tür gürültülerin davetiye çıkardığı felaketlerle, felaketler değirmenine su taşıyanları es geçmeden, deformasyon mağduru insanların değil, “birey”lerin çoğalması umuduyla hesaplaşmayı istemiştir. Bu eserin güncelliğini vurgulamak amacıyla kendisine “TENEKE TRAMPET” adını vererek kurulan ve ilk albümü “İZİN VERME”yi, 2012 yılında, Kalan Müzik’ten çıkaran grup, Türkiye’de yaşanan “birey” olamama ve “toplumsallaşamama” sorununa sabitlenen ve bu sorunlarla hesaplaşan bir müziği icra etmektedir. Kendilerini “Aktivist Müzisyenler” olarak tanımlayan isimleri bir araya getiren, “aktivist” olmanın tatlı sularda değil, tuzu geniz yakan denizlerin hırçın dalgalarıyla mücadele edilerek anlamını artıracağını, mırıldanmadan vurgulayan grup; sesini, ince ince işlediği estetiğin desteğiyle yükselttiği için “gürültü”, anominin değil kaosun rahminden düşebilmiştir. Kaosun karnavala dönüşmüş halinin resmini, dört duvar içinde değil sokakların caddelerin ortasına “ötekileştirme” mekanizmasına tutsak edilenleri çağırarak çizen grup,sesini yükseltmesine, koyu, kopkoyu kalemini, kelimelerin altında sert bir şekilde ilerletmesine rağmen cinsiyetçiliğin zaafına düşme tehlikesiyle yüzgöz olmamıştır. Propagandanın sığ sularında kulaç atmadan dinleyicisine, artık “İZİN VERME” diyerek, neo-liberalizme ve onun yapışık ikizlerine karşı oluşturulması gereken cepheye dinleyicisini, türler arasında turlayarak çağırırken, “çocukluk” adı verilen etiketten, “gerçek” anlamda “birey” olabilmek için çocukken uzaklaşılması gerektiğini dizeler üzerinde vurgulayan; Arkadaş Zekai Özger, Abdülkadir Bulut gibi şairlere de sımsıcak dost selamını gönderen “TENEKE TRAMPET”; biçimsizliğin biçim olarak sunulduğu ortamların olabildiğince uzağında duranların “gerçek” hikayelerini anlatmak için perdesini kapatmamıştır. Perdenin her daim açık olması için, onu “bezden bir parça”, ondan yansıyanı, “öylesinebirarayagetirilmişanlartoplamı” olarak görmeyen, aynı zamanda içtenlikli bir okur olduğunun bilincindeki dinleyicinin enternasyonalist bir küme oluşturması gerekmektedir.

 Teneke trampet
 “İzin Verme”
 Kalan Müzik/2012




*************************************************************************


Korkunun Gölgesi, Vahşi Çocuğun Sesi -  Oylum Yılmaz 
''Çocukluğun tüm o tekinsiz gölgelerinin içine girip çıkıyor, yüzümüze doğru, gözümüzün içine baka baka vahşi bir kahkaha atıyor. Ve aslında bu tür bir hikayede geçebilecek korku öğelerine neredeyse hiç yer vermeden, korkutuyor.''

Küçük çocuk... Küçük çocuk insanın içinde yaşayan sihirbaz, küçük çocuk insanın içinde yaşayan uslanmaz, küçük çocuk insanın içindeki o oyuncu saf kötülük… Gerçek ve bir o kadar olağanüstü… Küçük çocuk, yetişkin olduktan sonra sanırız ki bir başkasıdır; sanırız ki biz olmayan, ben olmayan her şeydir. Ancak fena halde yanılırız… Korku edebiyatının sıra dışı isimlerinden Jonathan Carroll bu körü körüne yanılmanın romanını yazıyor Gölgemizin Sesi'nde. Çocukluğun tüm o tekinsiz gölgelerinin içine girip çıkıyor, yüzümüze doğru, gözümüzün içine baka baka vahşi bir kahkaha atıyor. Ve aslında bu tür bir hikayede geçebilecek korku öğelerine neredeyse hiç yer vermeden, korkutuyor. Çünkü bir yazar olarak en büyük korkumuzun sadece ve sadece kendimizle karşılaşmak, içimizdeki doğal yokediciyle karşılaşmak olduğunu pekala biliyor…

Dünya Fantazya Ödülü, İngiliz Fantazya Ödülü, Bram Stoker ve Pushcart gibi pek çok edebiyat ödülünün sahibi Jonathan Carroll. Amerikalı yazar okuma yıllarının hemen ardından yaşamaya seçtiği Viyana’ya götürüyor bizi Gölgemizin Sesi ile. Viyana’nın tarihin içinde yaşayan, soğuk, karlı ve büyüleyici atmosferine körleştirici bir aşkı katarak etkileyici bir korku hikayesi örüyor. Kahramanımız Joey Lennox, Amerikalı orta sınıf bir ailenin küçük oğlu. O, uslu, saf ve silik olan. Ağabeyi Ross ise deyim yerindeyse küçük bir şeytan. Çocukların yetişkinler tarafından anlaşılamayan ya da hoş görülen türlü çeşit entrikalarının, zalimliklerinin, işkencelerinin kralı. Dolayısıyla ailesinin onunla başı dertte gibi. Ama asıl kurban Joe. Hem fiziksel hem de ruhsal işkencelerinden bolca nasibini alıyor ağabeyinin. Ta ki Ross’un ölümüne istemeden de olsa sebep olana dek.

Görünüşte olmasa da (okulunu bitiriyor, bir yazar oluyor ve normal bir hayata devam ediyor), ruhsal olarak büyük bir değişim demek elbette ki bu Joe için. Önce ağabeyi ve onun gibilerin takıldığı küçük gençlik çetelerini anlattığı öyküsü oyunlaştırılıp çok meşhur oluyor. Sonrasında ise tüm bütün bunlardan kaçmak için Viyana’ya sığınıyor. Viyana demek kısa süre içinde bu şehirde tanıştığı olağanüstü bir çift demek haline geliyor Joe için. Paul ve İndia Tate çiftinin adeta müptelası oluyor. Entelektüel, akıllı, zarif ve çok eğlenceliler… Joe’nun İndia’ya aşık olması çok uzun sürmüyor elbette ve Paul’ün de bunu keşfetmesi… Tek sorun bir gün hiç beklenmedik bir anda Paul’ün ölüvermesi. En fenası da yasak aşıkların hayatlarını zehir etmek için geri gelmesi…

Joey için hayat bu noktadan sonra ölümcül derecede sinir bozucu oyundan başka bir şey değil. Yanan kuşlar, vahşileşen köpekler, olmadık zamanlarda gelen tehditkar mesajlar ve ölüp ölüp dirilen sevgili sinir bozucu dostu Paul. Ancak bu karşılıksız oyun içinde yapabileceği, yapması gereken çok önemli bir şey var: Karanlık geçmişine, yani içine tarafsız olarak
bakabilmek, üzerine itinayla bir perde çektiği ağabeyi Ross’un ölümünü tüm çıplaklığıyla yeniden değerlendirmek, İndia’ya karşı gerçek ve temiz bir aşk duyup duymadığını anlayabilmek. Ve zorunlu New York ikameti sırasında beklenmedik bir şekilde karşısına çıkan Karen ile yasak aşkı İndia arasında sağlıklı bir seçim yapabilmek.

Ross, İndia, Paul ve Karen. Kim bu insanlar? Hayatın tesadüfleri sonucu kahramanımızın karşısına mı çıktılar? Ya tesadüf diye bir şey yoksa? Ya, hepsi birden Joe’nun bir parçasıysa, bilinçaltının çeşitlemeleri ya da ayrı ayrı düzenlenmiş küçük bir oyunun oyuncuları? Cevabı söyleyip, hikayenin tadını kaçırmak istemem. Ancak romanın temel sorularından birinin bu
karakterlerin gerçekte kim oldukları ve neye hizmet ettikleri düşüncesi üzerine sorulduğunu söyleyebilirim.

Jonathan Carroll, Gölgemizin Sesi'nde gerçekte olağanüstü olanın insanın içindeki karanlık olduğunu ima ediyor sanki bize, daha doğrusu insanın içindeki karanlığı fark edip onunla yüzleşmesinin serüveninin hikaye değerini vurguluyor. Bunu da oldukça sade bir dil ve anlatım biçimiyle okuruna aktarmayı başarıyor. Üstelik diyebilirim ki, Jonathan Carroll’ın son derece eğlenceli bir üslubu da var. Komiklik ile tüyler ürperticilik arsında bir ip cambazı gibi gidip gidip geldikçe, okurların da yüreği hop ediyor. Kısacası son derece farklı bir tarzda korku edebiyatının hakkını veriyor. Yazarı tanımak için iyi bir fırsat.


Gölgemizin Sesi
Jonathan Carroll
İthaki Yayınları


*************************************************************************


Amanvermez Avni’den Süreyya Sami’ye -  A. Ömer Türkeş 
''Sessiz ve sedasız, hatta buruk ve hüzünlü bir son. Ancak hiç de sönük değil. Hayatın içinden seçilmiş bir hikayenin Holywood filmlerin andıran bir sonla noktalanması bu romana ve roman kahramanına doğrusu hiç yakışmazdı.''
Barış Uygur’un ilk romanı Feriköy Mezarlığı’nda Randevu, adından da kolayca anlaşılacağı gibi, polisiye tarzında yazılmış. Her ne kadar roman kariyerine bu romanıyla adım atsa da Barış Uygur yazmak konusunda deneyimli bir isim. 1978 Eskişehir doğumlu Uygur’u 1996 yılından bu yana Pişmiş Kelle, Gırgır ve Alarm dergilerinde yazdığı haftalık mizah yazılarından tanıyoruz. Halen Uykusuz dergisine yazılarıyla katkıda bulunuyor. Feriköy Mezarlığı’nda Randevu'nun ilk bölümlerinin 2004 yılında Otium internet sitesinde tefrika olarak yayımlandığını ve Barış Uygur’un karizmatik değilse bile sevimli roman kahramanı Süreyya Sami’nin maceralarını sürdürmek niyetinde olduğunu da ekleyelim.

Oyun İçinde Oyun

Kahramanımız Süreyya Sami demiştik. Babasının meslek sahibi olması için polis kolejine yazdırdığı, ardından polis akademisini bitiren ama kişiliğine hiç oturmayan mesleğine bir türlü ısınamayan Süreyya, 8 yıllık mecburi hizmetini tamamladıktan sonra meslekten ayrılmış. Yaklaşık 30’lu yaşlarını süren, yakışıklı sayılabilecek bir adam. Anne ve babasını kaybetmiş. Zeytinburnu’nda onlardan miras kalan evde oturuyor. Mahalle berberi, bakkalı, kapı komşuları dışında pek bir arkadaşı da yok. Kısacası ne mali durumu ne özel hayatı hiç iç açıcı değil.

Meslekten ayrılmış ama mali durumunu toparlayamamış. Duvar kağıdı döşemesinden tutun da tesisatçılığa kadar elinden her iş gelen, ekmeğini zaman zaman komisyonculuk ya da boya badana işlerinden kazanan kahramanımız kırk yılın başı birilerinin başı derde girdiğinde dedektiflik rolüne de soyunuyor. Elbette detektiflik yasal bir meslek değil. Bu nedenle bürosu yok. Ama teşkilattaki eski ilişkileri sayesinde özellikle kayıp vakalarını sonuçlandırmakta başarılı.

Politikayla ilgilenmiyor, daha doğrusu gözü bazı konulara tamamiyle kapalı. Günlük gazete okumak yerine halk kütüphanelerinde eski gazete arşivlerine göz gezdirmeyi, çok ağıra kaçmamak şartıyla roman okumayı seviyor. Bu maceradaki güzel kadının tavsiye ettiği filmi izlemek içn teknolojiyle yakınlaşması, yeni çıkan DVD cihazlarından satın alması, sonraki maceralarında Süreyya Sami’nin iyi bir film izleyici olacağının habercisi… Aslında teknolojiye uzak; cep telefonu kullanmıyor, bilgisayarlardan hiç anlamıyor. 2002 yılında yeni yeni yaygınlaşan bu teknolojik araçlardan yararlanmak için gençten bir arkadaşının -Fikret’in- yardımına başvurmak zorunda.

Edebiyatımızn bu yeni detektifiyle artık tanıştık. Sözü uzatmadan bu ilk macerasının başlangıcına gidelim. Hikaye genç, güzel ve kocası sayesinde zengin bir kadın olan Deniz Cengiz Deren’in, kocası 2002 Dünya Kupası’nda Türkiye–Senegal çeyrek final maçını seyrederken alışveriş için evden çıkıp geri dönmemesiyle başlıyor. Kadının kocası tanınmış spor yazarı Kemal Deren polisi gitmek karısının hayatını tehlikeye atacağı için Süreyya Sami’nin kapısını çalıyor ve sevgili karısının bulunmasını istiyor. Ücret dolgun, Deniz Deren kaçırılmış mı yoksa evi terk edip gitmiş mi anlamak zor.

Son göründüğü saatte Doğan görünümlü bir Şahin’e binip gitmesi kadının tarzına hiç yakışmadığından, Süreyya Sami olayın bir kaçırılma vakası olabileceğini düşünür ve işe koyulur. Ancak Kemal Deren’in karısı hakkında verdiği bilgiler son derece yetersizdir. Sadece kadının ailesi ile hiç görüşmediği ve pek azı arkadaşı olduğu bilgisini edinir Süreyya Sami. Deniz’in en yakın arkadaşı EmelYunak’la görüşmeye gittiğinde ise kadının güzelliği ve gösterdiği yakın ilgi karşısında şaşkınlığa düşecek, ilk randevusuna giderken acemi bir aşık gibi heyecanlanacaktır.

Süreyya Sami birkaç ufak ipucunu ve Fikret’in cep telefonu istasyonlarından elde ettiği birkaç bilgi kırıntısını değerlendirdiğinde olayın çözümüne yönelik büyük bir adım atar. Deniz hakkındaki sırlar aralanmış, kadının –tahimin etmekte hiç zorlanmadığımız- karanlık geçmişi ve kaçırılma vakası büyük oranda aydınlanmıştır. Düğüm bir gece vaktı Feriköy Mezarlığı’nda çözülecektir…

Polisiye Parodisi

Feriköy Mezarlığı’ndaki final roman adının çağrıştırdığı kanlı, gerilimli sahnelerden hiç birini barındırmıyor. Eğer Mayk Hammer olsaydı mutlaka 45’liğini konuşturur, “elveda bebek” tarzında bir şeyler gevelerdi. Süreyya ise kırık dökük duygularla kapatacaktır bu macerayı. Sessiz ve sedasız, hatta buruk ve hüzünlü bir son. Ancak hiç de sönük değil. Hayatın içinden seçilmiş bir hikayenin Holywood filmlerin andıran bir sonla noktalanması bu romana ve roman kahramanına
doğrusu hiç yakışmazdı. Feriköy Mezarlığı’nda Randevu aman vermez detektiflerin, şiddetin, ölümün kol gezdiği -yazılı ve görüntülü- “sert” dizilerin tersine bir yol zliyor. Daha doğru bir tanımla o tarz polisiyelerin parodisini yapıyor.

Romanın parodik yapısı için hikayesini ve kahramanını sözünü ettiğim sert polisiyeler ve detektifleriyle karşılaştırabiliriz. Ama o işe kalkışmak yerine roman kahramanımızın ismine bakmak bile yeterli olabilir. Zaten Süreyya Sami ismini polisiyeseverler çoktan hatırlamıştır. Barış Uygur Osmanlı döneminin ünlü polisiye yazarı, Amanvermez Avni’nin yaratıcısı Ebüssüreyye Sami’den almış kahramanın ismini. Hem ustaya uzaktan bir selam çakmış hem de romanın tüketilebilirliğinin şifresini vermiş. Gerçekten de Feriköy Mezarlığı’nda Randevu'yu elime aldığımda hiç şaşırmadım. Polisiye kurgusunu mizah gücüyle zenginleştiren, anlattığı çok gerçekçi ve sade hikayesiyle benzerlerindeki zorlama gerilim öğesinin beyhudeliğini açığa çıkaran Uygur, hikaeye ve toplumsal hayata denk düşen bir detektif tiplemesi çizmiş.

Hikaye gazetelerin 3. sayfa haberlerine yakışan bir kayıp olayı etrafında gelişiyor. Biliyoruz ki bu haberlerin muammaları pek çetrefilli değildir. Olayların nedeni ya paradır, ya aşk ya da kıskançlık… Çözümü içinse akıl yormaya, Sam Spade ya da Mayk Hammer taklidi “hard-boiled” çağından çıkıp gelmiş detektiflere ihtiyaç yoktur. Doğrusunu isterseniz hayatın her alanının kriminalleştiği bir ülkede cinayeti oyun haline getiren polisiye romanlara da ihtiyaç yoktur…

İşte böyle bir fikriyattan hareketle, polisiye edebiyatın karizmatik yalnız kurtlarının yerine detektif rolünü sinik, çenesi düşük, “looser” diyebileceğimiz Süreyya Sami’ye vermiş Uygur. Özel detektifin gözü takip ettiği olaydan çok içinde yaşadığı hayatın/toplumun ayrıntılarını didikliyor. Arka planına ise 2002 yılının karakteristik olaylarını yerleştirmiş. Poltikayla, güncel olaylarla ilgilenmediğini söylemekle birlikte, Süreyya Sami bilip de bilmezen gelme sanatını icra ederek, gözlemlerini ve yorumlarını sıradan bir vatandaş bakış açısıyla yapmaya çalışıyor. Eleştiriler satır aralarında. Detektifin merceğinden Sosyal Sigortalar Kurumu’nun işleyişinden adalet mekanizmasına, polis teşkilatının eğitimiyle,sorgulamasıyla, kötü muamelesiyle içler acısı halinden futbol dünyasındaki çirkinliklere, rüşvet müeessesinin yaygınlığından adalet mekanizmasının arızalarına, fuhuşa, yozlaşmaya temas ediyoruz. Bu toplumda yaşayan herkes gibi Süreyya Sami'de kirlikten kendi payına düşeni almış bir roman kahramanı. Ancak yine de kendine göre bir vicdanı ve ahlakı var. Sonunda köşeyi dönmeyi kendine yediremeyecek ve bildiği yolda yürümeyi sürdürecektir…

Sonuçta Feriköy Mezarlığı’nda Randevu'yu sevdiğimi söyleyebilirim. Kuşkusuz eksikler de var; serinin devamında belki yazara faydası dokunur düşüncesiyle göze değen ufak tefek kusurları da sıralayalım.

En önemlisi hikayenin yapısıyla ilgili; 172 sayfalık kısa bir romanda az sayıda insan tipi ile yapılan kurgu olayı detektiften önce çözmemize neden oluyor. Her ne kadar roman muamma üzerine kurulmamış, parodik bir yapı gözetilmiş olsa bile Kemal Deen, Deniz Cengiz Deren, Emel Yunak, Bar işletmecisi Orkan ve Süreyya’nın yardımcısı Fikret’ten kurulu kadro böyle bir hikayeyi taşımak için çok yetersiz. Öyle ki, isimlerinin geçtiği cümle sayısı göz alındığında mahalle bakkalı ve mahalle berberi bile istatistiksel açıdan roman karakteri sayılabilir.

Bir diğer eleştiri uzun cümle yapılarının zaman zaman ifade bozukluğu yaratması. Mesela olmak sözcüğünden türemiş pek çok sözcüğü barındıran şöyle bir cümle; “Ama şüphesiz ki herhangi bir şey olmadığım, olamadığım gibi istatisikçi de değilim ve sayılarla başım oldum olası dertte olduğu için hiç anlamadığım bu konulara girmesem sanırım daha mantıklı olur.”

Barış Uygur’un bu türden aksaklıkları kolayca gidereceğinden ve Süreyya Sami’nin bundan sonraki maceralarının daha başarılı olacağından hiç kuşkum yok.


Feriköy Mezarlığı'nda Randevu
Barış Uygur
İletişim Yayınevi




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder