27 Temmuz 2012 Cuma

ÇANTA DA Kİ LER


Farklı Bir Biyografi; Virginia Woolf

‘Muzır’ Palahniuk'un Cüretkar Pigme’si - Selçuk Uygur

Bir Daha Yaşanmasın Diye - A. Ömer Türkeş

10 Romanla İstanbul’u Okumak - Elçin Çavuş


******************************************************

10 Romanla İstanbul’u Okumak - Elçin Çavuş

İstanbul sonu yazılmamış, henüz tamamlanmamış bir roman gibidir. Zira her köşesinden, her penceresinden, her tepesinden başka başka görünür. Her romanda farklı bir İstanbul çıkar karşımıza. Her roman ayrı bir sokağa, ayrı bir döneme, ayrı bir İstanbul’a kapı açar.

Bu şehir hakkında yazılıp çizilenlerin üzerine yeni bir şey söylemek gerçekten güç. Çünkü İstanbul binlerce yıllık bir tarihtir, hem pembe gözlüklü rüyadır hem kabus. Hem aşktır hem sürgün. Hem yaşamdır hem de ölüm.

Onu konu alan cilt cilt ansiklopediler, anılar, incelemeler, şiirler, içinde geçen yüzlerce roman varken, her İstanbullunun hayatı ayrı bir romanken aşağıdaki liste elbette yetersiz kalır. Bu haliyle bizimkisi naçizane bir deneme, ilk akla gelenleri listeleme olabilir ancak. Sadece seçtiğimiz bu 10 romanla edebiyatta kısa bir İstanbul turuna çıkmak istedik.




İstanbul’un Bir Yüzü - Refik Halit Karay

İkinci Meşrutiyet ve Birinci Dünya Savaşı’nda geçen roman o dönemin değişim rüzgarına kapılan farklı bir İstanbul anlatıyor bize. Bizi bu değişime ayak uydurmaya çalışan İstanbullularla tanıştırıyor. İstanbul’da yitip giden, sönen ve aynı zamanda parlayan insanlarla…





Üç İstanbul - Mithat Cevdet Kuntay

Aynı kent, aynı insanlar, aynı siluet ama üç farklı İstanbul. İstibdat, meşrutiyet ve mütareke dönemlerinin şehre yansımasının anlatıldığı kitapta dönemin sosyal hayatını ve İstanbul’unu okuyoruz.





Huzur -Ahmet Hamdi Tanpınar

Tanpınar’ın Huzur’unda Mümtaz ve Nuran’dan sonraki başkahraman İstanbul’dur. Kent onların aşklarının içine işlemiş, aşklarının müsebbibi olmuştur.

Üstelik, “Mümtaz için kadın güzelliğinin iki büyük şartı vardı. Biri İstanbullu olmak, öbürü de Boğaz’da yetişmek. Üçüncü ve belki en büyük şartı tıpkının tıpkısına Nuran’a benzemek, Türkçeyi onun gibi teganni edercesine konuşmak…”tır.




Esir Şehir Üçlemesi - Kemal Tahir

Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu ve Yol Ayrımı kitaplarından oluşan üçleme işgal yıllarında geçiyor. Kemal Tahir’in kaleminden çıkan bu görkemli eserde biz, esareti de hürriyeti de, fetihleri de savaşları da görmüş geçirmiş olan İstanbul’un sokaklarında dolaşır, buhranın göbeğindeki esir şehrin esir kahramanlarıyla tanışırız.




Ağır Roman - Metin Kaçan

Metin Kaçan’ın ünlü romanı İstanbul’un görmezden gelinen, baş çevrilen taraflarına ayna tutuyor ve bizi İstanbul’un arka sokaklarına götürüyor. İstanbul’un bambaşka bir diliyle, rengiyle, altkültürüyle yüz yüze getiriyor, belki de gerçekleri yüzümüze çarpıyor.

Ve Berber Ali şöyle diyor; “Bak oğlum burası şehir. Düşene bir tekme de sen atacaksın. Yemek buldun mu yiyeceksin, dayak buldun mu kaçacaksın. Herkesin içinde karı gibi gülmeyeceksin.”





Boğazkesen: Fatih’in Romanı Nedim Gürsel

İstanbul’u okumak elbet uzun bir mesai ister. Fethi okumadan geçmek, Fatih’in İstanbul’una bakmadan da olmaz. Son dönemde tarihi romana duyulan ilginin artmasıyla yazılan romanlar artsa da Nedim Gürsel’in Boğazkesen romanını ayrı bir yere koymak gerekiyor.




İstanbul Bir Masaldı - Mario Levi

Mario Levi’nin İstanbul gibi kalabalık bir kadroya sahip romanında Yahudi bir ailenin gözünden İstanbul’u okuyoruz. Her zaman karşılaşabileceğimiz bizden hikayeleri ve içe işleyen samimi anlatımıyla İstanbul’un masalı.

“Benim İstanbul’um bir masaldı… Bu masal benim hikayemdi… Bu masal ‘onların’ hikayesiydi… Bu masal bizim hikayemizdi… Bu masal sizin hikayenizdi…”





Leyla’nın Evi - Zülfü Livaneli

Leyla ve Roxy iki farklı dünyada iki farklı İstanbul’da yaşarlar aslında. Onların tek ortak noktası ise yalnızlıklarıdır ve farklılıkları. Yakınlaşmalarına sebep olan da belki de budur. Eski İstanbul kültürüne ve insanlarına dair pek çok unsurun yer aldığı Leyla’nın Evi insana İstanbul’u yaşatıyor.





Masumiyet Müzesi - Orhan Pamuk

Diğer bütün özelliklerinin yanında Orhan Pamuk’la ilgili söylenebilecek bir şey varsa o da bir İstanbul romancısı olduğudur. Hemen hemen tüm kitaplarının yanı sıra, İstanbul - Hatıralar ve Şehir’le de Orhan Pamuk’un kitaplarına İstanbul sinmiştir. Masumiyet Müzesi ise İstanbul kokan romanlarından biri, zira Kemal’in aşkı sadece eşyada değil sokaklarda da hayat bulur, İstanbul’u da aşkının bir müzesine dönüştürür.




İstanbul Hatırası - Ahmet Ümit

İstanbul Hatırası romanının başkahramanı İstanbul... İstanbul Hatırası, yedi yönetici ve yedi farklı olay üzerinden okurları farklı zamanlarda ve mekanlardaki İstanbul'da dolaştırıyor. Hikaye örgüsünün yanı sıra kitabın en önemli özelliklerinden biri de İstanbul hakkında detaylı bilgi içermesi...


******************************************************

Bir Daha Yaşanmasın Diye - A. Ömer Türkeş

Bir Dersim Hikayesi’nin önsözünde Murathan Mungan böyle bir kitabın ortaya çıkış nedenini şöyle özetliyor: “Kendisi farkında olsun ya da olmasın bu ülkede herkesin bir Dersim hikayesi vardır. İlle de içinde olmaları gerekmez. Bazen bir ucunun kendisine değdiğini bile bilmeden yaşayıp gitmişlerdir. Ben de bu kitap için yazarlardan bunu istedim: Bir Dersim hikayesi anlatmalarını...”

Ahmet Büke, Yalçın Tosun, Ayhan Geçgin, Cemil Kavukçu, Behçet Çelik, Ayfer Tunç, Burhan Sönmez, Hatice Meryem, Şule Gürbüz, Hakan Günday, Ayşegül Çelik, Haydar Karataş, Murat Yalçın, Murat Uyurkulak, Gaye Boralıoğlu, Karin Karakaşlı, Sema Kaygusuz, Yavuz Ekinci, Seray Şahiner, Murat Özyaşar, Jaklin Çelik, Gönül Kıvılcım ve Barış Bıçakçı… Onlar da Mungan’ın çağrısına yanıt vermişler ve kendi Dersim hikayelerini anlatmışlar. Böylelikle 1938 Dersim katliamını, açtığı yaraları, bellekte bıraktığı izleri yansıtan tematik bir kitap çıkmış ortaya.

Dehşetin ve İmhanın Yaşandığı Yer: Dersim

Kimi yazar doğrudan 1938’de meydana gelen olaylar üzerinde durmuş, kimisi olayın birinci dereceden tanıklıklarının yaşadığı travmalara yoğunlaşmış, pek çok yazar da yalan ve suskunlukla kuşatılan bu felaketi rastlantıyla öğrenen yeni kuşakların algılarını ele almış. Kitapta yer alan öyküler herkesin bir Dersim hikayesi olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

Öyküler üzerinde teker teker durmaya gerek duymuyorum. Sadece edebiyat açısından çok doyurucu bir öykü seçkisi olduğunu söylemekle yetineceğim. Doyuruculuğun ötesinde, çok da etkileyici hikayeler. Tıpkı başka zulüm hikayeleri karşısında hissedilebilecek türden bir etkilenme, etkilenmenin yanına gerçek bir dehşet görüntüsüne yakından bak­manın yarattığı utanç duygusunu ilave etmeli.

İnsanın insana yaptığı zulmün sergilendiği her yerde –edebiyatta, sinemada, resimde- çelişkili bir durumla yüz yüze kalırız; seyirci olmak ya da o görüntüye bakamayan bir korkak. İnsan gibi insan olmak, yani olayın mağdurlarıyla empati kurmak, tarihle yüzleşmek, sorumlulardan hesap sormak ve gecikmiş de olsa adaleti talep etmek ise başka bir seçenek. Bir Dersim Hikayesi’ndeki öyküler işte bu seçeneğe zorluyor okuyucuyu.

Geçtiğimiz aylarda ansızın tartışmaya açılan Dersim katliamı açıldığı hızla kapanmış, Dersim bir kez daha tarihin ve belleklerin derinlerine yollanmıştı. Şaşırmadık; son otuz yıldır Türkiye gündemini belirleyen Kürt meselesi hiçbir çözüm üretilmeksizin bütün yakıcılığını korur, Uludere katliamının hesabı verilmezken Dersim’i gündeme getirmek hem bugünü hem yakın geçmişi kuşatma seferberliğinden, siyasi bir manevradan başka bir şey değildi. Gerçekse bambaşka; bu coğrafyada ‘acıların ikonografisinin uzun bir geçmişi, deyiş yerin­deyse bir soyağacı var’. Kürt meselesi Dersim’i de kapsayacak şekilde Osmanlı’dan beridir kanayan bir yara, kesintisiz bir süreç. Bu öylesine bir yara ki devletin kesintisizliğini de çıkarıyor ortaya. 20. yüzyıl ‘Ermeni Tehciri’ ile başlayan, İstiklal Mahkemeleri, Kürt isyanları ve tenkil-tedip hareketleri ile süren, 6/7 Eylül olaylarıyla, Kanlı Pazarlarla sıcak tutulan, 1977’nin kanlı ‘1 Mayıs’ı, Maraş ve Sivas katliamları, 12 Mart 12 Eylül darbelerinin işkecehaneleri ve idam sehpaları, fail-i meçhuller ve Güneydoğu’da 30 yıldır sürdürülen gayrı nizami savaşla zirvesine ulaşan bir dolu dehşet ve imha hikayesi ile dolu. Ve bütün bunlarla hiç yüzleşilmedi.

Resmi tarihin, siyaset erbaplarının, bu kanlı mirasa sahip çıkanların bilerek ve isteyerek giriştiği bu insanlık dışı vakalarla yüzleşmekten kaçınması anlaşılır bir durum. Ne yazık ki yüzleşme konusunda Türk edebiyatının bilançosu da hiç parlak sayılmaz. 12 Mart ve 12 Eylül anlatılarını bir kenara bıraktığımızda, insanın insana ettiğini, siyasi ya da toplumsal şiddeti, şiddetin mağdurlarını ele alan güçlü örneklere rastlayamıyoruz. Oysa söz konu şiddeti yaşayanların insan eliyle yaratılmış bu facialarla baş etmek için hikayelere ihtiyaçları vardı. Sadece mağdurların değil, bellek yitimi ile malul bütün toplumun ihtiyacıydı o hikayeler. Bastırılmış bir geçmiş, boşaltılmış bir bellek hem kurbanları ikinci kez kurban etmiş hem de toplumu sürekli bilinçaltının hayaletleriyle baş başa bırakmıştır. Bugün Dersim’le ilgili hikayeleri okurken utanç ve öfke duyuyorsak eğer, kendimiz hala mağdur hissediyorsak, bu tarihle yüzleşemediğimiz içindir.

Manifesto Olarak “Bir Dersim Hikayesi”

Bir Dersim Hikayesi’ndeki öyküler işte bu durumu ortaya koyuyor; hem ikinci kez kurban edilen mağdurlar, hem hayaletlerle boğuşan bir toplum. Sadece Dersimlileri değil, o harekatta yer alanları da kapsayan bir genişlikte söylüyorum, öykülerdeki mağdurlar belleklerinin içinde hapsolmuş, sonsuz bir çemberde takılıp kalmışlar. Maruz kaldıkları şiddetin anlaşılamayacağı, acılarını paylaşamayacakları korkusuyla, dışarıdaki hayata bağlanmaktan vazgeçiyorlar. Vazgeçiyorlar çünkü savaşta ya da terör olaylarında karşılaşılan aşırı şiddet ki­şisel kimliği parçalayan ve ilişkileri sürdürme yeteneğini büyük öl­çüde yıpratan travmalara yol açabiliyor; şiddet anı­ ve sonrası sessizlikle kuşatılırken anlamlandırma sistemi de çöküyor. Bu türden bir şiddetin sonrasında sağ kalan için gelecek nasıl imkansız görünürse, geçmişe dönmek de öylesine imkansız. Travmanın zihinde bıraktığı iz öylesine derin, katliamın imgesi öylesine güçlü ve katı ki, üzerine hayatın yeni ve renkli imgeleri eklenemiyor, acı soğurulamıyor, felç edici etkisini sürdürüyor.

Bu kitapta ‘dehşetin ve imhanın yaşandığı, ancak kendiliğini yitirenlerin sağ kalabileceği, yer olmaktan çıkmış yerlere dönmeyi gerektiren ya­şam öyküleri’ okuyacaksınız. Acı ve suskunluk, öfke ve çaresizlik duyguları hikayeler aracılığıyla sizlere de yansıyacak. Ve işte o zaman anlayacaksınız; aslında sizin de bir Dersim hikayeniz var. İster mağdurdan yana ister zalimden, aslında hepimizin Tehcir’e, Dersim’e, Maraş’a, askeri darbelere, işkencelere, şiddete dair bastırılmış hikayelerimiz var. Yaraların sarılması için bu hikayelerin dillendirilmesi gerekiyor. Bir Dersim Hikayesi’ndeki öyküler 1938’den bugünlere uzanan bir süreci hem dillendirip yargılayarak hem de okuyucunun o şiddeti yaşayanlara duygudaşlık etmesini sağlayarak bu ihtiyacı bir nebze olsun gideriyor.

Murathan Mungan kitabı hazırlarken bir grup yazara çağrı yapmış. Ancak kitabın kendisi bir edebiyat anlayışını öne çıkaran daha genel bir çağrıdır ve edebiyat ortamına bir müdahale olarak düşülmelidir. Biraz açalım: Bugün Türkiye’de sanat ve edebiyat iki ayrı koldan akıyor. Bir yanda popüler kültürden beslenen, toplumsal gerçeklere kör, acılı seslere sağır olmakla kalmayıp okuyucusuna da sadece bir kaçış fırsatı sağlayan ticari faaliyetler var. Öte yanda geçmişi ve geleceği ile bu coğrafyanın gerçeklerini görmek isteyen, toplumun ve bireylerin gerçek sorunlarını yansıtmak isteyenler.

Edebiyatı eğlencelik olmaktan çıkarıp insanın entelektüel ve sanatsal yaratımının bir ürünü olarak gören bu anlayışta dokunulmayacak kutsallıklar, tabular, ülkenin yüce menfaatleri gibi yalanlar yok. Yalan paradoksuyla, yani kurmacalığının farkındalığıyla roman ve hikayeler gerçeği sorgulamanın, gerçeğin görünmez yüzünü açığa çıkarmanın, insanlara ve olaylara varlık ve ağırlık katmanın özel bir aracıdır. Kurmaca metinler - Fuentes’in deyişi ile- “Dünyada eksik olanı, dünyanın unuttuğunu, ulaşmayı umduğunu ve belki de hiç ulaşamayacağını icat eder.” Ve son olarak ‘edebiyat tarihin unuttuğunu gerçek kılar. Ve tarih olmuş olanlar olduğundan edebiyat, tarihin neler olmadığını gösterir.’

Hatırlamayı yasaklı hale getirmiş bir devlet yönetimi altında, geçmişin acı deneyimleriyle ilişkisini ‘unutma’, daha doğrusu ‘bastırma’ üzerine kurmuş bir toplumda yaşarken edebiyatın yüklenmesi gereken görevlerden birisi belleği uyanık tutmaktır. İşte böyle bir fikriyat etrafında toplanan yazarların ortak ürünü olarak Bir Dersim Hikayesi tarihin kara deliklerinden birisini edebiyatın gücüyle aydınlatıyor; bir daha yaşanmasın diye.

Son sözü yine Murathan Mungan’a bırakalım; “Bilirsiniz: İnsandan daha uzun yaşar kemikleri. Dillerini ne kadar toprağa gömerseniz gömün, kelimelerin kemiklerini örtecek toprak yoktur. Gün gelir, yazılır, söylenirler…”

Bir Dersim Hikayesi
Murathan Mungan
Metis Yayınları

******************************************************

‘Muzır’ Palahniuk'un Cüretkar Pigme’si - Selçuk Uygur

Sanat teorisinin en temel ve kadim öğesi olan klasik Yansıtma Kuramı (Mimesis), sanatçının liyakatıyla gerçekliğin yansıtılması arasında doğru bir orantı kurar. Bu bağlamda, genel yanılgının aksine sanat yalnızca güzel, ideal ve iyi olanın estetiği kapsamında tezahür ettiğince sanat değildir. Sanat gerçekliğin öteki yüzünün; çirkin, yoz, kötü ve iğrenç olanın da kendi estetiğince yansıtılmasından aynı ölçüde sorumludur. Eğer bir toplumda sanat çirkin, yoz, kötü ve iğrenç olanı yansıtmıyorsa ve eğer bir Güneş Ülkesi’nde, bir Ütopya’da yaşanmıyorsa geriye iki ihtimal kalmış demektir: Ya o toplumda gerçeklik yerini totaliter tahakkümün yarattığı bir tahayyüle terk etmiştir, ya da o toplumdan sanatçı yetişmemektedir...

Bu hususlardan bahsetmemizin sebebi, bu ay elimizde Ayrıntı Yayınları’nca yayınlanan Chuck Palahniuk’un Pigme’sinin (2009) olması. Zira Palahniuk, Dövüş Kulübü, Ölüm Pornosu gibi kışkırtıcı, grotesk bir üslup kullandığı eserleriyle mevcut sosyo-ekonomik sistemi en ağır eleştiren ve eserleriyle gerçekliğin sözünü ettiğimiz karanlık tarafına tutunan Yeraltı Edebiyatı’nın en önemli temsilcilerinden biri. Fakat biz Türkiye’de Palahniuk’u yalnızca bir yazar olarak tanımıyoruz. Kendisi Ölüm Pornosu isimli eseri sebebiyle ülkemizde bir suçlu adayı. O Amerikalı olduğu için paçayı kurtarıyor, lakin Ölüm Pornosu’nun yayıncı ve çevirmeni o kadar şanslı değil; hala hapis istemiyle yargılanıyorlar. İşin eğlenceli tarafı, mahkemenin hala bir ‘bilirkişi’ krizi yaşıyor olması. Yani bu baylar, konu hakkında hiç bir liyakat ve ehliyetleri olmadığını, yani ‘bilmez’ kişiler olduklarını kabul ediyor; fakat mezkur kişileri hapse atmaya çabalarken bu kifayetsizliği engel olarak görmüyorlar. Anlaşılan o ki Themis’in hain evlatları terazinin bir kefesinde sanata, ötekinde Themis’in kendine tecavüze yelteniyor. Heyhat sorun değil; Themis hukuktan adalete gebe kalmıyor, tecavüzden tahakküme hamileyse de keyfi bilir; arzu ederse kendini öldürebilir. Ah şu Yeraltı Sanatı! Hayali saadetin yerine sahici müstekrehliğe ayna tuttu mu ne de çok sıkıntıya sebep oluyor...

Pigme’nin janrı ve Palahniuk’un ülkemizle münasebetlerinin akabinde biraz da kendisinden söz edelim. Hikayemizin kahramanı Kuzey Kore’yi andıran ultra totaliter bir ülkeden ABD’ye değişim öğrencisi olarak gelen 13 yaşındaki bir ‘ajan’. Amerikalı ev sahipleri anlatı boyunca gerçek ismini öğrenemediğimiz çelimsiz ‘Ajan 67’ye ‘pigme’ diyor. Bizim pigme orta sınıf anaakım Amerikan ailesinin iş-kilise-okul-Wallmart dörtgenindeki ritüeline takdim edile dursun, kendisinin tek bir amacı var: “Kargaşa Operasyonu”nu nihayetine erdirip Amerika’yı haritadan silmek.

Pigme, biçimsel bağlamda ‘mektup roman’ denilen, günlük yazılarının tasniflendiği bir yöntemle kaleme alınmış. Okuyucuysa anlatıma pigmenin ağzından, anavatanı için tuttuğu kayıtlardan dahil oluyor. Lakin eserimizin en önemli biçimsel özelliği kullandığı dilde yatıyor. Zira Palahniuk hem kahramanının İngilizce yetersizliğini okuyucuya bütünüyle yansıtmak, hem de kimi zaman bir mizah aracı olarak kullanabilmek adına eserin tamamını ‘bozuk İngilizce’ denilen (Broken English) deneysel bir anlatım diliyle kaleme almış: “Eleman benin sırasının üstü, kendisinden önceki konukların oyarak yazdığı, bu ajanın anne ve babasından da öncesine uzanan Arapça rakamlarla tahrif edilmiş” (s.166). Terazide mizahın kefesini ağırlaştıran bu kullanım, şüphesiz akıcılık hususunda ciddi bir taviz veriyor. Bu sebeple okuyucunun kitabı edinmeden önce esere biraz göz gezdirmesi yerinde olacaktır. Zira dile alışmadan önce bir süre sabır göstermek gerekiyor.

Topluma yönelik eleştiride Palahniuk’in geleneğini bozmayarak sisteme karşı bütün silahlarını ateşlediğini görüyoruz. Kapitalizmin zombileşmiş tüketicileri, eğitim sistemindeki cinsel ve edimsel yozlaşmışlık, ırkçılık ve iki yüzlü-hastalıklı dindarlık hedef tahtasına mahkum oluyor. Banal sistem eleştirisine çalımlayabilmek adına bu tenkitin Kuzey Kore gibi bir ülkenin konjonktüründen yetişmiş bir karakterin gözünden yansıtılması başarılı bir sonuç veriyor. Ailesinden alınıp dört yaşından itibaren bir süper ajan olarak yetiştirilen Pigme’nin gözlerinden hem Batı karşıtı totaliter rejimlerdeki insanların Batı’ya karşı haklı sosyo-politik öfkelerine, hem de totaliter yönetimlerin parti, rejim ve devlete hizmet kisvesinde bireyselliğe vurduğu zincirlerin dışa vurumuna tanık oluyoruz. Buna istinaden oluşan ikilem Batı sisteminin eleştirisini banal sınırlarının dışına çıkarırken, totaliter rejimleri de eleştiri oklarından sakınmıyor. Özellikle Pigme’nin görev duygusu ile kız kardeşe karşı hislerinin çakışması her ne kadar eserin kısmen basitçe sonlanmasına sebep olsa da, genelde sözünü ettiğimiz olguların klişelere kaçmadan incelenmesini sağlıyor.

Pigme ilgi çekici bir kitap olmakla beraber, tercih edilen deneysel dil kullanımı sebebiyle daha önce Palahniuk okumamış bir okuyucunun, azarın söz konusu eserinden başlamaması daha sağlıklı olabilir. Öte yandan, kitabın ikinci bölümündeki eşcinsel tecavüz sahnesiyle tavan yapan cüretkar anlatım; hem sert, hem de mizahi toplumsal, cinsel, dini eleştiriler yeraltı edebiyatı ve yazara aşina okuyucuyu ziyadesiyle memnun edecektir.

Pigme
Chuck Palahniuk
Ayrıntı Yayınları


******************************************************
Farklı Bir Biyografi; Virginia Woolf
“Düşünmek istiyorum sessizce, sakince, kesilmeden, sandalyemden kalkmak zorunda kalmadan, bir şeyden diğerine kolayca süzülerek, husumet ya da engel duygusu olmadan. Derinlere dalmak istiyorum, yüzeyin ötesine; kaskatı gerçeklerden kurtulmak istiyorum. Kendimi sabitlemek için, akıp giden ilk düşünceyi yakalamalıyım”
Virginia Woolf

Biyografi yazınının en büyük risklerinden biri, anlatılan kişinin belli bir kerteden sonra tamamen bilgi ve belgeden ibaret, soğuk, tarihi bir figür haline dönüşmesidir kanımca. Biyografinin canlılığı esas olarak, anlatılan kişinin yaşamla olan ilişkisi ve ortaya koyduğu çalışmaları ya da eserleri ile toplam bir analiz çerçevesinde sunulmasıyla sağlanabilir.

Özellikle edebiyatçıların ve sanatçıların biyografilerinin, yapıtları ve yaşadıkları dönem ve hayatlarındaki olaylarla birlikte analiz edilerek anlatılması, paralel bir ilişkiyi ortaya çıkarması açısından da önemli bir husus.

Şüphesiz ki Virginia Woolf’un hayatı yüzlerce kere kaleme alınmış ve birçok kez biyografik açıdan incelenmiştir. Bu biyografilerden biri de Türkçeye yeni kazandırılan Anthony Curtis’in, Woolf hakkından biyografik olarak hazırladığı “Virginia Woolf Bloomsbury ve Ötesi” isimli kitabı.

Curtis kitaba öncellikle, Virginia Woolf’un kardeşi olan Vanessa Bell’in oğlu Quentin Bell’in teyzesi hakkında yazdığı ‘Virginia Woolf’ kitabına bir saygı duruşu ile başlıyor.

Curtis, yazılan birçok biyografik çalışmanın aksine ve bir biyografinin ötesinde, bir dönemin Woolf üzerindeki etkilerini kaleme alıyor. Curtis, Woolf’un doğup büyüdüğü Hyde Park Gate 22 numarada başlayan resmi tarihini adım adım izleyerek, Woolf’u yazarlığa götüren atmosferle birlikte inceliyor.

Victoria devrinin tanınmış yazarlarından Sir Leslie Stephen’ın kızı olan Woolf’un ilk çocukluk ve gençlik yıllarında art arda yaşadığı kayıplar (Annesi Julia Stephen ve üvey ablası Stella’nın ölümü) ve sonrasında yaşadığı ve hayatı boyunca, ölümüne kadar, peşini bırakmayacak olan ruhsal bunalım ve Woolf’un eserlerinin o dönemdeki ilişkileri irdeleniyor. Curtis, yaşanan kayıplardan sonra Stephen Ailesinin Hyde Park Gate 22 numaradan taşınışı ve sonrasında Bloomsbury’e uzanan anlatımda kronolojik sıranın yanı sıra, Woolf’un eserlerine tekabül edişini de detaylı bir şekilde veriyor.

BLOOMSBURY GRUBU VE ÖTESİ

Kitabın asıl odak noktası ise Virginia ve eşi Leonard Woolf’un da üye olduğu Bloomsbury Grubu. Grup üyeleri arasında John Maynard Keynes, E. M. Forster, Roger Fry, Duncan Grant ve Lytton Strachey gibi ünlü kişiler de var. Curtis, grup üyelerinin etik, cinsellik, sanat tartışmaları ve aşk ilişkilerini detaylı olarak inceliyor.

Bu çalışmanın diğer birçok emsalinden ayrılan en önemli noktalarından biri sayılabilecek şey, çalışmanın Woolf’un dönemini bir bütün olarak ele alması ve özellikle de yapılan titiz bir çalışma sonrasında, Woolf’un yaşadıklarını ve etrafındaki kişileri ve hayatı nasıl ve hangi karakterler olarak romanlarına yansıtışını vermesi. Bunun yanı sıra Curtis kitapta Virginia’nın hayatına giren ya da ailesi ve yaşamı ile ilişkili herkesi detaylı olarak anlatıyor.

Bir diğer özellik de kitabın bir Virginia Woolf güzellemesi olmaması ve buna bağlı olarak da nesnelliğini yitirmemesi. Bu konuda en önemli örnek, kocası Leonard Woolf Yahudi olmasına rağmen Virginia’nın antisemitist olması. Curtis bunun biyografi yazarları tarafından çoğunlukla doğru yansıtılmadığının da altını çiziyor. Çoğunlukla kaynak olarak kullandığı Woolf’un mektuplarıyla, bu yönünü örneklendiriyor.
Öte yandan Curtis de bir edebiyat eleştirmeni olduğu için kitapta, eserlerin çözümlemesine ve dönemsel ilişkisine dair, Woolf’un eserlerinden örnekler de vererek tanımlalar yapıyor.

Bu özelliklerin bütününde Curtis, Woolf’un hayatı, roman karakterlerinin gerçek hayattaki kişilerle ilişkisini, tüm kaynakları tarayarak titizlikle ortaya çıkarması bakımından, Woolf’un hayatında bilmediğimiz ne kaldı ki sorusunun altını dolduruyor.

Virginia Woolf
Bloomsbury ve Ötesi
Anthony Curtis
İletişim Yayınları





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder