3 Haziran 2012 Pazar

ERİTİS SİCUT DEUS: TANRI GİBİ OLACAKSINIZ

Feuerbach, modern anlamda ‘insanbilimi’ çerçevesi içine giren açıklamasında dini saçmalık ya da batıl inanç ilan etmeyip insanın öz varlığını, asıl insan oluşunu belirleyen o çok önemli özelliklerin, ‘güçlerin’ gene bizzat insan tarafından kendinden kopartılıp imge halinde yansıtılması olarak anlar. “Din insanın, kendi özünü kavrayışı anlamdaki bilinci ile özdeştir. İnsan bu güçleri, yetenekleri, kendi bireysel sınırlılığın ötesindeki güçler olarak kavradığından bunları hipostazlaştırır ve mutlaklaştırır, kendi dışına koyup onları yüceltir, kendisinden farklı, başka, kendine özgü bir varlık imgesi içinde transzendentale yükseltir. Epey bir ‘genelleme’, kokusu alabiliriz bu ‘insan’ figüründen. Basitleştirerek bir ‘kendine kendi eliyle/bilinciyle yabancılaşma’ gibi bir şeyler anlaşılmıştır bu düşünceden. Her ne kadar Marx, insanı üretim ilişkileri içinde ve bilincini de toplumsal varlığının belirleyiciliğinde tanımlamışsa da, Feuerbach’ın bu ‘genel’ izlenimi veren insan kavramına epey itibar etmiş sanırım.

Feuerbach’ın din–insan ilişkisi onun referans kutbu olan Hıristiyanlıkla birlikte anlaşılmak durumunda olsa da, Hıristiyanlığın Eski Ahit ile, onun da mitik-astral mitik çağlara giden kökleriyle düşünüldüğünde, gene de tarihsel bir insana bakarak konuştuğunu düşünebiliriz. Feuerbach’ın ‘yarılma’ modelini uygularsak, mitos çağlarının insanının, Tanrıyı (Yehova’yı=Kendini) imgede kurgulayıp var etmekle kalmayıp onu ‘düşünmenin’ yasaklayıcısı olarak da tasarladığını rahatlıkla söyleyebiliriz: “Eritis sicut Deus scientes bonum et malum”. (Tanrı gibi olacaksınız, iyiyi kötüyü ayırt edeceksiniz/bileceksiniz) Yılanın mitolojik annemize sorduğu soru: “Tanrı, bu ağaçtan (meyvesinaen) yerseniz kendisi gibi olacağınızı mı söyledi?”. Meyve yenir. Tanrı (Yehova) durumu fark eder, kaldırıp Cennetten kovar arkaik babamızı ve anamızı. “Benim gibi oldular” der Yehova. İnsan düşünmeye başlamakla/düşünmekle en büyük günahı işlemiş olmaktadır.

Hegel, Yılan sayesinde Cennettin sırf hayvanların yaşadığı bir hayvanat bahçesi olmaktan çıktığını söyleyerek Kutsal metnin bu pozitif (olumlu) mitosuna, ironik bir dille de olsa, farklı bir bakış getirir.


VE HAYAT YASAKLARA BOĞULUYOR

Düşünmeyi/aklı kendisinin boyunu aşan ‘güçleri’ arasında sayan mitos çağı insanı, kendi aydınlanmasından korkmuş, (köleci sınıf toplumunun deneyimi içinde, korkutulmuş) öte yana, uzaya fırlattığı değerlerin, korkutucu öğelerin içine bilebilmeyi de sokmuştur. Düşünmeden edemeyeceğinin farkında olan insan kendine koyduğu yasağı gene –Cennetten kendi kendini kovdurarak- delmiştir. Ne var ki, daha en baştan insanın ‘yansıtmaları’ imgesel boşlukta kalmayıp biçime, figüre kavuşturulup dursa da, hem inancın hem de transendental dışın, ‘yukarısının’ alanında ezeli-ebedi güç olarak tartışılmaz otoriteye dönüştü. Dünyada kurumlaşan din, insanın uzaya yolladığı gücü, onun elinden alıp orada tuttu. Bir daha ‘yere’ inmesine izin vermedi. Gücün temsilcileri yeryüzünde göründüler sadece. Öteki kurumlaşmanın, devletin (sınıf toplumlarının siyasal temsillerinin) otoritesi ile Kilise gibi din kurumlaşmalarının otoritesi arasında iktidar gücünü paylaşma konusunda genelde uzlaşma ve karşılıklı destek, ağırlık kaymalarına rağmen ilkece sürüp gitti. Dahası, devletin temsili dünyevi insan (kral vb) artık transzendental krallığında hapsedilmiş göksel otorite temsilcisinin yetkilisi olarak bir anlamda soyutlaştırıldı, tanrılaştırıldı.

Ortaçağın çıkışında Augustinus hâlâ rahatlıkla ‘dünya devleti’ ile ‘Tanrı devletini’ doğrudan karşılaştırabilmekteydi. Üstünlüğü civitas dei tarafında tutmak için. Leviathan’ın 17 yüzyılda toplum sözleşmesiyle insanı insandan korumak adına ‘şiddeti’ tekelleştirme yetkisini eline alalıberi, yaptırımları bu dünyayla sınırlı hukuk, doğal hak tartışmalarının içinden, (demek: tanrısal temellerinden) sıyrılarak ‘Aydınlanmada’ (Kant, Hegel vb) normatif düzlemde evrensel talepler temsil edecek düzleme tırmandırıldı. Tanrısal kurumların insan ilişkilerini düzenleme talebi –engizisyondaki aklını başına getirmeye yönelik fiziki çabaları bir yana koyarsak)- gittikçe daha çok inanç-vicdan merciinin denetim (yasaklama) alanına çekilirken, dünyevi hukuk da kuşkusuz ahlaki ayağını aynen din gibi insanın kendi içindeki denetim merciine (hukuk felsefesinde diyelim) bassa da, asıl yaptırım gücünü fiziki uygulamalardan almaktan kurtulamayacaktı. Her adımda daha da ayrıntılara inen hayatla birlikte (hayat hep daha kompleks hale geldikçe) Leviathan hayatı yasalara/yasaklara boğdu, boğup duruyor. Sınıflı toplumun her iki otorite temsiline ‘muhalif düşünmekte’ ısrar eden insan, son tahlilde Yehova’nın meyveyi yemeden önceki uyarısına uymamanın cezasını yüz yıllardır çekmektedir. (Elbette muhalif düşünmenin, muhalif pratiklerin bütün alanını da kapsaması anlamında).

Kuşkusuz Leviathan 17. yüzyılda tarih sahnesinde belirginleşmeye başlayan ve ekonomik iktidarla birlikte siyasal iktidara da talip olan burjuva toplumunun bireylerini birbirinin gazap ve şiddetinden korumanın öylece, kendi haline bırakılan toplumda imkânsızlığına işaret den bir kavramsallaştırmaydı. Yetkiyi bir kez meşrulaştıran devlet, tarihsel evrelerin şartlarına bağlı olarak yasama, yürütme, icra pratiklerini göreceleştirip duracaktı. İspanya, Nazi Almanyası vb dönemlerde görüldüğü üzere, pozitif, olgusal şartlara göre, bir ara, evrensel normlara dayandığı bile söylenmiş hukuk (Kant mesela) günlük, haftalık, aylık, dönemsel pozitif ihtiyaçların aracı olarak rahatlıkla işletilebildi. İşletilebiliyor.

Önüne ‘demokratik’ tanımı eklenen hukuk, istendiği kadar kanatlanıp evrensel normların içi boş kavramlarının düzlemine çekilip dursa da, yönetilen hayatın pozitif ihtiyaçları (!) araçsallaşmış aklın araçsallaşmış hukukunun kendi meşrulaştırma bahanelerini her zaman bulabildiğini gösterdi, gösteriyor.


‘TAHAMMÜLÜ ÖLÇME ANKETİ’

‘Yasaklama’ (men etme) hangi yoldan olursa olsun, sevimsiz başlıklar olma lanetinin kurtulamazlar. Ne var ki toplumsal konsensüsün belli evreleri ‘yasaklama’ yerine –gene yasalara dayanarak ‘uyarmayı’ zorunlu kılabiliyor. Kurallar, direktifler, talimatlar, buyruklar, tabular, tartlar, ihraçlar, sürgünler, prohibisyonlar vb geneldeki hukuk kavramının ‘yasalar’ üst başlığının alt tanımları. ‘Yasaklama’ kavramının en başta ürkütücü, çeşitli tepkilere yol açıcı etki ve çağrışımlarının aksine, örneğin ‘sansürleme’, bir demokratik-hukuk devleti olma iddiasını korumaya çalışan sistemin, muhalif düşünceyle ve onun türevleriyle mücadelesinde arkasına sığındığı bir yasaklama biçimi. İÖ Yüzyıllarda bile, Roma’da okuma (yazma) oranının (nispeten) çok yüksek olmasına rağmen çok ender sansürleme belgesine rastlanmasına akıl erdiremeyen bir yazı okudum. Bunu tarihsel araştırmanın yetersizliğine bağlıyordu yazı. Sevimli bir örnek: Okuma-yazma (düşünme) varsa, otoriteye muhalefet de kaçınılmaz olarak vardır, mantığına dayanıyordu çünkü.

‘Sansürün’ ilk bakışta ‘ahlaki’ alanla sınırlı kalıyor görüntüsü aldatıcıdır. Greta Gabro, ‘Flesh and Devil’de, kilisede bacak bacak üstüne attığında (1928) kıyamet kopabilmişti toplumsal alanda. Amerikan sinema endüstrisi, ilk öpüşmeleri sansürden kurtardığında, sinemanın ilk kırk yılı dolmak üzereydi. (bkz.:Sinema Paradiso sen sekans). Pornografi alanı oldum olası sansür sayesinde toplumsal merakın normal sınırlarını her zaman kat be kat aşıp durdu. Sansür, üzerine çullandığı her ‘ürünün’ toplumsal belleğe daha derin kazınmasını sağladığına göre, pazarlamanın bir taktiği olmadığı yerde, otoritenin çaresizliğini (hukuka saygılı görünme mecburiyeti dışında) sansürlemeye hiç de elverişli olmayan bir yasaklama mı? Sinemanın kült filmi ‘Casablanca’nın faşizimle mücadele eden komünist direnişçisi, sansürde H. Bogard’ın kardeşi bile oldu bir ara; direnişçinin neye direndiği de anlaşılmaz hale getirilip ortaya saçma sapan bir aşk filmi çıkıvermişti. Öyleyse sansür otoritenin aczini sansürleyemediğine ya da demokratik görünmeye mecburiyetini gizleyemediğine göre, bir başka uçta ‘toplumu’ yasaklamaya alıştıran ya da yasağın her an negatif yönde kalite değiştirebileceğini hatırlatan bir pratik mi? Otoritenin, toplumsal tahammülü ara sıra ölçme anketi mi?

Adamın/kadının işaret parmağıyla orta parmağı ya da iki dudağı arasına sıkışık o sevimli, biraz çocukça çizilmiş çiçeğimsi nesne, topluma sigarayı hiç unutturmamaya daha çok yarıyor gibi.



VEYSEL ATAYMAN/BirGün



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder