21 Ağustos 2012 Salı

ONLAR!


Viyana'nın Sıra Dışı SanatçısıAşk, tutku, cinsellik ve ölüm temalarını mitolojik esinlerle birleştiren Gustav Klimt'in doğumunun 150. yılı kutlamaları yıl boyunca Viyana müzelerinde açılan sergilerle devam edecek. Yaşadığı parlak kariyere rağmen "Hayatımda mutsuz olmadığım bir tek gün olmadı" diyen Klimt'in kadınlarla olan ilişkisi de bugün hâlâ gizemini koruyor.

Fotoğraf Sanatçısı Kemal Elitaş Yaşamını YitirdiNâzım Hikmet Kültür Merkezi'nin daimi hocalarından fotoğraf sanatçısı Kemal Elitaş hayatını kaybetti.

Türkiye Tiyatrosu Bir Devrimcisini Kaybetti!

                                                                                                                                                 *****                                                                                                                                                       

Viyana'nın Sıra Dışı Sanatçısı

Aşk, tutku, cinsellik ve ölüm temalarını mitolojik esinlerle birleştiren Gustav Klimt'in doğumunun 150. yılı kutlamaları yıl boyunca Viyana müzelerinde açılan sergilerle devam edecek. Yaşadığı parlak kariyere rağmen "Hayatımda mutsuz olmadığım bir tek gün olmadı" diyen Klimt'in kadınlarla olan ilişkisi de bugün hâlâ gizemini koruyor.

Avusturyalı sembolist ressam Gustav Klimt’in bu yıl doğumunun 150. yılı. Viyana sanatçıyı, yıl boyu sürecek sergilerle anarken Google da arama motorunu 14 Temmuz günü onun başyapıtı olarak bilenen 1908 tarihli “Öpüş”ü ile süsledi.

G. Klimt’in (1862-1918) sanatını anlayabilmek için 20. yüzyılın eşiğindeki Viyana’ya göz atmak gerekir. Endüstri Devrimi’nin yeniden yapılandırdığı, kentsel dönüşüme açık, dün ile modernite arasında gidip gelmektedir Viyana. Kenti küçük ölçekte ve artistik boyutlarda ele almak isteyen anlayışla, kenti fonksiyonel ve ekonomik bağlamda düşünen unsurlar çatışmaktadır. Mimarlar, Ringstrasse döneminin sonu ile Viyana Jugendstil’ini harmanlayarak Orta Avrupa’nın yükselen kentini tasarlamaktadır.

Beyaz gövdesi üzerinde altın kaplama defne yapraklarıyla süslü sembolik kubbesiyle, dönemin simge binalarından biri olan Secession’un girişinde, sanat eleştirmeni Ludwig Hevesi’den bir alıntı olan “Zamana sanatını. Sanata özgürlüğünü” özlü sözü yer alır. Sanatçılar Evi’ndeki egemen olan sanatsal anlayıştan ve ilişkilerden hoşnutsuz olan, aralarında Joseph Maria Olbrich, Koloman Moser ve Gustav Klimt’in yer aldığı 23 sanatçı, 1897’de Viyana Güzel Sanatlar Kooperatifi’ni terk ederek Viyana Güzel Sanatlar Birleşimi Avusturya Secession’unu oluştururken bu sözle yola çıkarlar. Tarihsel, akademik ve geleneksel olandan ayrılmayı amaçlayan Viyana Secessionistleri, yönlerini uluslararası modernizme çevirirler. 19. yüzyıl boyunca hızlı bir endüstrileşme sürecinden geçen Viyana’da Secession ilerleme ve evrensellik adına yeni sanat idealini ortaya koyar. G. Klimt bu birleşimin ilk başkanı olur.

Secession öncesi, okul arkadaşı Franz Matsch (1861-1942) ve kendinden iki yaş küçük kardeşi Ernst Klimt (1864-1892) ile birlikte kurdukları “Künstlercompagnie” adlı oluşum sayesinde kamusal binalara yaptığı işlerle, parlak bir kariyeri olan Klimt, ressam ve dekoratör olarak zaten kabul görmüştü. Üçlünün Burgtheater’in (1886-88) merdiven çıkışlarına, tiyatronun gelişimini gösteren tavan resimlerine ve Sanat Tarihi Müzesi’ne yaptıkları dekoratif resimlere liyakat ve imparatorluk ödülleri verilmişti. 1892’de gravürcü babasının ve kardeşinin erken ölümü, Klimt’i sanatsal krize ve yeni bir yön arayışına sürükledi. 1894’te Viyana Üniversitesi için yapılan resimlerde, F. Matsch ile biçem konusunda uyuşmazlıkları ortaya çıktı. Bütün bu yaşananlar, Klimt’i Viyana sanat sahnesinin ortasına, yenilikçi hareketin başına koydu.

1897-1905 yılları arasında Secession’da 23 sergi düzenlendi. Bu sergiler sayesinde, dönemin Avrupa sanatını oluşturan yapıtlar Viyana’da sergilendi. Viyana Secession’un 1902 yılındaki 14. sergisi, Beethoven’in 75. ölüm yıldönümü anısına gerçekleşmişti. Sergide Klimt’in “Beetthovenfries” adlı anıtsal alegorisi sanatçının “altın döneminin” başlangıcı ve sembolizme giden gelişiminin ilk örneği oldu.

Nü çalışmalarının erotik bulunması ve hakkındaki söylentiler Klimt’i giderek kamusal işlerden uzaklaştırdı. Yükselen orta sınıfın koleksiyonerleri ve mesenleri sayesinde portre ve manzara çalışmalarına yöneldi. Önceleri izlenimci bir tarzda arka fonla bütünleşerek resmedilen kadın portreleri, zamanla soyut, geometrik Jugendstil süslemelerle ve altın renkli alanlarla bütünleşmeye başlar. “Öpüş” ve “Adele Bloch-Bauer I” portresinde olduğu gibi figür tamamıyla süslemelerin içinde kaybolur.

Klimt, manzara çalışmalarına ise 1898’de başlar. 250 yapıtından 50’den fazlası manzara resmi olup, çoğunluğu yaz tatillerini geçirdiği Attersee bölgesine aittir. Aşk, tutku, cinsellik ve ölüm temalarını mitolojik esinlerle birleştiren Klimt’in yapıtları hakkında çok sayıda yaşam döngüsünü ele alan alegoriler bulunmaktadır. Birinci Dünya Savaşı ve annesinin 1915’te ölümü, bu konuda daha da yoğunlaşmasına neden olur. Tabloları ile ilintili 4 bin kadar deseninin çoğunluğu nü olup 1910’dan itibaren erotizmden uzaklaşarak ruhani ve mistik bir havaya bürünür.

Genelde hazcı olarak bilinen G. Klimt hiç evlenmemiş fakat birçok kadınla ilişkisi olmuştur. Öyle ki “gizli haremi” olduğuna dair söylentiler ayyuka çıkmıştır! Bütün bu ilişkiler içinde Emilie Flöge (1874-1952) ile yaşadığı sıra dışı “platonik” ilişkinin sırları günümüzde bile açıklığa kavuşmamıştır. Klimt’in ölümünden sonra E. Flöge’nin bazı yazışmaları yaktığı ve Klimt’in yazılı mirasının 1945’te Flöge ailesinin evinde çıkan yangında kaybolduğu düşünülürse, bu ilişki gizemini koruyacak gibi. Diğer adı “Sevişen çift” olan “Öpüş” adlı yapıtın ikilinin ilişkisini simgelediği söylenir.

E. Flöge, G. Klimt’in kardeşi E. Klimt’in karısının kız kardeşidir. İkili 1890’da tanışır. G. Klimt kardeşi E. Klimt’in erken ölümünden sonra da modacı Flöge kardeşlerle bağlantısını sürdürür. Onlara moda tasarımlarında yardımcı olur, sanatsal etkinlikleri birlikte izler ve tatillerini Attersee’de birlikte geçirirler.

27 Ağustos’a kadar Leopold Müzesi’nde yer alacak olan “Klimt: Yakından ve Kişisel” başlıklı monografik sergi, bu ilginç Viyanalının özel yaşamının, sanat anlayışının yanı sıra Viyana sanat çevrelerine de ışık tutmaktadır. Klimt’in E. Flöge’ye gönderdiği kartpostalar da (bazen günde 8 tane!) bu sergide yer almakta.

Bütün bu kariyere rağmen Arthur Schnitzler’e “Hayatımda mutsuz olmadığım bir tek gün olmadı” diyen Klimt, bize bir kez daha, sanatın hayatı anlamlandırmak için bir sığınak olduğunu düşündürür.

G. Klimt’i daha yakından tanımak isterseniz, Karaköy’deki Avusturya Sen Jorj Hastanesi’nde 1 Ekim’e kadar yer alacak olan biyografik poster sunumunu izleyebilir; evinizde başrolünü John Malkovich’in oynadığı, Raoul Ruiz’in yönettiği 2006 yapımı “Klimt” adlı filmi seyredebilir; Viyana’da devam etmekte olan sergiler hakkında bilgi almak için www.klimt2012.info/en’i tıklayabilirsiniz.


Sakine Çil - Cumhuriyet


                                                                                                                                                 *****                                                                                                                                                       

Fotoğraf Sanatçısı Kemal Elitaş Yaşamını Yitirdi

Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nin daimi hocalarından fotoğraf sanatçısı Kemal Elitaş hayatını kaybetti.

1970 yılından bu yana fotoğraf sanatına emek veren ve 2005 yılında “Meydanlarda… Fabrikalarda… Hep Biz Vardık” fotoğraf sergisiyle NHKM bünyesinde çalışmalara başlayan ve vizörünü, bilgisini, birikimini, Fotoğraf Atölyesi ile paylaşan NHKM’nin daimi hocalarından, fotoğraf sanatçısı Kemal Elitaş yaşamını yitirdi.

Kalp krizi sonucu hayatını kaybeden Kemal Elitaş, foto/muhabirliğinin yanı sıra özellikle belgesel fotoğraf alanında çalışmalarını sürdürdü.

Kendi Sözleriyle, Kemal Elitaş Kimdir?

Kim mi…
Kim olacak; nüfus cüzdanında Kemal Elitaş yazan.
Böyle yazmışlar ve ben de böylece kendimi alıştırdım…
Soranlara da ben; Kemal Elitaş diyorum…
İşte şimdi aynı soru bana soruluyor...
Dünya vatandaşıyım, dilim, dinim, ırkım dünya vatandaşı.
Sevgiden ve kardeşlikten yana bir kişiyim sadece. Ve fotoğraflarımla ve düşüncelerimle bu kimliği yaşatmaya çalışıyorum.

Fotoğraf Nedir?

Kitaptır, şiirdir, bir hikâye, bazen bir masal, bazen de hiç yaşamadığımız ama hep hayalini kurduğumuz dünya. Yağmur altında ıslanmak, bir ağaç dibinde sevgiliyi beklemek, doğaya hayran olmak, bir günbatımında hayallere dalabilmek…

Ve en önemlisi çevremizde olan ve bir o kadar da duyarsız olduğumuz konuların farkına varabilmek, taraf olmaktır…

Yani sadece bir kâğıt parçasında oluşan şekil değildir. Kültürümüzle, yaşam biçimimiz ve duyarlılığımızla taşıdığımız bir onurdur.

Düşüncelerinle ve kullandığım makinenle kimin yanında ve ne için olduğunu bilmektir fotoğraf.

Bir aile albümü mü yapmak istersin yoksa çevremizdeki yoksulluğu, yaşamın zorluklarını ve yirmibirinci yüzyılda hala devam eden savaşların acılarını mı... Duruş budur bence.

Bir de sanat mı... Belgesel mi gibi tartışmalar var. Bence hiç önemi yok bunların. İster sanat densin isterse belgesel. Dediğim gibi bulunduğun yer neresi, önemli olan bu bence.


“Bu İyi Bir Fotoğraf!” Demeniz İçin Ne Olmalı?

Ben “bu iyi fotoğraf” dememeliyim. Fotoğrafın kendisi beni çağırmalı. Gel arkadaş biraz konuşalım demeli. Derdini bana anlatmalı. Beni içine almalı. Şimdi kafayı mı yedin diyen olacak. Fotoğraf konuşur mu diye. Konuşmayan fotoğrafı ne edeyim. Hem de bal gibi konuşur. Alır fotoğraf beni Vietnam Savaşı’nda sivil birinin sokak ortasında kafasından vurulmasına götürür. Anlatır. Vahşeti anlatır. Sömürüyü anlatır. Binlerce kilometre öteden gelip yurtlarını işgal eden ABD’yi anlatır. Gideriz komşumuza, Irak’a... Tel örgüler arkasında başına çuval geçirilmiş bir babanın yanında çaresizliğiyle bir çocukla konuşuruz. Kim bunlar, burada ne işin var dediğimizde kulağımızın yanından seken kurşun vızıltılarını duyarız. Onurlarını yok etmeye çalıştıkları bir ulusun direncini görürüz. Savaşın bize vahşetini anlatır o fotoğraf. Dediğim gibi; konuşan fotoğraf, benim için iyi fotoğraftır.


KEMAL ELİTAŞ

1952 yılında Tekirdağ’da doğdu. İlkokul ve ortaokul öğrenimini Türkiye’nin değişik illerinde yaptı.
1970 yılında Eyüp Lisesinden mezun oldu.
1970 yıllarında Fransa’ya gitti. İlk fotoğraf çekimlerine Paris’te başladı. Ve aynı yıllarda Paris Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdi.
1973 yılında Fransa’da çalışan işçilerin yaşamlarını konu alan “Bizim İşçilerimiz” konulu fotoğraf sergisini açtı.
1975 yılında Türkiye’ye döndü.
1975 Eylül ayında meydana gelen Lice/Diyarbakır depremine giderek fotoğraf ve gözlemlerini Cumhuriyet gazetesinde yayımlandı.
1975 Ekim, Lice deprem fotoğrafları “Yıkılmış Hayatlar”, Türkiye İnşaat Mühendisleri İstanbul Şubesi’nin desteğiyle Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi’nde sergi olarak açıldı. Ve sergi sırasıyla, Ankara, İzmir ve Almanya’da sergilendi.
1975-1980 yılları arasında Türkiye’de ki siyasi olayları fotoğrafladı ve haber, röportajlar yaptı. Bu çalışmaları, Cumhuriyet, Milliyet, Vatan gazetelerinde yayımlandı.
12 Eylül 1980 askeri rejimi ile çalışmaları kesintiye uğradı ve hakkında davalar açıldı.
1983 Şubat ayında İFSAK ayın fotoğrafı yarışmasında; “Portre” fotoğrafı birinci seçildi.
1983-2000 yılları arasında belirlediği projeler kapsamında fotoğraf çalışmaları oldu.
2005 Kasım, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde serbest konulu “Karma Fotoğraf” sergisi
2006 Mart, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde; “Meydanlarda… Fabrikalarda… Hep Biz Vardık” fotoğraf slayt gösterisi.
2006 Mart, Gebze Maden İş Sendikasında “Meydanlarda… Fabrikalarda… Hep Biz Vardık” fotoğraf slayt gösterisi.
2006 Eylül, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde Dünya Barış Günü fotoğraf sergisi.
2007 Şubat, Tekirdağ Fotoğraf Sanatı Derneği (TEFSAD) kurucu Başkanı.
2007 Mayıs, Kocaeli Üniversitesinde “Meydanlarda… Fabrikalarda… Hep Biz Vardık” fotoğraf slayt gösterisi.
2007 Mayıs “Tekidağ Karma Fotograf Sergisi”.
2007 Ağustos, Dikili/ Muğla, gençlik kampında fotograf atölyesi eğitmenliği ve “Meydanlarda… Fabrikalarda… Hep Biz Vardık” fotograf slayt gösterisi.
2007 HaberTrak gazetesi köşe yazarlığı, Tekirdağ
2007 Eylül, Foto Cafe, “Meydanlarda… Fabrikalarda… Hep Biz Vardık” fotoğraf slayt gösterisi.
Evrensel Kültür dergisinde fotoğraf üzerine öykü çalışmaları yayımlandı;
Haziran 2007, sayı: 186
Temmuz 2007, Sayı:187
Ağustos 2007, Sayı: 188
Eylül 2007, Sayı: 189
2008, Newsweek Türkiye dergisinin sözleşmeli fotografçısı.
2008 Ocak, Lüleburgaz karma fotoğraf sergisi, “Portreler”
2008 Haziran, Gümüldür/İzmir, gençlik kampında fotoğraf atölyesi eğitmenliği ve “Meydanlarda… Fabrikalarda… Hep Biz Vardık” fotoğraf slayt gösterisi.
2008 Haziran, Dünya Genç İşçi Buluşması, Gönen/Balıkesir’de “Meydanlarda… Fabrikalarda… Hep Biz Vardık” fotoğraf slayt gösterisi.
14 Eylül 2008 Evrensel Gazetesi “Ölüm Kokuyordu Takvim Yaprağı”
2009 Şubat, PhotoPark “Meydanlarda… Fabrikalarda… Hep Biz Vardık” fotograf slayt gösterisi.
2009 Nisan, Kastamonu Kültür ve Turizm Müdürlüğü işbirliği ile “Kastamonu Belgesel” çalışması.
2009 Haziran, Dünya Genç İşçi Buluşması, Seferihisar/ İzmir’de “Meydanlarda… Fabrikalarda… Hep Biz Vardık” fotoğraf slayt gösterisi.
2009 Ekim, “Dört Mevsim Kastamonu” sergisi. Ankara, Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü.
2009 Kasım, “Dört Mevsim Tekirdağ” karma fotoğraf sergisi.
1970-1980 yılları arası Fransa ve Türkiye siyasi eylemlerinin görüntülerinden oluşan 40.000 negatif film arşivinde bulunmaktadır.
“Göçer Çingenelerin yaşamları”, “Vira Bismillah”,”Ağır Yük Kamyon şoförlerinin zor yol koşulları ve yaşamları”, “demiryolları ve son istasyonlarının yol hikâyeleri” ve toplumsal olaylar üzerine proje çalışmalarını sürdürmekteydi…

http://kemalelitas.blogspot.com/search?updated-min=2012-01-01T00:00:00%2...

(soL)


                                                                                                                                                 *****                                                                                                                                                       

Türkiye Tiyatrosu Bir Devrimcisini Kaybetti!

Kendimi bildim bileli tanıdığım bir ses vardı televizyonda. 80’leri yaşayanlar daha iyi anlayacaklardır bu söylediğimi. Tek kanal dönemi ve hemen herkes Türkiye’de aynı programları izliyor, aynı müzikleri dinliyor, aynı dizileri takip ediyor... Hani şu Melmac gezegeninden gelen uzaylı yaratık Alf, izlediklerimizden en popüler olanı. Çirkin mi çirkin, sureti insanı ilk anda korkutan canlı öylesine tatlı konuşuyor ki, insan kendisini televizyon ekranından alamıyor. Görünüşün ötesinde insanı cezbeden zekası, düşsel güzelliği ve en önemlisi büyüleyici sesi, dizinin Türkiye macerasında uzun soluklu olmasında en büyük etken. İşte çirkin Alf’i sesiyle bizlere sevdiren, yediden yetmişe hepimizin hayranlıkla izlediği, seyrettiği, dinlediği tiyatro devrimcisi Müşfik Kenter maalesef hayata gözlerini kapadı.

Müşfik Kenter, 60 küsür yıl tiyatro ile geçen bir yaşam... 1947 yılında Ankara’da çocuk tiyatrosu ile başlayan, 1955 yılında Devlet Tiyatrosu macerası ile devam eden, 1959 yılında İstanbul’a gelerek kendi tiyatrosunu kuran, yetmiş dokuz yaşına kadar tiyatroyla çarpan bir kalp... Türkiye’de tiyatro salonları Anadolu’nun birçok kentinde henüz yokken, şehir şehir Anadolu topraklarını gezerek 1968 yılında kurduğu ‘Kenter Tiyatrosu’ için insanlardan yardım isteyen bir tiyatro duayeni...

‘Türkiye toplumu neden bu insanı sevdi?’ sorusunun altında yatan o kadar cevap var ki!... İnsanları aydınlık düşüncelere götürecek tiyatro sanatını toplumla buluşturmak Müşfik Kenter için asıl olandı. Kendisinin söylediği gibi, ‘iyi bir sanatçı olmadan önce iyi bir insan olmak’ sözü neredeyse o’nun yetiştirdiği tüm tiyatrocuların belleğinde derin bir iz bırakmıştır. Mesela o, toplum için hiçbir zaman ulaşılmaz olmamıştır. Kenter Tiyatrosu’nun giriş kapısında, fuayesinde, sahnesinde, sokakta, parkta, sinemada kendi doğallığıyla insanları selamlamış; Türkiye fotoğrafı içinde hiçbir zaman ayrımcılık yapmadan halkın dilini, sanatını sahneye aktarmaya çalışmış... Elit sanat mantalitesinin gitgide yaygınlaştığı dönemlerde, Murathan Mungan’ın şahane oyunu ‘Bir Garip Orhan Veli’yi sahnede öylesine muhteşem oynamıştır ki, insanlar bıkmadan yirmi beş sene boyunca Müşfik Kenter’i izlemek ve dinlemek için tiyatro salonlarını doldurmuş, bu oyunla eşine az rastlanır bir rekora imza atmıştır.

TİYATROSUNDAN VAZGEÇMEDİ

Onun tiyatrosunda sanatsal kaygılar hep ön plandaydı. Kendisi hiçbir zaman anlaşılmaz olmaktan korkmadı. Beraber yürüdüğü yoldaşları Yıldız Kenter, Şükran Güngör, Kâmuran Yüce fikirsel olarak Müşfik Kenter’le aynı parelellikte oldukları için sahnede birbirinden ilgi çekici oyunlar seyirciye sunuldu. İlk kez tiyatro sahnesine gelen bir kişiyi Bertolt Brecht’in ‘Üç Kuruşluk Opera’sıyla tanıştırdı. Bazen de aristokrat eleştirilerini sıraladığı Rus yazarlarıın oyunlarından seçmeler gerçekleştirdi. ‘Vanya Dayı’, ‘Üç Kız Kardeş’, ‘Martı’ oyunlarıyla yozlaşma sürecinde kendisine sosyalizm ile çıkış bulan devrimci bir ülkeyi insanlara tanıttı. Orhan Veli’nin yaşamından yola çıkıp, bizleri hem yakın tarihimizle yüzleştirdi hem de Türkiye solunun sanatsal yolculuğunun başladığı noktayı bizlere gösterdi.

Bugün Türkiye’de nefes alan her birey mutlaka ama mutlaka Müşfik Kenter’le tanışmıştır. Öyle yüz yüze tanışmışlıktan bahsetmiyorum elbette. Sinema filmlerine yaptığı dublajı, reklam filmindeki konuşmaları illa ki duyulmuştur. Fakat o, popülerizmin günden güne tırmandığı Türkiye’de asla popülerist sanat anlayışıyla işler gerçekleştirmedi. Çağdaşları kapitalizmin nimetlerinden faydalanıp, Türkiye toplumunu zehirleyen dizilerde oynarken; Müşfik Kenter, tiyatrosundan vazgeçmemiş, insanları tiyatro sahnesine çekmek için inatla sahneye çıkmayı sürdürmüştür. Yetmiş dokuz yaşına kadar, yani ölene kadar sahnede kalmayı başarmıştır.

Müşfik Kenter’le bundan dört ay önce konuşma fırsatım olmuştu. Orhan Veli’nin şiirlerinden oluşturduğu oyunundan bahsetmiştik. Yazdığım eleştirideki övgüler için teşekkür etmişti. Kendisini her anlamda kanıtlamış bir tiyatro devrimcisinin mütevaziliği karşısında öylesine mutlu olmuştum ki, söylemleriyle yaşantısını bu denli birleştiren başka bir oyuncu daha önce hiç görmemiştim. Onu tanıdığım için, Müşfik Kenter Tiyatrosu’nu birebir izlediğim için kendimi şanslı hissediyorum. Sahnede Neyzen Tevfik’in mısralarını okuduğu zamanı unutamıyorum;

“Üzülüyorsun, takma diyorlar. Kızıyorsun, değmez diyorlar. Boş veriyorsun gamsız diyorlar. Konuşuyorsun, muhatap olma diyorlar. Çekip gidiyorsun, mücadele et diyorlar. Alttan alıyorsun, tepene çıkardın diyorlar. Bağırıyorsun, sakin ol diyorlar. Aklı başında davranıyorsun, bu kadar uslu olunmaz diyorlar.. Ölünce ne diyecekler? Muhtemelen... Ölüm sana yakışmadı. Normal tabii, dirimizi beğenmediler ki ölümüzü beğensinler.”

Biz senin dirini çok beğendik Müşfik Kenter, şimdi o yarattığın Türkiye devrimci tiyatrosu fikirlerinle beraber yücelecek! Ölüm sonuçta yaşamın vazgeçilmezi!


Yaşam Kaya - BirGün



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder