6 Ağustos 2012 Pazartesi

ONLAR!

Metin Erksan'ın Ardından...Türkiye sinemasının en cesur, yenilikçi, ufuk sahibi yönetmenlerinden Metin Erksan’ı kaybettik. Sinemaya hakikaten bir Yeni Dalgacı gibi başlamış, hakiki marifetlerini ancak 1960′larda gösterebilme imkânı bulmuştu. Sinema eleştirmenliğini sürdürürken ilk senaryolarını yazdı, 1952′de ilk filmini çekti. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun senaryosunu yazdığı, Aşık Veysel’in hayatını bir yarı-belgesel gibi, bizzat onun köyünde anlatan “Karanlık Dünya”, Erksan’ın sansür heyetiyle de ilk defa tanışmasına sebep oldu. Özellikle 1962′nin “Yılanların Öcü”nde bu ilişki sertleşecekti.

50. Ölüm Yıldönümünde Marilyn MonroeMarilyn Monroe bu dünyaya veda edeli tam elli yıl oldu. Veda lafın gelişi, Marilyn Monroe tam elli yıldır güzelliğin, dürüstlüğün, azmin, yaşama sevincinin, insanın kendini gerçekleştirme arzusunun timsali. Kısa hayatına, az sayıda filmine rağmen bu fabrika kızı, dünya durdukça herhalde öyle de kalacak.

Gore Vidal: Artık Herkes QueerModern Amerikan edebiyatının duayenlerinden olan romancı, senarist, denemeci, hatta tarihçi Vidal, aynı zamanda, ABD siyasetinin de etkin isimlerinden biriydi yıllarca. 2010 yazında bir konuşma için İstanbul’u ziyaret eden Vidal’e mikrofonumuzu ayaküstü uzatmış, dostane huysuzluğuyla böylece tanışmıştık. 31 Temmuz’da, 86 yaşında kaybettiğimiz Vidal’i Bir+Bir’e söyledikleriyle uğurluyoruz.

                                                                                                                                                                                                                                                                                *****                                                                                                                                                                                                                                                                                                           

 Metin Erksan (1929 – 2012) 

Türkiye sinemasının en cesur, yenilikçi, ufuk sahibi yönetmenlerinden Metin Erksan’ı kaybettik. Sinemaya hakikaten bir Yeni Dalgacı gibi başlamış, hakiki marifetlerini ancak 1960′larda gösterebilme imkânı bulmuştu. Sinema eleştirmenliğini sürdürürken ilk senaryolarını yazdı, 1952′de ilk filmini çekti. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun senaryosunu yazdığı, Aşık Veysel’in hayatını bir yarı-belgesel gibi, bizzat onun köyünde anlatan “Karanlık Dünya”, Erksan’ın sansür heyetiyle de ilk defa tanışmasına sebep oldu. Özellikle 1962′nin “Yılanların Öcü”nde bu ilişki sertleşecekti.

1958′de Çakıcı Mehmet Efe’nin hikâyesini emsallerinden farklı bir üslûpla yorumladığı “Dokuz Dağın Efesi”, sinemaya asıl dönüş filmi oldu. Bu dönemde çektiği “Mahalle Arkadaşları”, “Oy Farfara Farfara”, “Sahte Nikâh” bugün Yeşilçam klasikleri arasında sayılan filmlerden. Daha sonra bu melodram çizgisi “Hicran”, “Makber” gibi filmerle beraber sürdü ama, bir de Erksan klasikleri var: Bir ucunda “Yılanların Öcü”, “Susuz Yaz”, “Kuyu” gibi büyük filmlerle Erksan, köy gerçekçiliği akımının bazı unutulmaz örneklerini verdi. 1960′ta “Şoför Nebahat”le başladığı kent filmlerinde, bu filmdeki toplumsal cinsiyet okumasından başlayarak, yeni ilişki biçimleri, sınıf atlama hayalleri, yükselen burjuvazinin yaşayışı gibi temalara kafa yordu. “Suçlular Aramızda”dan “Acı Hayat”a, özellikle “Gecelerin Ötesi”ne uzanan bu hattın ve Erksan sinemasının başyapıtının “Sevmek Zamanı” olduğu yönündeki mutabakata katılmamak mümkün değil. “Sevmek Zamanı”nda Metin Erksan, imge ve gerçek, gölge ile suret, zâhir ile bâtın arasında bölünerek yaşayan bireyin tutku dünyasını kökleri Doğu sanatlarında, levha ve minyatürlerin çok boyutlu anlayışında bulunabilecek bir incelikle anlatmıştı. ”Sevmek Zamanı”, Erksan’ın pek fazla geliştirme imkânı bulamasa da Türkiye sinemasında nadir örneklerinden bazılarını verdiği fantastik çizginin de ilk örneği sayılabilir.

’60′ların sonlarında sinema âlemini ikiye bölen tartışmada Erksan “ulusal sinema” ekolünün önde gelen savucularından biri olmuşsa da, evrensel bir çıtaya ulaşan bazı filmleri de yine kendi yönetti. Fikir dünyası Kemal Tahir’e yakındı, kendi de çeşitli yayınlarda az kalem oynatmadı. Son yıllarda milliyetçilik dozunu bir hayli yükseltmişti. Aşağıda naklettiğimiz söyleşi için bizleri ağırladığı çalışma odasında göndere çekilmiş gerçek ölçülerinde bir bayrak baş köşedeydi.

Metin Erksan’ın bıraktığı miras, devrinin en parlak yönetmenlerinden biri olarak çektiği ölümsüz filmlerin, açtığı geniş kulvarın, benzerine az rastlanan bir yenilikçilik duygusunun yanısıra, bazı siyasal dersler çıkarmayı da gerektiriyor.

Erksan’ın kapısını 1998′de, Roll’daki Aşık Veysel dosyası vesilesiyle çalmıştık. 1952 tarihli ilk filmi “Karanlık Dünya”ya faal sinema hayatını bitirdikten yıllar sonra, kırk yılı aşkın süre boyunca biriktirdiği fikriyatın nazarından baktığı söyleşiyle büyük ustayı uğurluyoruz…


*****     *****     *****

Metin Erksan Anlatıyor: “Karanlık Dünya” ve Aşık Veysel 

Metin Erksan: Sansür ilk önce filmin adına itiraz etti. Buna ilk önce ben de öfkelendim, ama sonra sansüre hak verdim. Veysel’in dünyası o kadar ışıklı ki… Veysel’in saçtığı ışıklarla başka insanlar da dünyayı görüyor… Hiç Veysel’in filminin adı “Karanlık Dünya” olur mu?.. Sansür Kurulu’nun itirazı doğru, gerekçesi yanlış…

Film projesini oluşturan ben değildim, Nedim Otyam’dı. Atlas Film’e “Veysel hakkında bir film yapalım” demiş, senaryoyu da Bedri Rahmi Eyüboğlu’na yazdırmaya karar vermişler. Ben bundan haberdarım çünkü şirketin senaryo yazarıyım o sıralarda. Bana danışırlardı, bu uzun yıllar devam etti. Sinemacılık kişiliğimin yanısıra, düşünür kişiliğim, entelektüel kişiliğim onların bana danışmalarını sağlardı. Bana da soruldu, “böyle bir proje var, ne dersin” diye. Münasip buldum.

O aşamada, rejisör olmak istedim. Dediler ki, “bu sene biz dört film yapıyoruz, gelecek seneyi bekle”… Bu arada, ne olduysa oldu, çözemediğim bazı etkenlerden ötürü filmi Nedim beyden alıp bana verdiler.

Bedri bey senaryoyu yazdı ama, uzun bir zaman geçti. Filmi ilkbaharda yapacaktık, yaz bitti. Fakat bana senaryo üzerinde çalışma zamanı kalmamış durumda. Neticede oluşmamış bir senaryoyla yola çıktım. Köye gittim, Veysel beyi tanıdım. Anadolu’yu filan görmemişim o zamana kadar. 1952′de yol mol yok, şoseden sonra tarlalardan geçiyorsunuz, hatta Kızılırmak’da battık. Sonunda köye geldik. Son derece ilkel bir köy… Elektrik yok, bizim jeneratörle elektrik gelince acayip bir durum oldu. Oranın mektebinde yatıp kalkmaya başladık. Her gece mektebe 450 milyar örümcek giriyordu. İstanbul’da bu işi verdikleri zaman düşünmeye başladım. Yaşayan bir insanın biyografi filmi bu… İyi dedim, kendisine sorarım ne yapacağımı. Yalnız dedim, gözleri görmüyor, benim ne yaptığımı nereden bilecek. Benim yaptığım iş görüntü… Korkuttu ve üzdü beni bu, hay allah dedim, bir biyografiyle başlıyoruz film hayatımıza, kahramanın gözleri görmüyor… Sonra düşündüm, ben mutlaka görüntülerde yanlışlıklar yapacağım, bunları görmeyecek, daha serbestim… Böyle karşılıklı düşünceler…

Filmi çok iyi karşıladı, dehşetengiz bir algılama gücü vardı. Senaryoyu ona okuttum. Veysel bey içerdi, ben de içerdim, boğma rakı var, bir ocak başında okundu senaryo. Asistanım Ayfer Feray aynı zamanda filmin başrol oyuncusuydu, çok güzel bir diksiyonu, fonetiği vardı. O okumuştu. Tahmin ediyorum ki, senaryoyu çok fazla beğenmedi. Ama bunu söylemedi, çok güzel dedi. Yine de, Veysel beyin söyledikleri doğrultusunda senaryoda bazı değişiklikler yaptım.

Çekimlerin bir bölümü Sivrialan’da yapıldı. Bazı bölümleri Sivrialan’dan Göreme’ye kadar yollarda çektik, çünkü konu icabı, Veysel’in nişanlısını kaçırıyor bir adam. Devlet Tiyatrosu oyuncuları var, Ankara’ya dönmeleri gerekiyor, tiyatro açılıyor. Çekebildiğimiz kadarını çektik, oyuncuları Ankara’da bırakmamız lâzım. İstanbul’da bir çalışma çizelgesi hazırlayacağız, Ankara’daki oyuncular İstanbul’a gelecek, çekemediğimiz sahneleri çekeceğiz. Ankara’ya geldik, ‘51-‘52 komünist tevkifatı vardı, (filmin oyuncuları) Aclan Sayılgan, Kemal Bekir Özmanav ve Ruhi Su tevkif olundu. Ama müzik meselelerini Ruhi’yle daha önce halletmiştik. Sonraki çekimler son derece zor koşullar içinde oldu, duvarda gölgeler oynatarak, acayip makyajlar yaparak, bıyıklar takarak, oyuncuların dublörlerini oynatarak…

Atatürk’ün dediği gibi, Türk müziği, kaynaktan kökenden ayrılmadan, mutlaka Türk kültüründen, uygarlığından ama, çoksesli olacak. Orkestra lâzım, kırk-elli kişilik bir orkestra kullanayım enstrümantal olarak, zaman zaman da Ruhi Su’yu koyayım buraya dedim.

Son halini aldığında film çok kesilmişti. Öyle olur olmaz şeyler kesildi ki… Filmde bir şey yok, doğrudan doğruya oyuncuların ve Ruhi Su’nun komünist tutuklanması içinde oldukları için baskı gördü. Böyle tutuklamalar olunca, başladılar hallaç pamuğu gibi atmaya filmi, her şeyde bir şey buldular. Tarlaları, ekip biçmeleri çektim, buğday tarlalarını… Eylül ayındaydık, Sivrialan’da başaklar otuz santim filandı. Sansür dedi ki, “otuz santim buğdayın sapları, bu doğrudan doğruya Türk ziraatini kötülemek”… Düşünüyorum da, doğruluk payı var… Gidip de bilhassa küçük başağı çekmiyorum. “İyi ki çektim” dedim, “bunu görün, Türkiye’de bir tarım reformu yapın”… Ben memleketimde isterim ki başaklar bir buçuk metre olsun, benim milletim, devletim var burada… Sonra bu sahneler çıkarıldı, Amerikan belgesel filmlerinden parçalar konuldu. Kırk-elli tane biçerdöver tarlaya girmiş, Veysel yürüyor, yanındakine “bir takım sesler geliyor kulağıma” diyor. “Ooo, bir görsen Veysel usta, tarlalarda biçerdöverler elli-altmış tane” diyor yanındaki, Veysel de “çok iyi, çok iyi” diyor. Hasta köylülerin şehir hastanesine nasıl götürüldüğüne dair sahneler vardı, çıkarıldılar. Dedik ki, bu olay 1890′larda geçiyor… Filmde Veysel köye giriyor, bir tabela: Sivrialan Devlet Hastanesi… Birdenbire kapıdan doktorlar, hemşireler fırlıyorlar, elini öpmeye başlıyorlar, Veysel “bunlar kim” diye soruyor, “köyümüzde tam teşekküllü bir devlet hastanesi oldu, onun doktorları, hemşireleri” diyorlar, “aa, iyi iyi” diyor. Şu anda bile hastane yoktur belki orada…

Filmde Veysel’in kenarda kalmış çok önemli bir şiiri vardı: “Dünya dolsa şarkıylan / Türküz türkü çağırırız…” Şaheser… Büyük bir doktrin, ideoloji var burada… Bunu konservatuarların yazıt olarak koyması lâzım. Veysel için söylenecek en büyük şey bu, asıl Veysel burada: “Türklerdir bizim atamız / Halis Türküz kanı temiz…”


Karanlık Dünya / Aşık Veysel’in Hayatı (1952):



Sevmek Zamanı (1965):



Roll - Merve Erol, Ulaş Özdemir


*****     *****     *****

 Metin Erksan’sız Bir Yaz 

Cumhuriyetin ilk yıllarında doğmuş (1929), 1940’lı yıllarda üniversite okumuş, Türkiye’de sinema eğitimi verilmediği için ona en yakın dal olan Sanat Tarihini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde bitirmiş bir isim Metin Erksan.

Daha ortaokul yıllarında arkadaşlarına sinema gösterileri yapan, kendini özel olarak o yıllardan beri yetiştiren bir insan: Sinemacı olmak tutkusu çok erken yeşeriyor zihninde.

O yıllarda Türkiye’de sinemacı olmaya çalışan insanlar için adını duyurmak amacıyla çok işlevli olan sinema yazarlığı ilk durağı oluyor. Hemen ardından ise bir senaryo yazıyor. 1952 yılında üniversiteden mezun olduğunda ilk filmini yapıyor: Hem de dönemin en ünlü tartışmalarından birine vesile olan Karanlık Dünya –Âşık Veysel’in Hayatı filmiyle.

İlk film ilk sansür deneyimi. Siyasi tarih hakkında bilgili olan insanlar bilir, 1951 Tevkifatı ile Türkiye batılı ülkelere ve elbette Amerika’ya yaranma politikası, hem dış yardım almak için, bir de kendi uydurdukları Sovyet tehdidinden korunmak için NATO’ya girme çabası dönemin politikalarının can damarıdır. TKP’lilere yapılan baskınlar ve onların yargılanmaları da batıya Türkiye’de ne kadar güçlü bir komünist tehdidi olduğunu göstermeye çalışır. Neyse Metin Erksan’ın filminde iki TKP’li oyuncu vardır, türkülerinin bir kısmını da Ruhi Su okumuştur. Sansür bunu affeder mi? Sen TKP’lilerle selamlaşırsın cezası verir.

İnanılmaz kararlara varır. Bir kere ‘Karanlık Dünya’ adı reddedilir, hayrola der gibi, ikinci olarak gerçek Sivas’ta çekilmiş tarlalar Türk köylüsüne hakaret olarak kabul edilir, onların yerine Amerika’nın Soğuk Savaş vesilesiyle Türkiye’ye gönderdiği propaganda filmlerinde makineli tarım yapılan büyük çiftliklerdeki tarla görüntülerinin kullanılması istenir, böylelikle bu hakaret ortadan kalkacakmış.

Bu işin esası şudur: Sansür komünistlerle selamlaşma cezası vermiş, ardından ise çeşitli mankafa vesileler yaratmıştır. Sektördekiler bunu çok iyi bilmektedir, yoksa ‘Karanlık Dünya’ filminin sansürle sorun yaşayacak hiçbir şeyi yoktur.

Ama ardından bu kez senarist Bedri Rahmi Eyüboğlu ile büyük sorunlar yaşar yönetmen: Senaryomu mahvettin tartışması diyelim. Bütün bunlar Erksan 22-23 yaşındayken oluyor.

ERKSAN’DAN SANSÜR GERÇEĞİ

Ama Metin Erksan çok uzun yıllar boyunca sansürün gerçek nedenini sakladı, bunun yerine öteki maddeleri ve sansürün ne kadar saçma olduğunu anlatmak için kullandı, ama hayatının ilerleyen zamanlarında ise gerçeği söyledi, hem de bir televizyon ekranında.

1958 yılında Erksan ‘Yolpalas Cinayeti’ adlı Halide Edip’in eserini uyarlar. Aynı zamanda “Zeynep’in Gözyaşları” adlı Muharrem Gürses’in bir eseri daha vardır. Bir gün yapımcı Erksan’a telefon eder, birlikte Kasımpaşa’ya giderler, yan yan iki sinemada bu filmler oynuyordur. Erksan’ınkinde in cin yoktur, “Zeynep’in Gözyaşları” filminde ise ne cam kalmış ne çerçeve, atlı polisler gelmiş, asayişi sağlamak için.

SİNEMAYI, SİNEMACILARI KİM ŞARTLANDIRIR

Erksan bu bana tam bir ders oldu, der, oturup düşündüm, bu olgu yıllarca zihnimde yaşadı diye. 1985 yılında yapılan bir söyleşide ulaştığı sonucu çok açık söylüyor:

Metin Erksan: Bak Nijat ne kadar güzel ve özgün bir yargı getiriyor. “Türk sineması, Türk aydınlarının ezici bir çoğunluğu için yabandır. Ve genel kültür düzeyi ortalaması en açık biçimiyle kendini nasıl sinemada gösteriyorsa, aydın takımı ile büyük kütle arasındaki yabancılaşmanın en keskin örneği de yine sinema alanında ortaya çıkar.” Diyor ki Nijat burada: Çok önemli olarak, “sinemamız, kültür düzeyi çok gerilerde olan milyonlarca seyirciyi şartlandırmaktan çok daha büyük ölçüde bu milyonlar tarafından şartlandırılmaktadır.” Yani bu kadar güzel ve fevkalade bir yargıyı bu işi çok iyi bilen biri söyler ya. Ne kadar yerinde bir yargı bu. Sinemayı, sinemacıları bu kütle şartlandırır diyor. Ee tabi kardeşim yani, tabiî ki o kütle şartlandırır. Bak ne kadar doğru düzgün yargı. Efendim siz kütleyi şartlandırıyorsunuz, hayır ya, kütle beni şartlandırıyor.”

Zahit Atam: Halkın film tercihleri, gerçekten gişe yapanlar ekseriyetle kötü filmlerden oluşuyorsa; yapımcıların sinema bilgisi, estetik bilgisi gerçekten yetersizse; daha da kötüsü kötü filmlerin gişe yapması onları yalnızca mutlu ediyorsa; halkımız eğitimsizse; sansür genel olarak iyiyi baskılıyorsa bu koşullar altında yönetmenleri ya da senaristleri küçük görmek gerçekten anlamsızdır. Basit bir şekilde söylersek, eğer Ertem Eğilmez tümüyle sıradan bir film olarak ‘Sürtük’ filmini yönetmişse, bu film o yıl gişede inanılmaz bir iş yapmışsa, aynı Eğilmez kendini riske ederek gerçekten çok değerli bir ‘Canım Kardeşim’i yönetmişse ve bu film nedeniyle iflasın eşiğine gelmişse o zaman kim kimi koşulluyor?

Erksan 1964 yılında Susuz Yaz ile Berlin Film Festivalinde Altın Ayı alıyor, sonuçta ne mi oluyor? Sektördeki insanların hasediyle karşılaşıyor. Bir tanesiyle konuşurken, adam “Berlin’de Altın Ayı almak önemli elbette, ama keşke ben alsaydım” deyince Metin Erksan kendisine yönelik tavırları o zaman çıplak şekilde kavrıyor.
1964 yılında Türkiye İşçi Partisinde işçilere sınıf bilinci ve Marksizm üzerine seminerler veren de, 1972 yılında Milli Türk Talebe Birliği’ndeki açık oturumda “Türkiye’de sınıflar yoktur” diye kükreyen de Metin Erksan’dır, Türkiye’de polemik böyle yapılır çünkü, karşıdaki ne diyorsa sen onun tersini savunacaksın, bu da bir gelenek.

Metin Erksan büyük oranda kendi projelerini yapamamış birisiydi, en önemlisi de hayatı boyunca ihtiyaç duyduğu senaristi bulamamıştı, edebiyatçılara ise çok kızgındı, çünkü onlar sinemada büyük projelere imza atmak için değil, tam da uyduruk eserler yaratıp para kazanmak için geliyorlardı.
Kendi öznel hikâyelerini sinemaya aktarabilmiş gibi görünür, aslında değil, çünkü Metin Erksan sinemamızın en tutkulu birkaç isminden birisiydi. İnanılmaz hikâyeleri vardı, dinleyenlerin irkildiği hikâyeler.

DÖNEMİN ALTERNATİF SİNEMASI

Ama bunlar içinde üç film var ki tamamen öznel dünyasını aktarmıştır ve çok ilginçtir:
Suçlular Aramızda, Sevmek Zamanı ve Kuyu.

‘Suçlular Aramızda’, Erksan’a göre bizim köksüz burjuvazimizle alay etmek için yapılmıştır, ‘Sevmek Zamanı’ surete âşık olmak üzerinden aslında yaşanmayan ya da ilan edilmemiş aşklarına bir göndermedir. ‘Kuyu’ ise yazıldığını hiç görmedim ama, gerçektir, bir film şirketindeki sekretere tutkulu ama karşılıksız aşk yaşayan Metin Erksan’ın kendi acılarıyla baş etmek için yaptığı bir filmdir.

Bir de Metin Erksan’ın 5 hikâyecimizden yaptığı filmler var: Bunlar içinde ‘Müthiş Bir Tren’ ve ‘Sazlık’ adlı eserleri tam anlamıyla bir başyapıttır ve bizim sinemamızın o devirlerde görmediği türde bir öznellik içerirler. Film tam anlamıyla tutkunun ve iç dünyanın içinde gezinir, dönemin toplumcu görüşüyle çatıştığı için çok eleştiri almış olmasına rağmen, sanatın yaratım süreçleri ve sanatçının iç dünyası üzerine bu etkili filmleri Erksan’ın anısına TRT tekrar gösterse çok iyi bir anma olurdu.

Çok okuyan ve hep büyük konuşan birisiydi, hayatının uzun son yıllarında bilinçli olarak kendini yalıttı ve derin bir yalnızlığın içinde kendi zihninde sürekli film çekti, ruhu şad olsun.


BirGün - Zahit Atam


*****     *****     *****

Metin Erksan'ın Ardından...

Onun Anadolu'da köy ve kasaba yaşamının konu edildiği edebiyat uyarlamalarıyla, toplumsal gerçekçi filmler yaptığını söylemek mümkündür. Sanat’ın ne için yapıldığını başbakan eliyle tartışmak durumunda bırakıldığımız şu günlerde, hemen her filmi sansüre uğramış, sinemasıyla her devri rahatsız eden ödemli bir yönetmendir. 

İlk filmi “Karanlık Dünya” ile halk ozanı Aşık Veysel'in yaşamını anlatmıştır, filmin çekimlerini sanatçının köyünde gerçekleştirerek yarı-belgesel bir yaklaşımla perdeye getirdi. 1957'de çektiği ikinci filmi “Dokuz Dağın Efesi” ile büyük ilgi toplayan Erksan, daha sonra “Gecelerin Ötesi”, “Yılanların Öcü” ve “Acı Hayat” gibi filmlerle toplumsal gerçekçilik türünde ürünler verdi. Sinemacılar Kuşağı'nın üç önemli temsilcisinden biri olarak adını duyuran Erksan, “Susuz Yaz”, “Suçlular Aramızda”, “Sevmek Zamanı” ve “Kuyu” gibi filmlerle kendine özgü üslubunu geliştirdi. Ve pek çok ödül aldı.

Susuz Yaz: Tanınmayan Bir Kadın

Türkiye’de sansüre uğrayıp gösterilemeyen ve Berlin’de Altın Ayı alan filmin belki de en etkileyici sahnelerinden biri uzun bir tarla yolunda bademler köylüsünün, tarlada çalışırken “Osman suyumuzu gescek, biz de adam oluveğelim de garşı goyalım”, “çare suyu gomşuların oğtak bölüşüvemeleri arkidaş”, “izin veemicez” derken kameranın bunu söyleyen küçük insanları devleştirerek çekmesidir. Daracık tarla yolundaki peşpeşe yürüyüşleri sanki bir orduyu çeker gibidir. Her seferinde kamera ortaya gelir ve sırayı baştan resmeder… kuşkusuz bunlar tesadüfü vuruşlar değildir. Susuzlukla, kadınsızlığın birleştirilmesi, sosyolojik olgularla “insan dram”larının, “yalnızlaşmanın” ilişkisini aktarılmasına yol açmıştır. Yönetmenin takdire şayan bir diğer tercihi filmde “yüz” tercih etmemesidir. Bu tercih, hem filmin konusunu destekleyen “etik” bir tavır, hem de karakterlerin sıradanlığına önemli bir katkıdır.

Yılanların Öcü
 
Metin Erksan’ın sansürle üçüncü ve en sert çatışmasını bu filmle oldu. Dönemin siyasi sahnesinde yankı uyandıran Yılanların Öcü, bir “köy gerçeklerine dönüş” filmi olarak tanımlanabilir. Yaşlı anası, Irazca, karısı ve üç çocuğuyla küçük toprağını ekerek geçimini sağlayan Kara Bayram yoksul bir köylüdür. Muhtar, köyün ortak arazisinden bir yeri Deli Haceli’ye satınca yapılacak evin kendi evinin önünde olmasına karşı çıkan Kara Bayram’ın huzuru kaçar. Erksan filmde fakirliği abartmadan, karton tipler değil gerçek ve direnen karakterler yaratarak mülkiyet temasının altını çizer. Fakir Baykurt’un kalemini zedelememeye, isyanı ve direnci, “yolculuk”, “göz yüzü” gibi sağlam imgelerle belirginleştirmeye gayret etmiştir. 

Sevmek Zamanı: “Aşk İçin Ölmeli Aşk O Zaman Aşk”

Aşkın olan bir kadın-erkek ilişkisinin konu edildiği filmde, “Klasik Türk Sineması” anlayışının dışına çıkılarak “aşk” olgusu psikolojik yönleriyle ele alınır. Elbette bu durum kabaca bir psikanalizden ibaret değildir. Karakterlerin sınıfsal konumları yönetmenin her filminde olduğu gibi belirgindir. Farklı olan filmdeki düşsel imgelerdir. Söz konusu “aşk” olduğunda şiirselliğin ve düşselliğin ön planda olduğu yaklaşımı, belirgindir. Bu nedenle filmdeki bekli de en etkileyici olayın bir surete (fotoğrafa) aşık olan ana karakterin, filmin sonunda düş olarak kodlanan denize açılarak bu sureti ortadan kaldırması ve suretin yerine aslını koyması olduğu söylenebilir. Aşıkları ölümle buluşturmayı tercih eden film, insani olanı ortadan kaldıran kimi toplumsal değerlerin ebedi iktidarını ilan etmesiyle birlikte, aşkın yitirileceğini vurgulayarak sonlanır böylece. Sezen aksu’nun bir şarkısında Metin Erksan’a ait; “aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk” sözü geçer. Bu yaklaşım hem onun sinemasındaki “uç” karakterleri- saplantılı aşıklar ve diğer zavallı yaratıklar- hem de Sevmek Zamanı’nın suretlerini iyi resmediyor.

Bu üç klasik film dışında Metin Erksan’ın sinemasını iyi özetleyen Kuyu filmi ve onun uç karakterleri de oldukça önemlidir. Erksan, Sinema sanatının içini boşaltan ve bunu bilmişlikle tamamlayanlara en güzel cevabı “bunlar doğdukları tarihi milat zannediyorlar” diye vermişti. Postmodern dünyanın olguları bireyle başlatma ve açıklama eğilimini de her seferinde tiye alıyor. Eleştiriyordu. Bunların filmlerini yapmayacak kadar yorgun ve kırgındı şüphesiz. Şimdi Irazca’nın yolculuğu kadar dirençli bir hayatı geride bırakıp, gitti. 

Onu Fakir Baykurt’la uğurlamak ondandır;

“Ne çalışmanın köleliği, ne işsizlik cehennemi
Ne beylik ne paşalık, bir büyük sofrada kurulmuş insanların kardeşliği
Tokluğa özgürlüğe içeceğiz şaraplarımızı akşamında
Yüzyıllardan binyıllardan, nice yiğit canların kurban gittiği bu büyük yol uzaklardan çok uzaklardan geliyor...” Bir Uzun Yol


Muhalefet.org - Ekin Akyaz 


                                                                                                                                                                                                                                                                                *****                                                                                                                                                                                                                                                                                                          

50. Ölüm Yıldönümünde Marilyn Monroe 

Sağolsun Rilke

Marilyn Monroe bu dünyaya veda edeli tam elli yıl oldu. Veda lafın gelişi, Marilyn Monroe tam elli yıldır güzelliğin, dürüstlüğün, azmin, yaşama sevincinin, insanın kendini gerçekleştirme arzusunun timsali. Kısa hayatına, az sayıda filmine rağmen bu fabrika kızı, dünya durdukça herhalde öyle de kalacak…

Bir 14 Şubat’ta, Express’te ne yapalım derken, en iyisini o bilir diyerek Marilyn Monroe’ya başvurmuş, Ekim 1960′ta Marie Claire dergisine verdiği söyleşiyi ve Sam Shaw – Norman Rosten imzalı “Marilyn, Among Friends” adlı kitaptaki sözlerini sayfalarımıza taşımıştık. Ölümünün ellinci yıldönümünde Express’in 58. sayısındaki derlememize dönüyoruz. Çok yaşa Marilyn!

Marilyn Monroe: Evet, gayrımeşru bir çocuktum. Annemin ilk kocasının soyadı Baker’dı, ikincisininse Mortenson. Ben doğduğumda annem ikisinden de boşanmıştı. Küçükken babamın New York’ta bir otomobil kazasında öldüğünü söylerdi.

Tuhaf bir şey, nüfus kâğıdımda babamın mesleği hanesinde “Baker” (fırıncı) yazıyordu, annemin ilk kocasının soyadı yani. Doğduğumda, annem bana bir isim verme ihtiyacını hissetmiş ve ağzından “Baker” çıkmış, tamamen tesadüf eseri… En azından bana öyle geliyor. Her halükârda, adım Norma Jean Baker olmuş. Bütün okul sicilimde böyledir, başka türlüsünü iddia edenler zırvalıyor.

Fabrika Kızı

Savaş zamanında bir fabrikada çalışıyordum. İşim çok sıkıcı, hayatım berbattı. Öteki kızlar birbirlerine evvelki gece ne yaptıklarını, hafta sonunda ne yapacaklarını anlatırlardı. Benim çalıştığım bölümde —boya spreyleri— sadece erkekler vardı. Sonra, günlerden bir gün Hava Kuvvetleri bizim fabrikanın fotoğraflarını çekmek istedi. Ben de birkaç günlüğüne onlara fotomodellik yaptım, elimde alet-edevatla poz veriyordum. Fotoğraflar Eastman Kodak’ta banyo ediliyordu, orada çalışanlar fotomodelin kim olduğunu sormuşlar. Fotoğrafçılardan biri, David Conover, bir gün gelip “fotomodel olmalısın” dedi, “saattte 5 dolar kazanırsın”. Saatte 5 dolar! Ben haftada 20 dolar alıyordum, günde 10 saat mesai karşılığında. Ve bütün gün ayakta çalışıyordum. Fotomodelliği denemem için yeterli sebep vardı. Hayallerimden birini gerçekleştirebilirdim belki de. Param oldukça oyunculuk dersleri alıyordum, çok pahalıydı o dersler, saati 10 dolardı. Fabrikada çalıştığım sıralarda, birçokları tezgahtarlık yapmamı önerirdi. Bir seferinde Thrifty’s’e başvurmuştum, ama lise diplomam olmadığı için işe almamışlardı.

Chanel 5

O takvim fotoğrafları hakkında bir sürü hikâye anlatılır. O olay ortaya çıktığında “Asphalt Jungle”ı yeni bitirmiştim, Fox stüdyoları benimle yedi yıllık bir sözleşme yapmıştı. Halkla İlişkiler departmanından çağrılışımı dün gibi hatırlıyorum. “Bir takvim için poz verdin mi?” diye sormuşlardı. “Evet” demiştim, “bunun bir sakıncası mı var?” Bayağı gergindiler, “sakın poz verdiğini söyleme” dediler. “Ama verdim” dedim, “hatta bir makbuz da imzaladım, inkâr edebileceğim bir şey değil”. Bu onları çok mutsuz etti. “Asphalt Jungle”daki kameramanlardan biri o takvimden edinmişti, bana getirip imzalayıp imzalamayacağımı sordu. “Tabii” dedim ve imzaladım. Stüdyodakiler iyice öfkelendiler. Beni tanıyan herkes yalan söyleyemediğimi bilir. Bazen bazı şeyleri dile getirmem ya da yorum yapmam, kendimi ve başkalarını korumak için —o başkaları korunmak istemiyor da olabilir tabii. Ama yalan söyleyemem.

İnsanlar çok tuhaf. Bir soru sorarlar, dürüstçe cevap verdiğinizde şoke olurlar. Bir seferinde, bana “yatakta üzerinizde ne olur” diye sormuşlardı, “pijama mı, külot mu, gecelik mi?” Ben de “Chanel 5” dedim. Gerçek o çünkü. “Çıplak yatarım” demek istememiştim, ama gerçek öyle.

Gece Okulu

Tanınmış biri olduğumda, film çekimleri dışında ne yaptığım herkesin merak konusuydu. Galalara, partilere gitmiyordum çünkü. Çok basit bir şey yapıyordum: Okula gidiyordum. Liseyi bitirememiş olduğum için UCLA’de gece okuluna kaydolmuştum. Edebiyat tarihi ve Amerikan tarihi dersleri alıyordum. Okumaya başladım, harika yazarların öykülerini. Derslere yetişmem zor oluyordu, çünkü saat 18:30’a kadar stüdyoda çalışıyordum. Sabah 9’da sette olabilmek için de erkenden yatıyordum. Bazen sınıfta uyuyakalıyordum. Yine de kendimi dersleri dinlemeye zorluyordum. Hocamız Mrs. Seay kim olduğumu bilmiyordu ve ders esnasında oğlanların bizim sınıfın kapısında toplanıp içeri bakmalarını yadırgıyordu. Bir gün benim kim olduğumu sordu, sınıf arkadaşlarım “sinema oyuncusu” diye atılınca, “çok şaşırdım” dedi, “ben onu manastırdan gelen bir kız zannediyordum”. Bu, hayatımda aldığım en güzel iltifatlardan biriydi. Çevremdeki insanlarsa beni seksî, dengesiz ve aptal biri olarak görüyordu.

Yavaşlık ve Mutluluk

Hep geç kalmak gibi bir şöhretim var. Hep geç kaldığım doğru değil bence. Ayrıca, başka insanlar kadar hızlı hareket edemiyorum. Arabalarına atlıyorlar, birbirlerine tosluyorlar, hiç durmuyorlar. İnsanlar robot gibi olsunlar diye yaratılmadılar ki. Ayrıca, acelecilik büyük bir zaman israfı. İnsan yavaş hareket ederse daha fazla iş yapabilir. Eğer koştura koştura kuaföre, oradan yine koştura koştura makyöze, oradan da kostümcüye gidersem, oynayacağım sahneye sıra geldiğinde kendimi tüketmiş olurum. “Let’s Make Love”ın çekimlerinde George Cukor bana bir saat geç kalma hakkı tanımıştı, günün sonunda taze kalayım diye. Zaten bence sinema oyuncularının mesaisi çok uzun. Bana kalırsa insanlar fazla koşuşturuyor. Gergin ve mutsuz olmaları o yüzden. O acele içinde herhangi bir şeyi kusursuz yapmak mümkün mü? Kusursuzluk vakit ister.

İyi bir oyuncu, gerçek bir sanatçı olmak isterim. Ve tabii ki mutlu olmak isterim. Ama kim mutlu ki? Galiba mutlu olmaya çalışmak, iyi bir oyuncu olmaya çalışmak kadar zor bir şey. Ama ikisi için de uğraşmak gerekiyor. İşimde bazı şeyleri gerçekleştirdiğimde mutluluğa çok yaklaşıyorum. Fakat bunlar anlık sadece. Genelde mutlu değilim, mutsuzum. Şahsî hayatımı çalışma hayatımdan ayırmıyorum. Şahsen ne kadar çalışırsam, meslekî olarak da o kadar iyi oluyorum.

Rilke ve Actors Studio

Bana çok yardımcı olan bir kitap var, Rainer Maria Rilke’nin “Genç Bir Şaire Mektuplar”ı. O kitap olmasaydı ruh sağlığımı koruyamazdım diye düşündüğüm anlar oluyor. Bence bir sanatçı —özür dilerim, ama bir sanatçı olmaya başladığımı düşünüyorum, bazıları gülecektir buna, onun için özür diliyorum— hakiki olmaya çalıştığında delirmenin kıyısına geliyor. Gerçekten delirmek değil tabii, yalnızca kendinizin en hakiki tarafını dışsallaştırmak istiyorsunuz ve bu çok zor bir şey. Kendi kendinize “yapmam gereken tek şey içten olmak” diyorsunuz, ama bu o kadar kolay olmuyor. Hep gizli bir his var içimde: “Aslında ben sahteyim, yapmacık bir insanım.” Herkes arada bir bu hisse kapılıyordur herhalde. Actors Studio’daki hocam Lee Strasberg sık sık şöyle der bana: “Niye kendin hakkında böyle düşünüyorsun? Sen bir insansın.” Ben de “evet, ama daha fazla bir şey olmam gerektiğini hissediyorum” diyorum. O da “hayır” diyor, “sen bir insansın, kendinden başlaman lâzım”. Bunu ilk defa söylediğinde yerimden sıçramıştım: “Ne, kendimden mi?” Lee “evet” demişti, “kendinden”. Lee, hayatımı değiştiren insanların başında gelir. Onun için, ne zaman New York’ta olsam Actors Studio’yu ziyaret ederim ve bundan mutluluk duyarım.

Aşk ve İş

Fabrikada çalıştığım dönemde her cumartesi gecesi sinemaya giderdim. Gerçekten eğlendiğim, gevşediğim, güldüğüm, kendim olduğum yegâne zaman oydu. Film kötüyse, bu müthiş bir hayal kırıklığı olurdu! Bütün hafta boyunca sinemaya gitmeyi iple çekerdim, bilet parası için ter dökerdim. Filmdeki oyuncular ellerinden gelenin en iyisini yapmıyorsa ya da özen göstermiyorsa, çok öfkelenirdim. Ben hep benim gibi insanlar için, ağır şartlarda çalışan, gişeden aldıkları bilet karşılığında eğlenmek isteyen insanlar için oyunculuk yaptığıma inandım. Yönetmenin ne düşündüğü pek umurumda değildir.

Aşk ve iş, hayatımızdaki en değerli şeyler. Geri kalanı o kadar mühim değil. Bence aşk ve işten biri eksikse, diğeri de pek iyi olmuyor. İnsan ikisine birden ihtiyaç duyuyor. İşimi elimden geldiğince iyi yapmaktan gurur duyuyorum. Aşkı düşlediğim zaman da onun mümkün olduğu kadar kusursuz olmasını arzularım.

1954’te evlendiğimizde, Joe DiMaggio beysbolu bırakmıştı, ama harikulâde bir sporcuydu ve birçok bakımdan çok duyarlı bir mizacı vardı. Ailesi göçmendi ve gençliğinde zor günler yaşamıştı. Dolayısıyla bana dair bazı şeyleri anlayışla karşıladı, ben de ona dair bazı şeyleri anlayışla karşıladım. Ve evliliğimizi bunun üzerine kurduk. Ama, “bazı şeyler” yeterli olmuyor. Evliliğimiz mutlu değildi ve dokuz ay sonra son buldu.

Her şeyin ötesinde, insan gibi muamele görmek isterim. Arthur Miller’la ilk tanıştığımızda “As Young As You Feel”ın setindeydik ve ben ağlıyordum. Ağlıyordum, çünkü bir arkadaşım vefat etmişti. İşte o gün Elia Kazan beni Arthur Miller’la tanıştırdı. Yıl 1951’di. Hayatımda birçok şey yolunda gitmiyordu. O günden sonra Arthur’u yaklaşık dört yıl hiç görmedim. Mektuplaşıyorduk, Arthur bana beğendiği kitapların listesini gönderiyordu. Beni bir filmde seyredeceği ihtimalini düşünerek elimden gelen en iyi oyunu çıkarmaya çalışıyordum. Bunu nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum, ama ona tanıştığımız anda aşık olmuştum. “Tiyatroda oynamalısın” dediği günü hiç unutmuyorum, bunu söylediğinde etrafımızdaki insanlar gülmüştü. “Ben ciddiyim” demişti Arthur, o kelimeleri telaffuz ediş biçimi duyarlı bir insan olduğunu gösteriyordu. Bana da duyarlı bir insan muamelesi yapıyordu.

Yalnızlık ve Sosyallik

Evlendiğimizden beri sakin ve mutlu bir hayatımız var New York’ta. Hafta sonları gittiğimiz Connecticut’taki çiftlik evinde daha da mutluyuz. Eşim sabahları erken kalkıp çalışmayı seviyor. Genellikle saat 6’da ayaklanmış oluyor. Gün içinde işine ara verip şekerleme yapıyor. Oturduğumuz daire pek büyük değil, dolayısıyla çalıştığı odaya ses yalıtımı yaptırdım. Çalışırken mutlak bir sessizlik içinde olmak istiyor. Ben saat 8:30 sularında kalkıyorum. Kahvaltıdan önce köpeğim Hugo’yu gezintiye çıkarıyorum. Kahvaltıdan sonra banyo yapıyorum, izin günlerimin çalışma günlerimden bir farkı olsun diye. Çalıştığım günlerde sabah 5’te veya 6’da kalkıyorum ve dirilmek için soğuk bir duş alıyorum. İzin günlerimde küveti doldurup içine giriyorum, New York Times’ı okuyorum, müzik dinliyorum. Sonra da Actors Studio’ya gidiyorum. Salı ve perşembeleri saat 11’de oyunculuk dersleri alıyorum, sair günler Lee Strasberg’in verdiği dersleri izliyorum. Öğleden sonra eve geliyorum, akşamüstünü eşimle geçiriyorum. Yemekte mutlaka müzik dinliyoruz, ikimiz de klasik ve caz seviyoruz. Cazı dans ettiğimizde veya misafir geldiğinde dinliyoruz genellikle.

Arthur’un ilk evliliğinden iki çocuğu var, onlara iyi bir üvey anne olmaya çalışıyorum. Ev işi yapıyorum, hep yapılacak bir şeyler oluyor. Yemek yapmayı seviyorum. Ekmek pişiriyorum, bazen yeni yemek tarifleri icat ediyorum. Çeşit çeşit sos yapıyorum, sarımsak yemeyi çok seviyorum. Sarımsaklı soslarım kimilerine fazla keskin geliyor. Arada bir stüdyodan oyuncu arkadaşlarım geliyor, kahvaltıya veya çaya. Çalışırken bir şeyler atıştırıyoruz. Akşam yemeğinden sonra tiyatroya, sinemaya gidiyoruz, arkadaşlarımızı ziyaret ediyoruz ya da onlar bize geliyor. Ama genellikle evde oluyoruz. Müzik dinliyoruz, sohbet ediyoruz, kitap okuyoruz, Central Park’ta yürüyüş yapıyoruz. İkimiz de yürümeyi çok seviyoruz. Bazen keşke daha planlı, programlı olabilsem, belli şeyleri belli saatlerde yapabilsem diyorum, ama Arthur’a göre böylesi daha iyiymiş, hiç değilse canımız sıkılmıyormuş.

İnsanları seviyorum, fakat çok sosyal biri değilim. Yalnızlık beni rahatsız etmiyor. Bir tür teneffüs gibi, kendimi tazeleme fırsatı veriyor bana. İnsanların birbiriyle çelişen iki tarafı var, en azından benim için öyle: Hem yalnız kalmak, hem de başkalarıyla birlikte olmak istiyoruz. Bir neşeli tarafım var, bir de hüzünlü tarafım. Bu bir sorun gerçekten, işimi çok sevmemin sebebi de bu: Yaptığım işten memnunsam daha sosyal bir insan oluyorum, değilsem yalnız olmak istiyorum. Özel hayatım için de aynı şey geçerli. Her şeye rağmen kendimi mutlu hissediyorum. 34 yaşındayım, birkaç yıl sonra meslekî olarak daha iyi, özel hayat açısından da daha mutlu olacağımı sanıyorum. Benim temel arzularım bunlar. Belki daha uzun zamana ihtiyacım var, çünkü yavaş bir insanım. Bunun çok iyi bir metod olduğunu söylemiyorum, ben başka türlüsünü bilmiyorum. Her şeye rağmen umutluyum, umutsuz yaşanmıyor.


Express - Yücel Göktürk


*****     *****     *****   

 Olmak İstediğim İnsan Değilim 

Sette kalabalık bir topluluktuk. Küçük rollerin, birkaç jestin, üç-beş cümlenin oyuncuları. Bazıları genç ve güzel göğüslüydü, ama benden farklı olduklarına kaniydim. Onların benim gibi illüzyonları yoktu. Benim illüzyonlarımsa iyi bir oyuncu olmakla alâkalı değildi. Üçüncü sınıf olduğumu biliyordum. Yetenek yoksunluğumu, iç çamaşırlarımın ucuz olduğunu bildiğim gibi biliyordum. Ama öğrenmek istiyordum, değişmek istiyordum, gelişmek istiyordum. Başka hiçbir şey istemiyordum. Ne erkek, ne para, ne aşk. Sadece oyunculuk kabiliyeti istiyordum.

Hollywood öyle bir yerdir ki, bir öpücüğünüze bin dolar verirler, ruhunuza ise 50 cent. Bunu iyi biliyorum, çünkü birinci türden teklifleri çok reddettim, 50 cent’e razı oldum… Hollywood’un bazı hergeleleri Arthur’u (Miller) terketmemi istediler. Kariyerimi mahvedermiş. O tipler anadan doğma ödlektir ve sizin de kendileri gibi olmanızı isterler. Kennedy’nin seçimleri kazanmasını istememin bir sebebi de, Nixon’ın o Hollywood hergeleleriyle aynı hamurdan olması.

Arthur (Miller) ve ben yolun sonuna geldik. Arthur içimdeki şeytanı gördü çünkü. Birçokları benim masum bir kadın olduğumu düşünür, çünkü onlara öyle davranıyorum. İçimdeki şeytanı görseler benden nefret ederlerdi. Benim birden fazla kişiliğim var. Ve genellikle, olmak istediğim insan değilim. Ama, aptal bir sarışın, iri göğüslü bir seks manyağı olmadığım da kesin.


Hakiki Bir Sevgili

Kıskançlık köftenin tuzu gibidir. Bir tutam yeter.

Kariyer sahibi olmak harika bir şey. Ama soğuk bir gecede ona sarılıp uyuyamazsın.

İnsanı en az tatmin eden erkekler cinsel güçleriyle gurur duyanlar ve seksi kupa kazanılan bir atletik yarış olarak görenlerdir. Cinsel ilişkinin heyecan verici olması için, erkeğin kadının ruhunu uyarması gerekir. Hakiki bir sevgili başınıza dokunarak veya gözlerinizin içine bakıp gülümseyerek veya boşluğa bakarak ayaklarınızı yerden keser.

İnsanın yalnız başına mutsuz olması, birisiyle birlikte mutsuz olmasından daha iyidir.

Tanrıya şükür, hepimiz cinsel varlıklarız. Ne yazık ki, birçok insan bu doğa armağanını aşağılıyor, kırıp döküyor.

Kadınlar Hangi Erkeklerden Hoşlanır?

Sinema yazarı George Axelrod anlatıyor: “Marilyn yönetmenler için kolay bir oyuncu değildi. Heveskârlığı, azmi gerilmesine sebep olurdu. Rolünü ezberlemekte zorlanırdı. ‘The Seven Year Itch’in çekimlerinde çok ilginç bir şey oldu. O filmin en çok sevdiğim sahnesi, sonlara doğru Marilyn Monroe’nun canlandırdığı genç bir kızın gerçekten gösterişsiz bir tip olan kahramanımızı çekici bulduğunu söylediği sahnedir. Zor bir sahnedir, ayrıca genç kızın konuşması uzundur. Setteki herkes çekimin çok sancılı olacağını düşünüyordu. Fakat ilk denemede olup bitti. Üç dakika içinde halloldu. Marilyn harika bir iş çıkardı, ağzından çıkan her kelimenin hakkını verdi. Sahne bittiğinde sette alkış koptu. Daha sonra, Marilyn bana o sahnedeki başarısının sırrını anlattı. Söylediği her kelimeyi harfiyen inanarak telaffuz etmişti, çünkü senaryonun o bölümü Marilyn’in düşüncelerine tıpatıp uyuyordu.”

Sahne 85 (Oturma odası, gündüz. Richard ve genç kız.) Richard:Kabul et, aklı başında olan hiçbir güzel kız beni istemez. Onun isteyeceği Gregory Peck’tir.

Genç kız: Güzel bir kızın ne istediğini sen nereden biliyorsun? Güzel kızların aptal olduğunu sanıyorsun. Sanıyorsun ki, bir kız gittiği partide yapılı vücutlu, şık kıyafetli, ortalıkta yırtıcı bir kaplan gibi dolanan, “çok yakışıklıyım, beni kimse reddemez” edalı bir herife tav olur. Bence olmaz, o odada bir başkası vardır, köşeye çekilmiş, belki biraz gergin ve utangaçtır, terleyip durmaktadır. Önce yanından geçip gidersin, fakat sonra hassas, nazik ve endişeli bir tip olduğunu sezinlersin. Sana müşfik, sıcak davranacaktır. İşte bu çok heyecan vericidir! Eğer karın olsaydım, seni kıskanırdım. (uzanıp Richard’ı öper)


Express

                                                                                                                                                                                                                                                                                *****                                                                                                                                                                                                                                                                                                        
 Gore Vidal: Artık Herkes Queer  

Modern Amerikan edebiyatının duayenlerinden olan romancı, senarist, denemeci, hatta tarihçi Vidal, aynı zamanda, ABD siyasetinin de etkin isimlerinden biriydi yıllarca. 2010 yazında bir konuşma için İstanbul’u ziyaret eden Vidal’e mikrofonumuzu ayaküstü uzatmış, dostane huysuzluğuyla böylece tanışmıştık. 31 Temmuz’da, 86 yaşında kaybettiğimiz Vidal’i Bir+Bir’e söyledikleriyle uğurluyoruz.

Siz İstanbul’a gelmeden birkaç hafta önce, “Kent ve Tuz”un çok başarılı bir çevirisi, şık bir yeniden basımla tekrar gündeme geldi. Kitabın Amerika’daki serüveni malûm: 1948’de herkesin reddettiği “Kent ve Tuz”, on yıl içerisinde queer metinlerin ilk büyük örneği olarak anılmaya başlandı ve biraz da bu bağlama sıkıştırıldı. Bizim de, yeni yeni hızlanan queer hareketi içerisinde, “Kent ve Tuz”a benzer bir şekilde yaklaşmamız mümkün mü?

Gore Vidal: Daha önce defalarca söyledim ve galiba ölene kadar da söylemek zorunda kalacağım: “Kent ve Tuz”u bir tür “queer metin” kaygısıyla yazmadım. Amacım, duygusal gerilimlerin en uç noktasını kullanarak birtakım gerçeklere yaklaşmaktı. Her ne kadar tek bir tarife bağlı kalmak istemesem de, cesur tavrını zamana karşı koruyabilmesi, “Kent ve Tuz”u öncü konumuna zorladı. Bundan şikâyetçi değilim, ama artık herkes “queer” olmuşsa ve Amerika’da bile romanımı “queer” bağlamında tartışıyorlarsa, diyebileceğim tek bir şey var: Her şeyi boş verip okuyun işte!

“Kent ve Tuz”un her türlü cinsiyet tanımını aşan yoğun duygusallığını daha net görebilmemiz için bir romancı olarak tüm eserlerinizi düşünerek hareket etmemiz daha mı doğru olur? Ya da sizin önerdiğiniz bir kronoloji var mıdır?

Amacım kafa karıştırmak. Sıra versem de, vermesem de, hep kafanızı karıştırmaya çalışacağım. En iyisi, siz canınız nasıl istiyorsa öyle davranın. Yine de, “Kent ve Tuz”un çok yönlülüğünü anlamak için diğer eserlerimi okumanın bir katkısı olacağına dair yoruma katılıyorum.

“Kent ve Tuz”un yarattığı tartışmalar kadar, esas karakter Jim’in bir tür “dönem asisi” olarak efsaneleşmesi de ayrı bir mesele. Neredeyse sizinle yaşıt olan Jim, 21. yüzyıla ayak uydurabiliyor mu?

Jim öldü, daha doğrusu, öldürüldü. Onu kim öldürdü, biliyor musun? Jim’i, çoğu arkadaşım gibi, Amerika öldürdü. Gençlik arkadaşlarımın çoğu İkinci Dünya Savaşı’nda öldü. Jim gibi sağ kalanlarınsa ömrü vefa etmedi. Beni yazı korudu, tamamen yalnız kaldığım gerçeğini değiştiremediyse de.

Peki bunca seneye, bunca kayba rağmen politik tutumunuzda en ufak bir taviz vermeyen biri olarak, “şimdi” sizin için ne anlama geliyor? Hâlâ devam edebildiğiniz için memnun musunuz?

Hem evet, hem hayır. Amerika’da tüm dünyaya zarar veren bir sınıf var, benim derdim o hâkim sınıfla. Ayrıca, ağzıma ne geliyorsa söyleyebilecek kadar ünlü bir yazarken, kendi adıma korkabileceğim hiçbir şey yok. O sınıf var ya, ya da tüm o başbakanlar, politikacılar filan, onlar korksun benden.

Size göre “USA”in açılımı “United States of Amnesia” (Amnezi Birleşik Devletleri) olmalı. Bütün gerçekleri unutmayı yeğleyen ülkenize dair planlarınız işlemeye devam ediyor gibi…

Kesinlikle. Bende planlar bitmez. Şu anda tekerlekli sandalyede olduğuma bakmayın, istediğimde acayip hızlı koşabilirim. Amerika, kendini bir tür imparatorluk gibi görme arzusuyla tüm bilincini kaybetti. Bu arzu o kadar yoğun ki, kendine verdiği zararları bile anlayamıyor. Tarihi benzer hataların tekrarlarıyla dolu olan bir ülkede birileri ayık kalmalı.

Fakat Amerika’nın edebiyat konusunda bir hafıza sorunu yok gibi görünüyor. Hâlâ Beat Kuşağı kadar konuşulan bir edebî akım çıkmadı ortaya. Tabii, Bret Easton Ellis ve birkaç romancının oluşturduğu, ‘90’lı yıllarda hem zirvesini, hem de sonunu yaşayan “Brat Pack”i saymazsak.

Beat Kuşağı, kimse kusura bakmasın ama, önde gelen birkaç isim dışında, birbirinden kopya çeken başarısız öğrencileri anımsatıyor. O dönem yazıp çizen kimi isimler öyle kötüydü ki, kimse onları kabul etmeyeceği için, bir araya gelip “Beat Kuşağı” diye bir sığınak oluşturmak zorunda kaldılar. Ellis’e gelirsek, çocuk çok eğlenceli. Her zaman anlatacak eğlenceli bir öykü bulabiliyor. Zaten “Brat Pack” denen de, Ellis’in yükselişine verilen isimlerden biri. Aslında isimler üzerinden konuşmam, ama Bret Easton Ellis’i seviyorum. Daha yakın zamana bakarsak, kıyıda köşede kalmış bir sürü yazar biliyorum, şimdi bir listesini yapsam uykunuz gelir.

Truman Capote ile olan didişmeniz, Capote’yi konu alan “Infamous” filminde beyazperdeye aktarıldı. Capote’ye olan “gıcığınız” hâlâ sürüyor mu? Film hakkında ne düşünüyorsunuz?

Truman Capote hiçbir zaman iyi olmadı. Yalnızca elindeki malzemeyi ekonomik kullanmak konusunda müthiş bir yeteneği vardı. Filmiyse hatırlamıyorum doğrusu. Herhalde huysuz biri olarak göstermişlerdir. Sen gördün, öyle biri miyim yahu?

Belki de ikinizin arasındaki sorun, ikinizin de dönemin en öne çıkan romancılarından biri olduğunuz gibi basit ve tahmin edilebilir bir nedenden kaynaklanıyordur…

Açık konuşayım, ikimizin de “ünlü olmak” gibi bir derdi vardı o zamanlar. Gençken bunu arzuluyorsun. O yüzden sana ve diğer tüm gençlere önerim şu: Hazır yaşınız daha geçmemişken, bir şekilde yırtmaya bakın.

Türkiye’den kimleri okudunuz? Orhan Pamuk dışında yani…

Geçenlerde Orhan Pamuk’la tanıştım. Pamuk iyi biri, ama Nobel ödülünün ortalamaya verildiğine dair fikrimi değiştiremedi. Lafı açılmışken, bir sürü fanatik hayranım benim Nobel almam gerektiğini söylüyor. Bense bağırıyorum: Hayır, istemiyorum! Diğer yazarlarınıza gelince, bu kadar güzel bir ülkede yeşeren edebiyatçıların zamanla dünya edebiyatına daha aktif bir biçimde katkıda bulunacağından hiç ama hiç şüphem yok. Yalnızca biraz daha fazla okuyun, biraz daha fazla araştırın. Bilgi, bu şehrin güzelliğini daha korunaklı kılacaktır.

Şu söyleşiyi yaptığımız balkondan bile Bizans’a, Osmanlı’ya ve şimdiye dair ne çok şey görünüyor… İstanbul gibi katmanlı bir şehir sizin için ne ifade ediyor?

Ben İstanbul için “Kutsal Liman” ismini uygun görüyorum. İstanbul inanılmaz bir şehir ve benim edebiyatımda çok önemli bir mekân. Bu şehrin bana verdiği ilhamı tahmin edemezsiniz. Sizden tek ricam, biraz daha çalışmanız. Azıcık

bir gayretle İstanbul dünyanın yeni önemli şehri olabilir. Paris’in modası geçti, New York asla güzel değildi, vesaire vesaire. Sırada İstanbul var. İlk ziyaretimden beri böyle düşünürüm.

İlk ziyaretiniz kaç yıl önceydi? Bu ziyaretin aklınıza kazınmış bir anısı var mı?

Galiba 25 yıl önce gelmiştim İstanbul’a, yanımda Paul Newman vardı. Paul çok iyi bir seyahat arkadaşıydı. Harika zaman geçirdiğimizi hatırlıyorum. İstanbul’un üzerimde bıraktığı etkiden olacak, evime döndüğüm gibi İstanbul hakkında yazmaya başlamıştım.

Şimdi yine İstanbul’dasınız, fakat bu sefer yanınızda Paul Newman yok. Eksikliğini hissediyor musunuz?

Paul’un ruhuyla hâlâ görüşürüm. Bir sonraki konuşmamızda ona İstanbul’un hâlâ çok güzel olduğunu söyleyeceğim. Ha bir de, eğer istersen senin için konuşmayı biraz daha uzatıp tanışmanıza vesile olabilirim.



Bir+Bir - Fırat Demir


*****     *****     ***** 

 ''Kent ve Tuz''dan Tadımlık 

Jim yakınlardaki otların arasından yükselen ateşböceklerini seyretti. Artık akşam olmuştu.

“Keşke seninle Kuzey’e gelebilsem. New York’u görmek istiyorum, bir kere olsun kafama göre takılmak…”

“E, o zaman neden gelmiyorsun?”

“Dediğim gibi, buradan, ailemden ayrılmaya korkuyorum, onlara çok bayıldığımdan değil ama…”

Sesi belirsizlik içinde söndü gitti. (…)

Birden Bob hızla geri çekildi. Gözü kara bakışları bir an birbirini buldu. Sonra, bile isteye, olanca ciddiyetiyle, gözlerini yumdu Bob. Jim rüyalarında defalarca yaptığı gibi konuşmadan, bir şey düşünmeden, korkmadan ona dokundu. Gözler kapalıyken, gerçek dünya başlar.

Yüzleri birbirine değerken, Bob’un vücudu baştan aşağı titredi, derin derin iç çekerek, Jim’i bütün gücüyle kollarının arasında sıktı: Artık bütündüler, birbirlerine çarpmış, benzerlerin çekimiyle, madenin mıknatısa çekilmesi gibi, bir yarı diğerini bulmuş, bütün tamamlanmıştı.

Öylece kaldılar. Gözleri artık umurlarında olmayan bir dünyaya karşı sıkı sıkıya yumulu. Ilık bir rüzgâr birden bütün ağaçları sarstı, ateşin küllerini savurdu, yere uzun gölgeler yolladı.

(…) Soluk soluğa birbirlerinden ayrıldılar. Jim ayaklarında ateşin sıcaklığını hissetti, şimdi battaniyenin altındaki küçük taş ve dallar sırtını acıtıyordu. Bob’a baktı, onun yüzünde ne göreceğini bilemiyordu. Bob gözlerini dikmiş ateşe bakıyordu, yüzü ifadesizdi. Ama Jim’in kendisine baktığını görünce çarçabuk toparlanıp gülümsedi. “İyi halt ettik” dedi, o an gelmiş geçmişti.

Bob ayağa kalktı, alevlerin ışığı vücudunda oynaşıyordu. “Yıkanalım.”

Karanlık gecede iki hayalet gibi solgun, suya doğru yürüdüler. Ağaçların arasından yaktıkları ateşin sarı, kıpır kıpır alevlerini görebiliyorlardı. Bir yandan kurbağalar ötüyor, böcekler vızıldıyor, nehir gümbürdüyordu. Gölün kara durgun suyuna daldılar. Ancak yeniden ateşin başına döndüklerinde sessizliği bozan Bob oldu. Doğrudan lafa girdi.

“Biliyor musun, bu yaptığımız küçük oğlan çocuklarının yaptığı cinsten bir şeydi.”

“Belki de.” Jim sustu. “Ama benim hoşuma gitti.” Gizli rüyası gerçek olduğu an içini büyük bir cesaret kaplamıştı. “Sen hoşlanmadın mı?”

Bob alnını kırıştırarak sarı alevlere baktı. “Şey, bir kızla olduğundan farklıydı. Ayrıca, doğru olmadığını düşünüyorum.”

“Neden?”

“E, erkeklerin bunu birbirleriyle yapmamaları gerekir. Normal değil.”

“Belki de.” Jim, Bob’un ateş rengi, uzun, kaslı vücuduna baktı. Üzerine birden gelen o cesaretle, kolunu Bob’un beline doladı. Yeniden, coşkuyla birbirlerine sarıldılar ve battaniyenin üzerine devrildiler.


Gore Vidal, “Kent ve Tuz” - Fatih Özgüven



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder