Marsis’ten Trabzonspor'a: Böyle Bir Şey Yapma!
Efkan Şeşen'in Soluk Soluğa 25 Yılı
Şehir ve Şehir
Hardt ve Negri'den Yeni Bir Kitap: ''Duyuru''
***** ***** ***** ***** ***** ***** *****
Marsis’ten Trabzonspor'a: Böyle Bir Şey Yapma!
Marsis, yeni albümü 'Komoxtu Ora /Zamanı Geldi'de, bize gösterilen fotoğrafın gerçeğine bakmaya davet ediyor dinleyeni. Grubun solisti Korhan Özyıldız Karedeniz’deki HES projelerinin yarattığı tehlikeye dikkat çekiyor.
2007'de gerçekleşen küresel iklim değişikliği eyleminde, ardından 'Barışarock' festivalinde tanındı Marsis. İsmini Kaçkar'ın heybetli zirvelerinden biri olan Marsis'den alan grup, 'Zuğaşi Berepe' ve Kazım Koyuncu'yla başlayan Karadeniz rock mirasını, bir araya geldikleri 2005 yılından beri hakkıyla devam ettiriyor. Başlarda Korhan Özyıldız ve Ceyhun Demir'den mütevellit ekip, müzisyenlerle yolları kesiştikçe büyümüş. Bugün daha kalabalık olan kadroya ulaşma sürecini şöyle özetliyor Korhan Özyıldız: "Bir süre sonra yapmak istediklerimize gitar ve kemençe yetmemeye başladı. Diğer arkadaşlarımızla yolarımız bir yerlerde kesişince sohbet de genişledi."
Yeri gelmişken kadroyu sayalım: Vokalde Korhan Özyıldız, gitarda Çağatay Kadı, Kemençe ve geri vokalde Ceyhun Demir, tulumda Mustafa Gökay Ferah, bas gitarda Evren Arkmanve davulda Yaşar Kadir Baş.
UZUNGÖL'ÜN SON HALİNİ GÖRDÜNÜZ MÜ?
Üç yıl önce kendi isimlerini taşıyan ilk albümleri yayınlanmıştı. İkinci albümleri 'Komoxtu Ora/Zamanı Geldi' ise birkaç ay önce piyasaya çıktı. Ne eksik ne fazla, Marsis'in duruşunu, dert edindiklerini, anlatmak istediklerini albümün kapağından başlayarak görmek mümkün: sisli zirveleri ve yeşil bir ormanı çevreleyen kapağı açınca o çerçevenin sakladıklarını görüyoruz; ormanın talan edilmiş yüzünü.. Çerçevenin altına şu not düşülmüş:
"Dayatılan yöntemlerle dünyaya baktığımız zaman, sadece bize gösterilmek istenenleri görürüz. Kendi penceremizden bakmaya başladığımız zaman, gerçekleri de görmeye başlarız. Ne kadar çoğumuz gerçekleri görmeye başlarsak, Dünya o kadar yaşanabilir bir yer olur. Bu pencerenin daha fazlamıza gerçekleri göstermesi umuduyla.."
"Zamanı Geldi" albümü bu durumda belki de işaret fişeği rolünü üstlenmiş. "Neyin zamanı geldi?" sorusunun cevabını Korhan Özyıldız veriyor:
"Albümdeki fotoğraf, gösterilmek istenen Karadeniz. İşte Ağaçlar çiçekler ne güzel bir yer burası. Ama bunu söyleyenlerin artık karşısına çıkıp 'Uzungöl'ün son durumunu gördünüz mü?' diye sormak gerekiyor. İkizdere, Senoz, Arhavi, Solaklı.. her yerde HES denilen bir katliam var. Yolda ilerlerken her yer inşaat halinde, dağlar dinamitle patlatılmış. Gerçekten artık hepimizin ciddi ses çıkarması gerekiyor."
Yerelde köylülerin HES'leri engellemek için uzun süredir verdikleri mücadeleye bir destek eklendi kısa süre önce, bu arada. Marsis'in ön ayak olduğu "Ses Ver!" isimli çalışmada sanatçılar HES'lerin ipliğini pazara çıkarıyor. Video ismini, "Zamanı Geldi" albümünde de yer alan sözleri Ceyhun Demir'e ait parçadan alıyor:
"Karadeniz sardı dört yanimuzi / Bu sevdaluk alacak canimuzi / Karadenizun hırçın dalgasini / Durduramaz habu yolun taslari / Sevdamuz da dere gibi akacak / O taşlari başunuza yıkacak / Yalan dünya böyle kalur sanmayın / Sonradan da habu işe yanmayın".
"ÜRETİM OLMAYINCA BİR KÜLTÜRÜN MÜZİĞİ BİTER"
Marsis'in ikinci albümünün, geleneksel Karadeniz müiziğiyle rock formlarının (hatta yer yer caz formlarının: bkz. Ar Jum Sum) daha iç içe geçtiği bir çalışma olduğunu söyleyebiliriz. 14 parçadan oluşan albümde grup elemanlarının kendi bestelerinin yanı sıra, "Ander Sevaluk" gibi anonim sözlere beste yapılmış; ya da "Macven Guri" gibi anonim bestelere söz yazılmış.
Marsis'in geleneksel Karadeniz müziğinden beslenen bir damarı var, malum. Bu geleneksel - modern birlikteliğinden bahsederken Uğur Biryol'un derlediği "KARARDI KARADENİZ" isimli çalışmaya geliyor laf. Bu çalışmanın içinde bulunan, müzisyen Ayşenur Kolivar'ın yazdığı 'Karadeniz Rock' isimli makalede ortaya koyduğu bir tespit var: Karadeniz rock yapan genç kuşak müzisyenler geleneğin belirli unsurlarını modern hayata uyguluyorlar ve gelenekle daha içeriden bir ilişki kurmaya başlamış durumdalar.
Peki Marsis'in müziğinde gelenekselle olan bağ nereye evriliyor? Cevap Korhan Özyıldız'dan:
"Üretime önem veriyoruz. Üretim olmayınca, bir kültürün müziği biter bir yerde. Geçmişten kazıyıp bulduğumuz şeyler önemli ama bu müzik üretmeden nasıl devam edecek? Bu albümde de çok fazla bestelere yöneldik. Yaşlılar dillerini Lazcayı, Rumcayı, Hemşinceyi çok konuşmuyorlar. Gençlerin, bu dillerdeki şarkıları öğrenip üretmeleri gerekiyor ki onlardan sonraki kuşağa bir şey kalsın. Yoksa hep aynı döngü içinde sıkışıp kalırız. Bir gün bitecek çünkü, bitirilmeye çalışılıyor zaten."
MÜZİKLE KALABALIK SOHBETLER
Albümle birlikte Marsis'in repertuarına, Lazca ve Türkçe şarkıların yanında Gürcüce ve - "Sürgün" isimli parçadaki konuşmaları eklersek - Rumca da katılmış. "Komoxtu Ora"nın iki parçası Gürcistan'da kaydedilmiş. Senelerdir Gürcistan'a gidip geldiklerini, orada müzisyen arkadaşlarının olduğunu söylüyorlar, birlikte stüdyoya girmek bu albüme kısmet olmuş.
"Surimsine" isimli dört kadından oluşan vokal grubu "Ar Jum Sum" parçasında onlara eşlik etmiş; "Lazona"da duyulabilecek akordeon ise Gürcistan'ın önemli yerel müzisyenlerinden Besik Zaalishvili'ye ait. Ceyhun ve Korhan, akordeon üstadını sevgiyle anıyorlar; akordeonu eline aldığında ilk defa duyduğu şarkıyı sanki defalarca tekrarlamış gibi çalabilen, enstrümanında üstat olan fakat bir akordeonu bile olmayan, kendi taktıkları isimle "Otomatik Beso"yu. Ceyhun Demir, Gürcistan'da herkesin müzisyen olduğunu söylüyor: "Üç kişi bir araya geldi mi çok sesli müzik yapıyorlar. Nerede oldukları hiç farketmiyor. Sanki sohbetleri müzik yapmakmış gibi.."
Marsis de sohbetlerini müzikle yapanlardan.. Bu son albümde sohbet daha da genişlemiş; farklı şarkılarda altı kişilik ekibe pek çok müzisyen katılmış. O şarkılardan biri de "Sürgün": Kardeş Türküler'den Vedat Yıldırım ve Burcu Yankın'ın yanı sıra dudukta Suren Asaduryan'ın duyulduğu şarkı isminden de belli, Rumların Karadeniz'den sürgün hikayesini anlatıyor. Hasan Saltık'ın gösterdiği bir görüntüyle başlamış şarkının hikayesi: "Trabzon'dan bir sürgün görüntüsü. Çocuklar ağlıyor, bir papaz çocukların gözyaşlarını siliyor, insanlar perişan bir halde vapurlara doğru yürüyor. Görüntüyü izledikten sonra Eminönü'nden Kadıköy'e geçerken, yine bir vapurdayken, kafamda oluştu bir şarkı bu" diye anlatıyor söz ve bestenin sahibi Korhan Özyıldız.
TRABZONSPOR A.Ş.'YE ÇAĞRI
Sohbet biterken eklemek istedikleri var mı diye soruyorum, Korhan ve Ceyhun Uzungöl'den açıyor lafı yine. Bu söyleşinin sonuna bu sözlerden başkası da söylenmez:
Korhan: "Uzungöl gerçekten çok kötü. Bunda etkili olan bir şey Trabzonspor A.Ş.'nin bölgede yaptığı çalışma. Trabzonspor'dan Trabzon halkına böyle bir şey yapmamasını istiyoruz, Trabzon'un simgesi olmuş böylesi bir yerin yok edilmesine ön ayak olmasınlar."
Ceyhun: "Karadeniz'e gitmek isteyen arkadaşlarımız bize 'Nerelere gidelim?' diye soruyorlar. Uzungöl'ü, Fırtına Vadisi'ni görün diyoruz. Görün oraları, artık o fotoğraflardaki gibi değil çünkü."
Marsis
Zamanı GeldiKalan Müzik
Marsis - Zamanı Geldi Albümünün İlk Klibi "Destan"
Bianet - Gözde KAZAZ
***** ***** ***** ***** ***** ***** *****
Efkan Şeşen'in Soluk Soluğa 25 Yılı

Protest tarzın en bilinen icracılarından Grup Yorum'un unutulmaz "yorumcu"larından biriydi Efkan Şeşen. Yorum'dan ayrılıp, kendisine farklı bir rota çizmesinin üzerinden yıllar geçti ama ne yorumculuğundan ne tavrından bir şey kaybetti. 25 senelik sanat yaşamına tam 14 albüm sığdırmayı; zihnimize "Dokuz Altı Yolları" başta olmak üzere sayısız güzel şarkıyı kazımayı bildi.
Efkan Şeşen, müzik piyasasının zorlu ve dikenli yollarında, kendi bildiği çizgisinden ödün vermeden, bugünlere kadar gelmeyi başardı, kendi dinleyici kitlesini yarattı, albümleri merakla beklenir oldu ki 25 sene dile kolay bu memlekette müzikle ayakta kalabilmek.
İlk albümü "Dokuz Altı Yollarında"yı yayınladığında sene 1995'ti. Bu mihenk taşı albümden sonra sırasıyla; 1995 sonunda "Gün Ağarırken", 1996'da "Göçer Oldum", 1997'de "Merhaba", 1999'da "Gözleri Hala Çocuk", 2001'de "Dar Kapılar", 2004 yılında "Pek de Tanınmayan Karadeniz", 2006'da "Gölgeler Şehri", 2007'de "Yüreğine", 2008'de "Renkler ve Islıklar", 2010'da da "Renkler ve Islıklar 2" albümlerini çıkaran Şeşen, son olarak Shakspeare'in 66. Sonesinden bestelediği ve 2011'de çıkardığı "Vazgeçtim" albümüyle müzikal yolculuğunu devam ettirdi.
YILLARIN TORTUSU BU ALBÜMDE
Efkan Şeşen'in 25. Yılında müzisyen dostlarıyla bize armağan ettiği, “Vazgeçtim” albümü Şivekar isimli şarkıyla başlıyor. Sözü ve bestesi Şeşen'e ait bu çalışmayı Ezginin Günlüğü yorumundan dinlemek güzel geliyor doğrusu.
Ardından Serdar Keskin, Dar Kapılar albümünden seçtiği Herşeye Rağmenisimli şarkıyı yorumlarken, Feryal Öney, büyük yüreği ve devasa sesiyle Yüreğine'den Güller Perişan'ı seslendirmiş. Albümdeki başarılı yorumlardan birine imza atan Öney'den sonra ise Şeşen gibi Yorum'un eski solistlerinden biri olan Hilmi Yarayıcı unutulmaz Dokuz Altı Yollarında'yı yorumlanmış.
Karadeniz türküleri denilince artık akla gelen isimlerden biri haline gelen Şevval Sam da "Pekte Tanınmayan Karadeniz" albümünden Kotençur isimli türküyü seslendirerek, albümdeki yerini almış. Onur Akın, Gözleri Hala Çocuk'taki Sızı'yla albümden ses verirken, dev yorumculardan ve sesiyle yürek dağlayanlardan İlkay Akkaya Her Şeyi Yakıyorum'la Şeşen'i yalnız bırakmamış. Dokuz Altı Yollarında'dan seçilen bu türküden sonra sıra yine bu türkülerin usta bir yorumcusuna geliyor: Yavuz Bingöl.
Bingöl, Göçer Oldum albümünden Vay Gelin'i çok başarılı bir biçimde yorumlamış. Bir başka usta Mazlum Çimen, Yüreğine'den seçtiği Yürekte Yaralar Türlü Türlü'yü kendine has yorumlarken; türkülerin bir başka güzel sesi Gülay da Merhaba albümünden Ahüzarım'ı aynı başarıyla yorumlamış, ruhunu katmış adeta...
Gün Ağarırken albümünden Düşbaz kendine Yüreğim Yangınlarda'yı seçmiş ve yorumlamış ki bu şarkı Şeşen'in en beğenilen şarkılarından biridir.
Bir başka usta Yasemin Göksu da Göçer Oldum'dan Uzak Durma'yı yorumlayıp desteğini sunarken, Göçer Oldum'dan seçtiği Dadaloğlu'nun şiirinden bestelenen Ölürüz de'yi yorumlayan Yaşar Kurt, şarkının hakkını tam anlamıyla teslim etmiş diyebiliriz.
Ve Efkan Şeşen usta, finali kendisi yapıyor, Soluk Soluğa'yla...
YOLCULUK DEVAM EDECEK ELBETTE
Efkan Şeşen'in kendine has yorumu, politik tavrı ve hayata bakışının kısa bir özeti gibi duran Soluk Soluğa albümü sıradan bir 25. Yıl tribüte albümü değil elbette.
Albümde yer alan isimler de özenle seçilmiş belli ki. Zaten böyle bir albümde herkesin yer alması imkansız ama kim bilir devamı gelir. Belki Şeşen, tarzına uygun bir biçimde dinleyicilerinden seçtiği bir koro oluşturup söyler türkülerini. Bugüne kadar yaptıklarıyla, söyledikleriyle bizi " aldatmayan" ender isimlerden biri olan Şeşen'in şarkıları, türküleri nesillerce söylensin isteriz. Yolculuğunun devam etmesi ve bizi özgünlüğünden mahrum bırakmaması dileğiyle.
Efkan Şeşen,
Soluk Soluğa 25 yıl,
Şeşen Müzik
Efkan Şeşen - Soluk Soluğa (2012)
Bianet - Uğur Biryol
***** ***** ***** ***** ***** ***** *****
Şehir ve Şehir
Britanya fantastik/bilim kurgu edebiyatının yükselen genç sesi China Miéville’in bol ödüllü romanı Şehir ve Şehir kitapçı raflarında yerini aldı. Kitap, yazarın daha önceki iki kitabı Kral Fare ve Perdido Sokağı İstasyonu gibi yine Yordam Kitap’tan çıktı.
China Miéville, 1972 doğumlu genç bir yazar. Peş peşe yayınladığı romanları büyük yankılar yarattı, bilim kurgu alanındaki çok sayıda saygın ödüle değer görüldü. Şu anda, fantastik edebiyat alanının “Nobel”i olarak nitelendirilen Arthur C. Clarke ödülünü üç kez kazanan tek yazar olma unvanını elinde bulunduruyor. Romanları İngilizce dışında başta Almanca, Fransızca, İspanyolca, Japonca, Rusça, İtalyanca ve Çince olmak üzere pek çok dünya diline çevrildi ve çevriliyor.
İlk romanı Kral Fare 1998 yılında yayınlandığında, eleştirmenlerce “İngiliz fantezisinde yeni ve şaşırtıcı bir ses” olarak nitelendirildi. China Miéville, bir eleştirmene göre “gerçek bir büyücü, bir sihirbaz, bilim adamı ve şairin güçlü bir karışımı…”
Miéville’in, büyük bir üretkenlikle peş peşe yayınladığı romanların sayısı 10’u buldu. Miéville, yarattığı fantastik edebiyatı “tuhaf kurgu” (“weird fiction”) olarak tanımlıyor. Fantastik edebiyatı ticarileşmeden ve tutucu klişelerden kurtarmayı amaçlayan Miéville’in politik duruşunu, fantastik romanlarından takip edebilmek mümkündür. Marksist tutumu, romanlarında olduğu kadar, edebiyatla ilgili kuramsal duruşunda da belirgindir.
Yazarın Türkiyeli okura sunulan üçüncü romanı Şehir ve Şehir’i Türkçeye Mehtap Gün Ayral kazandırdı, editörlüğünü Eda sezgin üstlendi, kapak tasarımı ise Savaş Çekiç’e ait.
Yazarına Hugo, Dünya Fantezi, Nebula ve Arthur C. Clarke ödüllerini kazandıran Şehir ve Şehir; gerçek ya da hayal ürünü, hiçbir şehre benzemeyen bir şehirde geçen varoluşsal bir polisiyedir.
Avrupa’nın kıyıda köşede kalmış bir şehri olan Besêel’de bir kadın cesedi bulunur. Bu olay, başta, Ağır Suçlar Birimi müfettişi Tyador Borlú’ya sıradan bir cinayet gibi gelir. Ama soruşturma ilerledikçe, kanıtlar onu hayal bile edemeyeceği kadar ölümcül planlara götürür.
Borlú, Besêel’den, dünya yüzünde onun kadar tuhaf olan tek metropole gitmek zorundadır. Bu sıradan bir sınır geçişi değil, fiziksel olduğu kadar, ruhsal da bir geçiştir. Bir algı değişimi, görülmeyenin görülmeye başlanmasıdır.
Gideceği yer Besêel’in aynısı, rakibi, yakın komşusu zengin ve hareketli Ul Qoma şehridir. Ul Qomalı dedektif Quissim Dhatt’la beraber ve bu geçişle mücadele ederek, komşu şehri yok etmeye ant içmiş aşırı milliyetçilerin ve iki şehri birleştirme hayalleri kuran birleşmecilerin çıkarcı yeraltı dünyasında bulur kendini...
Kafka, Philip K. Dick, Raymond Chandler gibi yazarların, 1984 romanının izlerini taşıyan Şehir ve Şehir, insanı metafiziksel ve sanatsal doruklara çıkaran bir gerilim romanıdır.
Şehir ve Şehir (The City&The City),
Çeviri: Mehtap Gün Ayral,
Yordam
336 sayfa
***** ***** ***** ***** ***** ***** *****
Hardt ve Negri'den Yeni Bir Kitap: ''Duyuru''
Kapitalizm ve karşıtları savaşımında
rol almaya niyetli aktivistler için...
Negri ve Hardt, adı gibi mütevazı kitapları 'Duyuru'larına manifesto olmadığını daha baştan şerh düşüyorlar. Böyle başladığı için bu tasarımı ürkek ve iddiasız bulanlar olabilir: İnsanların harekete geçmesi için inanması ama, önce sizin önerdiğinize inandığınızı bilmesi gerekir. Özellikle de karamsar bir aura sözkonusuyken... Son yılların eylem biçimleri olarak alanları işgal etmek, meydanlara çadır kurmak, gökdelenleri kuşatma altına almak bugüne dek basit çatışmalarla geçti ama, hep böyle süreceği garantisi yok. Türkiye’den yola çıkacak olanlar, bir zamanlar “yollar yürümekle aşınmaz” diyenlerin ardından askeri güçleri saldırıya geçirdiklerini anımsayarak eylemler gerçek bir tehdide dönüşünce onlar da güç gösterisine kalkışacaklardır doğallıkla diye düşünecekler, karşı-gücün egemen güç gibi donatıma sahip olmasını savunabilirler.
EMPERYALİZME İMPARATORLUK DEMİŞLERDİ
Ancak bu iki akademisyen de yine “n’olacak bu dünyanın hâli” ya da “n’olacak şimdi” sözel ikonlarına yanıt olacak dilin de eylem araçlarının da biçimlerinin de farklı olması gerektiğini daha önceki kitaplarında belirtmiş, anımsanacaktır, emperyalizm yeni içerik ve işlerlik kazanmış olduğu için adına da İmparatorluk demişlerdi.
Bu bağlamda adı bilişsel kapitalizm olsa da ruhu, yine para ama, artık gerçekten sanal; uçakta bir tabletle yanında trilyon dolarları taşıyan ceo'ları, bütün toplumu fabrika haline getirmesi, “hayatın kendisini işe koşması” her yeri pazara dönüştürmesi, emek gücünün kontrolünü eline geçirmiş olması vs… Gücüne teknolojiyi de katmış, tanrısal bir hâkimiyet edinmiş durumda. Ama teknoloji ilerledikçe işsizlik artıyor, insanlar nerdeyse bize iş verin sömüreceğiniz kadar sömürün diyecek. Kaynakların ciddi oranda azaldığını umursamadan tüketimi sorumsuzca kışkırtıyor.
Böylece özetlenebilecek bu çözümlemenin ardından bu defa Herdt ve Negri; dünyanın yönetimine el koyup özgürlükle, barış içinde kalkınma diye adlandırılabilecek çözüm önerisinde bulunuyor, öngörülen kardeşler toplumunun vaat edilen bu özelliklerini yolun başında göstermek isteyen bir edimsellikle. İnançlılıklarını buraya bakarak ölçmeli. Hakkını vermek gerekirse bu daha ikna edici; çünkü günümüz insanları, bir aşırılıklar çağı olan XX. yüzyılın kanlı bir yüzyıl olduğunu bildiği için adını bile duymak istemiyor şiddetin. Bumeranga dönüşen kötü deneyimler hafızalarda. Bu deneyimin bilinciyle kullanılan dilin göstergelerinin de emekçilerden yana oluşturulacak karşı-gücün de eylem biçimi gibi meşruiyete sahip olması gerektiği kanısındalar.
N'OLACAK BU DÜNYANIN HALİ
'Duyuru', bu tür uyaranlar, çekinceler, kabullerle işe koyulmuş; “n’olacak bu dünyanın hâli” sorusuna yanıt arayanlara yeni bir tahayyül imkânı sunmayı ve yeni bir toplum kurmanın olanaklarını imlemeyi izlek edinmiş; “hayalete dönüşmüş özneye bu anlamda bir fail olması için varlık kazandırmayı” amaçlamış.
Öznenin hâlleri de proleterya gibi yakınındaki toplumsal tabakalar da değişmiş artık. Düşük ücretle, iş güvencesinden yoksun, geçici olarak çalışan, Guy Standing’in deyimiyle precariat daha geniş bir kesimi oluşturuyor. Onlara proleterlerden daha kötü koşullarda çalışan beyaz gömlekliler ve işsizler eklenebilir. Çünkü, neoliberal kapitalizmi caydıracak, dönüştürücü kitleleri ikna edecek bilinçli öncülüklere gereksinme var.
Bir dönemeç olarak belirledikleri 2011 yılının eylemcileri bu tabakalardan oluşuyordu çoğunlukla. Wisconsin Eyalet Meclisi’ndeki protestocuları, Tel Aviv’de Rothschild Bulvarı’nda, New York/Zuccotti Park’ta çadır, Puerta del Sol’daki kamp kuranları, Arap Baharı ve Atina’daki Syntagma Meydanı’ı eylemcilerinin, İspanya Madrid ve Barselona’da Indignadosların şehir meydanını işgallerini, Wall Street kuşatmasını küresel ölçekli bir algı ve tasavvurla birbiriyle ilişkili görüyorlar.
Eylemlerin nitelenenlerine de dikkat çekiyorlar: On yıl önceki alternatif-küreselleşme hareketlerinin göçer, ama son iki yılın eylemlerinin yerleşik olduğunu bir nitel değişim gibi değerlendiriyorlar. Ve bu hareketlerin silah gibi lideri de reddettiklerini. Ortaklık vaadini, özel mülkiyet karşıtlığı kadar, kamu mülkiyeti ve devlet kontrolüne de karşı olmayı beyan ediyorlar, daha eylem içinde bir yaşam biçimine dönüştürmüş olmakla geleneksel sosyalist hareketlerden farklılıklarını da…
İlk hedef olarak eylemin saldırı noktasının hâkim öznellik olduğunu söyleyerek, yoksullaştırılmış ya da toplumsal eylem güçleri edilgenleştirilmiş dört öznel figürün betimine girişiyor Hardt ve Negri. Aslında bunlar yeni sosyalist mücadelenin dinamiğini oluşturacak hedef kitlesinin ekonomik ve psikolojik karakteristikleridir:
% 99, % 1
Bankalarca dünya nüfusunun % 99’u, % 1’e borçlandırılmış/verecekli kılınmış; korkunun tehdidiyle güvenlikleştirilen/sığıntı veya rehin alınmış hâlde; reel siyasetin kişiliksizleştirdiği temsil edilen/müritleştirilmiş; bilişim ve iletişim teknolojilerince medyalaştırılan/medyanın büyüledikleri, televizyon ve internet bağımlıları; hepsi de hipnotize edilmiş gibi yönlendirilmekteler. Ödedikçe borcu, korktukça korkusu, apolitikleştikçe egemen politikaları destekleyen, korkusunu ve kaygısını unutmak için kendini televizyona kapatan yığınları oluşturanlar yeni köleleri ve tutsaklarıdır emperyalizmin. Böylece bilinçlerini parçalamış olmakla sistem evini bile hapishaneye dönüştürmüş. Bu mahkumun kendisi değil, kendisi için dışarısı içeriden de tehlikeli...
Bu tür saptamaların ardından 'Duyuru', “bizim ihtiyacımız olan şey nitel bir sıçrama bir paradigmal değişim” ve “eylemi birlikte oluşa yeniden bağlayacak bir güç keşfetmeliyiz” diye çözüm önerisine isyan için tekil öznelerin birlikteliğini ve özneleşme sürecinin retle başlayacağını ekliyor. “Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok, kazanacaklarıysa bir dünya” yerine “Zaten bizim olan servetinize el koymak istiyoruz” savsözünü koyuyor.” Ve elbet de istencin bolluğa ilişkin olumlama ve arzunun kışkırtılmasıyla olanaklı olduğu vurgusuyla. Ve de “birlikte oluş hâlinde politik duygulanımları ifade etmek yeni bir hakikat vücuda getirme” zorunluluğunun. Bunu, “birikim aracı olarak para yasaklanmalıdır” ve “kocaağabey”in gözetimi dışına çıkmak, korkuyu yenmek ve “sen beni temsil edemezsin” demek izliyor.
Yeni bir anayasal sürecin yolunu açan, toplumsal ve çevresel tehlike anlarında acil önlemler de alabilecek kurucu gücü oluşturmanın bunları izleyeceğini, ulsulararası mahkemelerin yaptırımını ve caydırıcılığını beklemeden baskı araçları oluşturmayı salık veriyor. Bunlar için de kamusalı ortak’a çevirmeyi öneriyor. Mantığını şöyle kuruyor bunun 'Duyuru': “Ortak iyi genel irade gibi aşkın bir şey değil, topluma içkindir.” Ayrıca bu, hem hukuk açısından önemlidir hem de örgütlenmenin merkezi kavramı olarak işlevseldir. Bir diğer öneri, bilgiye erişimi sağlayacak demokratik katılımcı karar alma ve kurucu ilkeler temelinde eğitim kurumları yapılanması… Kurucu güçlerin solcu hükümetlerle bile dışsal bir ilişki içinde olmasını ve mücadeleci yapısını koruması koşulunu savaşımın sürekli ve kalıcı olması için gereklilik olarak savunuyor. “Ortak olana erişimin serbest, zenginliğin eşit bölüşümü bağlamında kapalı ve merkezi olmayan federalizmi ama, devlet-sonrası biçimiyle yasama gücünün temeli haline getirilmiş örüntüsüyle toplumda içkin bir yönetim öneriyor.
KAPİTALİZM VE KARŞITLARI SAVAŞI
XX. yüzyıl boyunca daha çok üretim daha çok tüketim üzerine inşa edilen kalkınma ve büyüme stratejilerinin gezegeni yaşanmaz bir yere dönüştürdüğünü, bir anlamda demokratik ve barışçı ortak toplumun yalnız insanları değil doğayı da kurtarmak anlamına geldiğinin bir kez daha altını çiziyor…
Başka stratejiler, başka tasarımlar elbette vardır; 'Duyuru’nunsa yanlışları, eksikleri olabilir. En azından bir tartışmanın kapısını aralamış bulunuyor. Alanın ilgililerinin görmezden gelemeyeceği bir tasarı olarak söz dönüp dolaşıp Hardt ve Negri’nin İmparatorluk kitapları gibi bu kitaplarına da gelecektir. Onlar kadar önemlisi, önümüzdeki süreçte kızışacağa benzeyen kapitalizm ve karşıtları savaşımında rol almaya niyetli aktivistler için bilgi kaynağı olabilmesi.
Duyuru,
Michael Hardt-Antonio Negri,
Çev. Abdullah Yılmaz,
Ayrıntı
120 Sayfa
BirGün - Hayri K. Yetik
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder