
KİMLER VAR?
Metin Arditi ya da Türkiye’ye Yeniden Merhaba! - İsviçreli Fransızca yazar, denemeci, atom mühendisi, işadamı ve mesen (sanat/kültür hamisi) Türkiye Yahudisi kökenli Metin Arditi'nin 7. romanı olan "Le Turquetto" bu ay Can yayınlarından çıktı. Yazarın Türkçe'de yayınlanan ilk romanı olan "Turquetto" ile 8. romanı “Prince d’Orchestre/Orkestra Prensi” ise yine bu ay yazarın bütün romanlarını yayınlayan Actes Sud yayınevinden çıktı.
Tanrı Bir Kayıt Aletidir - Zazaca müziğin en önemli isimlerinden Mikail Aslan, Başbakan'ın Dersim açıklamasını önemli bulduğunu belirtiyor. Aslan'a göre Dersimliler o dönemde yaşanan iç ihanetleri de sorgulamalı
Metin Arditi ya da Türkiye’ye Yeniden Merhaba!
İsviçreli Fransız yazar Metin Arditi'nin Türkçe'de yayınlanan ilk romanı "Turquetto" Can yayınlarından bu ay çıktı. Uğur Hüküm'ün Arditi ile 6 yıl önce yaptığı söyleşiye yer veriyoruz.
İsviçreli Fransızca yazar, denemeci, atom mühendisi, işadamı ve mesen (sanat/kültür hamisi) Türkiye Yahudisi kökenli Metin Arditi'nin 7. romanı olan "Le Turquetto" bu ay Can yayınlarından çıktı. Yazarın Türkçe'de yayınlanan ilk romanı olan "Turquetto" ile 8. romanı “Prince d’Orchestre/Orkestra Prensi” ise yine bu ay yazarın bütün romanlarını yayınlayan Actes Sud yayınevinden çıktı.
- 1945 Ankara doğumlusunuz. Size Ankaralı diyebilir miyiz?
Hayır. İstanbulluyum. Ailemle birlikte üç aylıkken Ankara’dan ayrıldım, ve ömrümün ilk yedi yılını İstanbul’da geçirdim. Çocukluğumun ilk hatıralarının tümü İstanbul’a ait. İstanbul her döndüğümde kendimi tamamen ait hissettiğim bir kent, kısacası çocukluğumun kenti.
- “L’imprévisible/Öngörülemeyen” yanılmıyorsam sekizinci kitabınız ve Actes Sud yayınları tarafından basılan dördüncü romanınız. Bu konuya dönmeden önce dilerseniz sizi biraz tanıyalım, eğitiminiz, Cenevre’ye uzanan yaşam öykünüzü dinleyelim.

- Bu süre içinde hep aileniz mi sizi görmeye geldi?
Evet, hep onlar beni görmeye İsviçre’ye geliyordu. İki aylık yaz tatilinin bir ayını genelde annemle, diğerini ise yatılı okulda geçiriyordum. Aynı şekilde, Noel ve Paskalya tatilleri süresince de hep okulda kalıyordum. Anlayacağınız, tabiri caizse “aşırı yatılıydım”.
- Aranızda hangi dili konuşuyordunuz?
Annemle hep Türkçe, babamla ise Fransızca konuşuyorduk. Annem bana ayrıca İspanyolca, daha doğrusu Ladinoca sevgi sözcükleri de söylerdi, Ankara’lı bir Yahudi aileden geliyordu. Ama yedi yaşından itibaren hep Fransızca konuştuk, çünkü artık İsviçre’de oturuyordum. Biliyor musunuz, bir ülkeyi anne ve babasıyla terk etmek başka, yalnız başına uluslararası bir okulda görmek için terk etmek bambaşka. Bu söyleşiyi Türkçe yerine neden Fransızca yaptığımızı da böylece açıklamış oldum! (Gülüşmeler) Daha sonra önce Politeknik’te fizik eğitimi gördüm, ardından atom mühendisliği doktorası yaptı. Sonra da Amerika’da Stanford Üniversitesinde İşletme Okulunda okudum. Avrupa’ya döndükten sonra iki yıl büyük bir danışmanlık şirketi, Mac Kinsey’de çalıştım. Ancak danışmanlık işini sevmedimi. İnsanların sadece çok para verip lâfla hizmet almalarını gereksiz buldum diyemem ama bu iş bana hiç uygun değildi. Bir süre sonra kendi ticaret şirketimi kurdum, Kaliforniya ve Avrupa arasında gelişmiş teknolojiler ticaretini yapmaya başladım. Zamanla tamamen iş dünyasına daldım, on iki yıldır emlak ticareti yapıyorum. Son yirmi yıldır da esas itibariyle gayrimenkulle ilgileniyorum.
İLK AŞK EDEBİYAT
- Bir gün ilk aşkınız olan edebiyatı yeniden keşfettiniz…

- Hayatta iz bırakacak bir deneyim.
Elbette. Dolayısıyla, metni kişisel açıdan bir kez daha çalıştım ve bence önemli bir dönüm noktası oldu bu. Zira bir sonraki yazım roman biçiminde yazılmış Victoria Hall idi. Van Gogh’un kardeşi Leo’ya yazdığı sondan bir önceki mektuptu ama tamamen kurgu biçimine dönmüştüm artık. Sonra Pension Marguerite/Marguerite Pansiyonu ve şimdi ise L’Imprévisible.
BÜYÜK BURJUVAZİYLE HESAPLAŞMA!
- Eserlerinizde, özellikle de romanlarınızda belli bir toplumsal süreklilik gözlüyoruz. Romanlarınız büyük burjuvaziyi yakinen tanıyan, acımasız sert ve eleştirel bakışınızın ötesinde, aynı zamanda yoksul sınıf ve çevrelere yumuşak, duygusal diyebileceğimiz bir aşinalık içeriyor. Bu iki ayrı dünyayı çok iyi tanıyorsunuz. Kahramanlarınız hep bu iki dünya arasında bölünmüş durumda. Ayrıca kitaplarınızı okurken sanat çevrelerini neredeyse profesyonel anlamda tanıyormuşsunuz hissine kapılıyoruz. Müzik, plastik sanatlar, edebiyat, koleksiyoncular, müzayedeciler dahil her kesimden insan var. Haksız mıyız?
- Önce ilk tespitinizi cevaplamak gerekirse, büyük burjuva çevreleri anlatmam konusunda tahmin edebileceğiniz gibi çokça eleştirildim. Altını çizerek belirtmek isterim ki, ben bir sosyalist çocuğuyum. Babam iki dünya savaşı arasında Viyana’da geçirdiği gençlik yıllarında sosyalistlerin şefiymiş. Ben sol görüşlüyüm, evet, kariyerimi iş dünyası içinde yaptım, ama hâlâ o inançlara sadığım. Kimilerinin mal ve para edindikten sonra benimsedikleri ayrıcalıklı tavır ve konumları eleştiriyorum. Bazen çok sert oluyorum. Bu yüzden de Cenevre’deki burjuva bazı dostlarımı tümüyle kaybettim, ama inanın pek aldırmıyorum. Nietzsche’nin dediği gibi, « Olabildiğince kendime yakın kalmak istiyorum ». L’Imprévisible adlı kitabımda, ana karakterimin anne ve babasına hizmet eden aile bugün benim oturduğum evde oturuyor. Böylece kendimi patrona ateş püskürürken buluyorum. Ne yapalım, böyle işte, bu da benim özgürlüğüm...
***

- Bir ekleme yapmak istiyorum. Victoria Hall ve Imprévisible arasındaki kahramanlarınızın bir devamlılığı olsa da, eserleriniz daha ağırlıklı olarak erkek dünyasını anlatıyor.
Doğru, baş kahramanım Guido Gianotti yani 70 yaşında bir erkek. Profesyonel hayatta çok başarılı olmuş, ama biraz da herşeyi kolay başarmış ve kadınların hep beğendiği bir erkek. İyi bir üniversitede sanat tarihi profesörüymüş. O noktaya kolayca erişmiş. Fiziksel ve duygusal yaşlanmanın kendi arzusuna ve kadınlara verdiği haz üzerindeki etkilerini hisseden bir adam. Artık profesör değil, emeklilikle saygın konumu geride kalmış. Bu nedenle daha genç görünebilmek için, yaşlanma sürecini geciktirecek yöntemler arıyor. Kitap onun açmazını, dramını anlatıyor.
TÜRKİYE BAĞI
- Türkiye’ye dönersek. Türkiye’ye belli bir yakınlığınız, aile bağınız var mı?
Yakınlarım, uzak akrabalarım var ama yeterince tanımıyorum onları. İstanbul’dan 7 yaşında ayrılınca ve de yanımda, “Bak şu kuzenin şunu yaptı, diğeri şurada” diyen anne ve babam yolmadıkları için, bütün bunlardan koptum. Dolayısıyla aile açısından pek bir bağım kalmadı. Anne ve babam İsviçre’de öldüler. Buna karşılık, birkaç ay öncesinde yine İstanbul’daydım. Oraya her gidişimde kendi kendime diyorum ki, “Burası benim toprağım...”. Türkçeyi kötü konuşuyorum, belki bir evim yok artık orada, otelde kalıyorum, ama size nasıl anlatsam? Sokakta insanları dinliyorum,gözlüyorum ve onların tüm aşırılıklarını görüyorum. Tüm eksikliklerini, “Biz Türküz işte, böyleyiz, biraz tutkulu, biraz fazla heyecanlı, fazla akılcı değiliz” demelerini gözlüyorum.
- Bir diğer söyleşide anne ve babanızın İsviçre’ye hayranlıklarından söz ediyordunuz...
Evet, onlar da birçok Türk gibi, her şeye “Müthiş Müthiş” diyorlardı, ama doğrusu ben de, bana çok şey kazandıran İsviçre’de çok mutluyum. Ama Türkiye’ye döndüğüm zaman, nasıl desem, tüm eksikliklerimi hissediyorum. Tüm limitlerimi hissediyorum ve diyorum ki, “Burada bu sınırları herkes anlıyor, kabul edilebiliyor”. “Sonuçta ben buralıyım, başka bir yerden gelmiyorum”, diyebiliyorum. Halbuki İsviçre’de işlerimi, kültürel faaliyetlerimi geliştirdim, ama biliyorum ki her zaman bir Levanten’im. Ayrıca, Victoria Hall’da, varlığının kaynağı karanlık, emlâkçılık yapan yaygaracı bir Levantenden bahsediyorum, tabii ki tamamen otobiyografik! (Gülüşüyoruz) Ve elbette ki başkalarından önce kendimi eleştirmekten büyük bir zevk alıyorum!
- Türkiye’de tanınmak istemez misiniz? Örneğin, eserlerinizin tercüme edilmesini?
Kitaplarımın Türkçe’ye çevrilmesini çok isterim. Üstelik romanlarım tercüme edilirse, gidip tanıtmaktan büyük zevk duyacağım. Ancak roman yazmaya başlayalı çok olmadı, Victoria Hall ve Pension Margerite eşzamanlı olarak Ocak 2005’te yayımlandı. L’Imprévisible yeni çıktı, ne diyelim artık, inşallah!
- Türkçe bir deyiş vardır, belki hatırlarsınız; “Tadı damağımda kaldı”. İnsan romanlarınızda maceranın uzamasını istiyor. Kahramanlarınızı daha iyi tanımak, onlarla yaşamağa devam etmek istiyoruz. Niçin bu noktada, belli bir kısalıkta bırakıyorsunuz?
Yapabileceğim bir şey yok, bu böyle. Bu söylediğinizi başkalarından da sıkça ve farklı tonlarda duydum. Ya ciddi bir eleştiri, ya da insanlar bundan gerçek bir haz alıyorlar. Şahsen belli bir noktada yeri, düşünce ve duyguyu okuyucuya, okurun hayal dünyasına devretmek gerektiğine inanıyorum. Yazma sürecinde genelde ekleme yapacağına, bölümler çıkartılır. Önce uzun uzun yazarsınız, sonradan bakınca “şunu ya da şunu çıkartırsam, okuyucu nasıl olsa yine de anlayacak” dersiniz. Okuyucunun sezgisine güveniyorum, onu onurlandırmak gerekir, diye düşünüyorum. Teknik ayrıntılar kişisel etik üzerine kuruludur. Örneğin, şu anda bitirmek üzere olduğum ve önümüzdeki sene basılacak olan bir romanı birkaç kişiye okuttum. Kimi “Sonu müthiş olmuş, zira esasında tam hiç bir zaman bilemiyoruz zaten” diyor. Diğer bir kesim ise, “Ben sonunda çok rahatsız oldum, ama yine de bilmek isterdim”, şeklinde düşünüyor.
VAKIFLAR VE OSR'DEN ÖĞRENDİKLERİ
- Az önce kendi yaşamınızdan söz ederken, büyük bir alçakgönüllülükle profesyonel yaşamınızı bir iki dakikada özetlediniz ama sizi çok heyecanlandıran önemli bir başka eserinize hiç değinmediniz. Bir Bilim-Sanat Vakfınız var, biraz anlatır mısınız?
Arditi Vakfını 1988 yılında kurdum. Temel işlevi Cenevre Üniversitesi ve Lozan Politeknik Okulundan, Hukuk, Tarih, Sanat Tarihi, Siyasi Ekonomi, Uluslararası İlişkiler, Felsefe, Tıp birçok alanda gibi en iyi dereceyle mezun gençleri ödüllendirmek. Her yıl sade bir törenle 12 ila 14 arası bir ödül dağıtıyoruz. Çoğunlukla lisans düzeyinde, bazılarında, örneğin Tıpta ise doktora seviyesinde. Gençken Politeknik’te ders vermiştim, ancak işlerim geliştikçe çok sevdiğim eğitime zamanım kalmamıştı. Bu vakfı kurarak, üniversiteye bir başka yoldan geri dönmenin çaresini buldum. Vakıftan en fazla fayda sağlayan kişi ise kesinlikle benim, çünkü bana kültür ve sanata dönüş yolunu açtı. Bu sayede hayatımı çok derinden etkileyen insanlarla tanıştım. Örneğin beni özellikle etkileyen, çok sevdiğim bir kişi oldu. 6 yıl önce 90 yaşında vefat eden İsviçreli büyük filozof Jeanne Hersch. Karşılaştığımızda o 80 ben 45 yaşındaydı. Sayesinde felsefe okumaya başladım. Önceden hiç felsefe okumamıştım. Sayesinde Karl Jaspers’i tanıdım. Asistanı olmuş bir dönem, çok iyi tanıyordu Jaspers’i ve bütün eserini Fransızca’ya kendisi çevirmişti. Ardından Nietzsche geldi ve kendi ailemden birine adamadığım tek kitabı, yani “Nietzsche ou l'insaisissable consolation” başlıklı çalışmamı Jeanne Hersch’e ithaf ettim. Vakıf bana rüyalarımda bile göremeyeceğim kadar müthiş insanlarla tanışma fırsatı verdi.
- Bir küçük dev ayrıntı daha. Dünyanın en tanınmış Klasik müzik orkestralarından Orchestre de la Suisse Romande’ın (OSR) da Başkanısınız. Müzikle bu ilişki nasıl gelişti? Bu Başkanlık neden?

- İzninizle Libération gazetesinde yayınlanan bir makalede kullandığınız bir alıntıyla noktalamak isterim. İsviçreli filozof Jeanne Hersch’den yaptığınız alıntı şöyle: “ (André Malraux’nun sözüyle) Şayet insanlığın durumuyla ilgilenirken bir paradoksta, bir aykırılıkta tökezlerseniz, bilin ki doğru yoldasınız”. Teşekkürler.
Bana bu fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.
(Metin Arditi bu söyleşiden 3 yıl sonra, 2009’da Filistinli ünlü yazar ve diplomat Elias Sanbar ile Filistinli ve İsrailli çocukların birlikte müzik eğitim görmelerini sağlayan “Les Instruments de la Paix-Genève/Cenevre Barış Araçları” Vakfı’nı kurdu.)
Röportaj: Uğur Hüküm (soL)
Tanrı Bir Kayıt Aletidir
Zazaca müziğin en önemli isimlerinden Mikail Aslan, Başbakan'ın Dersim açıklamasını önemli bulduğunu belirtiyor. Aslan'a göre Dersimliler o dönemde yaşanan iç ihanetleri de sorgulamalı
1999’daki ‘Agerayis’ (Dönüş) ismini verdiği ilk solo albümünü yapan Mikail Aslan, Zaza müziğinin en önemli temsilcilerinden biri… Dersim coğrafyasının müzikal anlamdaki her tınısını albümlerine taşıyan Aslan, geride kalan altı albümle şimdiden önemli bir miras oluşturdu. Anonim eserlerden bestelere kadar, Zaza müziğine yeni bir soluk kazandıran Aslan, müziğimizin dervişlerinden Erkan Oğur ile de halihazırda ‘Çeşm-i Dıl’ (Gönül Gözü) ismiyle konserler veriyor.
Mikail Aslan, çalışmalarında Dersim coğrafyasının ensturmanları arasında bir ‘ayrım’ yapmıyor. Zaza Alevilerinin kutsal saydığı üç telliyi de ‘govend çalgısı’ denilerek hafif küçümsenen klarneti de kullanıyor. Onun itinayla sakındığı en önemli şey ise ‘Batı armonisi’; üstelik Batı müziği eğitimi almış biri olarak! Bu konudaki tutuculuğunu da saklamıyor: “Dışarıdan müdahale ile değiştirme ve başkalaştırmaya tepkiliyim. Bu yüzden biraz gelenekçi bir yapım var. Batı kafasıyla Doğu müziği harmonize edilemez diye düşünüyorum. Kendi üç telimizle bir yere varacağımızı düşünmediğimizden altına iki gitar harmonisi koyup evrenselleşeceğimizi sanıyoruz. Gereksiz ispatlama girişimleri...”
‘Dersim Müziğinin Özü İtikatsaldır’
Anadolu’daki birçok halkın müziğiyle alışverişte olan Zaza müziğinin özünde var olanı ise şöyle anlatıyor Aslan: “Özellikle Dersim müziğinin özü itikatsaldır. Hatta bu diğer müziği de küçümsemiştir. Bağlamayı (tembur) kutsal görür. Keman ve klarneti ise kutsamaz…” Zazacadan her geçen gün bir kelime eksiliyor. Dil ölüyor. Aslan, kabahatin büyüğünü Zazalarda arıyor: “Çocuğuna Zazacayı öğreten bir tek anne göremiyorum artık. Asimilasyon süreci tamamlanmış diye düşünüyorum. Kimlik arayışı diyasporada daha canlı. Buradaki insanlar bir dilin toplum üzerinde ne kadar etkili olduğunun farkında değil. Sistem öyle bir asimilasyon uyguluyor ki bizzat mağdur artık bu role soyunuyor.”
‘İdam Edilen Dayım Atatürk’ün Arkadaşı’
Mikail Aslan’ın müziğini konuşmak ayrıca Dersim’in acılarını da konuşmaktır. ‘Kilite Kou (Dağların Anahtarı) bu acıların müziğe döküldüğü en bariz albümüdür. Aslan, ta 38 öncesi Dersim mağdurlarından. Trablusgarp cephesinde Mustafa Kemal ile silah arkadaşlığı yapan Binbaşı Hasan Hayri, büyük büyük dayısıdır: “İlk Meclis’te vekildir. Lozan görüşmeleri sırasında Atatürk, Hasan Hayri’ye ‘Gel Meclis’te Kürtçe konuş’ diyor. Yerel giysileriyle konuşmasını yapıyor. Ama heyet gittikten iki gün sonra Hasan Hayri, Divan-ı Harbe veriliyor. Ordudaki arkadaşları gitmesini öneriyor. Rivayetlere göre Hasan Hayri ile Atatürk birbirine girmiş. Başında sandalye kırdığı bile anlatılır bizde. Hasan Hayri, Dersim’e dönüp bir sene kadar dağlarda kaçak yaşıyor. Affedilecek diye kendisine mektup geliyor. ‘Affedilecek bir şey yapmadım’ dese de gidiyor ve Elazığ’da 1924’te idam ediliyor.” Aslan, bu yıl, aile içinde büyük bir tabu olan Hasan Hayri’nin mezarını ilk kez ziyaret ediyor.
‘Başbakan’a Müteşekkirim’
Ve 38… Aslan, metaforik bir yaklaşımla, yapılın bütün haksızlıkların bu dünyada bir göz tarafından kaydedildiğini söylüyor: “Kâinatta yankılanmış hiçbir ses kaybolmaz. Bir çocuğun bağırtısı, gülüşü ve süngü ucuna takılmış bir çocuğun çığlığına kadar her şey kayıt altındadır. Ben Tanrı’yı bir kayıt aletine benzetiyorum. Her şeyi kaydediyor. Ondan dolayı tarihte yapılmış hiçbir şey kaybolmaz. Şimdi önce mağdurlar bu acıyı çekiyor. Gün gelecek bu katliamı yapanların çocukları bunun utancını yaşamak zorunda kalacak. ” Aslan, Dersim 38’e dair açıklamalarından dolayı Başbakan Erdoğan’a müteşekkir olduğunu da açıkça dillendiriyor: “En azından Dersim kelimesini ağzına alarak Kayseriliye, Konyalıya da ‘Dersim’ diye bir yerin varlığını aşikâr etti ve olanları katliam olarak ifade ederek ocağımıza düşen ateşi onlara gösterdi. Biz söylediğimizde Türkler inanmıyordu.”
Aslan, Dersim’le ‘öteki yüzleşme’nin de şart olduğunu söylüyor: “Dersim’de iç ihanet daha sorgulanmadı. Bir altın için üvey kardeşinin başını kesip devlete teslim edenler, katliamda bizzat ordunun önüne geçerek ‘isyancıları’ın yerlerini gösteren milisler, hükümetle uzlaşıp Ankara ya telgraf çeken aşiretler…” Ya, Erdoğan’ın Dersim açıklamalarına “Bu Başbakan bu millete yakın gelecekte Ermeni soykırımı iddialarını dayatırsa şaşırmayın” diyerek tepki gösteren Kılıçardoğlu için ne düşünüyor? “Kendisiyle aynı kökenden olup olmadığım konusunda şüpheye düşüyorum.” Aslan, Dersimlilerin ilericiliğinin nereden kaynaklandığını da bir soru olarak ortaya atıp şu cevabı veriyor: “Bu ilericilik devletsiz bir komünal yaşam sürmelerinden mi, yoksa Kemalizme hızlı bir şekilde uyum sağlamaları mı? Bence ikincisidir. Cumhuriyetle çabuk entegre oldukları için ilerici sayıldılar. Güzel Türkçe kullanıyoruz, laikliğe bağlı olduğumuz için...”
Erkan Oğur’un Dinleyicisinden Protesto
Erkan Oğur ile Çeşm-i Dıl (Farsçada Gönül Gözü) bir konseptle konser dizisi yaptık. Son olarak Dersim’deydik. 25 konserle 25 bin kişiye ulaştık. Bizim bütün idamlarımız, cenazelerimiz Harput’ta olmuştur. Ama Harput’tan bir isimle (Oğur) müzik yapmak benim için olağanüstü. Benim dinleyicilerim Erkan Hoca’yı benden de çok severler ama onun dinleyicilerinden bazıları Antalya’da salonu terk etti; bir Zaza ile bir Türk birlikte müzik yapıyor diye! Erkan,“Bu toplum nasıl bu hale getirildi ki kendi coğrafyasında yaşayan insanların diline tahammül edemiyor” diyor.
Sanat Merkezi Kuracak
Şu sıralar enstrümantal müzik üzerine yoğunlaşıyorum. Onun dışında da barajlar ve tabiatla ilgili temalar var... Ayrıca şimdiye kadar seslendirdiğimiz ezgileri kitap haline getirdik, bir ay sonra Mikail Aslan ‘repertuvar’ olarak çıkacak. Ayrca genel müzik eğitiminin verileceği ve dil atölyesinin de olacağı bir kültür sanat merkezi kurmak istiyorum İstanbul’da.
Röportaj: Kenan Başaran (Radikal)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder