12 Eylül; Öncesi ve Sonrası Farklı bir Dünya
Hayallerinden Başka Kaybedecek-leri Bir Şey Olmayan Bilgeler - Suzan Demir
Bir Anadolu Kızı: Fahişe Çika - Sevda Aydın
**********************************************************************************
**********************************************************************************
12 Eylül; Öncesi ve Sonrası Farklı bir Dünya
Serdar Aysev, bölümler için zaman zaman farklı formatlar deniyor, bir bölüm bir senaryo sinopsisi gibi yazılırken, bir diğer bölüm bir tiyatro oyunu formatında, bir diğeri ise masal gibi aktarılıyor.
Laf Evi, 1962 doğumlu Serdar Aysev'in ilk romanı, 1994 yılında bir şiir kitabı yayınlanmış. Kitaptaki kısa özgeçmişinden Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yapmış olduğunu, öğrencilerinin Facebook'ta açtıkları bir sayfadan ise çok sevildiğini ve Ölü Ozanlar Derneği filminde Robin Williams'ın canlandırdığı John Keating'e benzetildiğini öğreniyoruz.

Hayatlarında bu denli etkili olan bir olayın edebiyatla uğraşan 78'liler için bu uğraşılarında belirleyici olmaması düşünülemez. Özellikle de ilk eserlerinin bir kişisel 12 Eylül hesaplaşması olması adeta zorunlu gibidir. Darbenin ertesi günü ya da kısa bir süre sonrasında devrimciliği unutup hızla yeni koşullara ayak uydurarak yeni Türkiye'nin ekonomide, siyasette , reklamcılıkta, gazetecilikte yeni elitleri olmayı, onların pek sevdikleri deyimle 'tehdidi fırsata çevirmeyi' başaranları bir yana koyarsak, sermaye olmamakta devrimci ve insan kalmakta inat edenler için 12 Eylül içlerinde her gün yaşamaya devam eden bir olgudur, muhtemelen ölene kadar da kurtulamayacaklardır. O yüzden hep devrimci kalanlar için ne yapıyorlarsa yapsınlar, ilk giriştikleri entelektüel faaliyetin göbeğinden ya da kıyısından köşesinden 12 Eylül'e dokunması kaçınılmazdır.
Laf Evi de bir 12 Eylül romanı olarak sınıflandırılabilir. Anlatının merkezinde 12 Eylül'de tutuklanıp bir süre cezaevinde kalan, sonra tahliye edilen ancak davası henüz sonuçlanmamış Harun ve sevgilisi Zeynep; kocasını, Harun ve kardeşi Oğuz daha küçükken bir iş kazasında kaybeden, sihirbazlık yaparak onlarla birlikte şehirden şehire dolaşmak zorunda kalan Melahat anne buluyor. Elbette Harun'un arkadaşları, işkencede çözülen ve 12 Eylül'ü fırsat bilerek hayali ihracatla zengin olmaya çalışan Bülent, Melahat hanımın iş arkadaşı Zahide gibi yan karakterler de mevcut. 252 sayfalık anlatı 35 bölümden oluşuyor. Yani her bölüm ortalama 7.2 sayfa gibi, ancak boş sayfaları hesaba katarsak ortalama 5-6 sayfa gibi bir sonuç çıkar. Ayrıca her bölümün başında bazen bölüm ile ilgisini kurmakta zorlandığım çoğu uzunca sayılabilecek alıntılar bulunuyor. Aysev, bölümler için zaman zaman farklı formatlar deniyor, bir bölüm bir senaryo sinopsisi gibi yazılırken, bir diğer bölüm bir tiyatro oyunu formatında, bir diğeri ise masal gibi aktarılıyor. Dolayısıyla ortada hem biçimsel hem içeriksel olarak oldukça fazla malzeme bulunuyor. Aysev bu kadar fazla malzemeyi kullanmaya karar vererek zor bir işe kalkışmış. Kendi içlerinde başarılı diyebileceğimiz bu bölümlerin hepsi bir araya geldiğinde ortaya tutarlı, birbirine iyi tutturulmuş bölümlerden oluşan ya da başarıyla teğellenmiş bir roman çıktığını söylemek zor. Hatta bazı bölümlerin neden romanda yer aldığını anlamak güç, ben anlamamış da olabilirim. Romanın orta yerinde bir turna peydah oluyor, sonra yok oluyor, keza 'Hoca' çıkıyor ortaya o da sonrasında iz bırakmıyor. Acaba yazarın sadece onlara söyletmek istedikleri şeyler için mi varlar? Romanın en keyifli bölümü olarak okuduğum babasını arayan çocuğun masalı için de aynı problem söz konusu. Bu kadar farklı denemelerin yer alması ister istemez insana şunu düşündürüyor: acaba bu roman yıllar içinde farklı amaçlarla alınmış notların, bazı denemelerin, taslakların sonunda bir roman oluşturmak amacı ile yan yana getirilmesi ile mi oluştu? Yoksa Aysev'in farklı bir bağlantı planı vardı da o mu gerçekleşmedi, son olasılık da kurgunun gayet başarılı olup benim içinden çıkamamış olmam olabilir. Sonuç başarılı olduğu takdirde elbette romanın oluşum süreci bizi ilgilendirmez, ama okurken ve bittiğinde damağımızda bir eksiklik tadı kalıyor.
Bazı bölümleri okurken Bir Gün Tek Başına ve Vedat Türkali geldi aklıma, maalesef Aysev'in dramatik yapıda, iç dünyaların analizinde Bir Gün Tek Başına'ya yaklaşması mümkün olmamış. Benzerlik bazı bölümlerde seçilen anlatı biçiminden kaynaklanıyor. Romanın altın çağında 19. yüzyıldan aşina olduğumuz klasik tanrı anlatıcı yöntemi. Aysev'i okurken romanın gelişim sürecinde özellikle modernist arayışlarla bazen küçümsenen ve hor görülen bu yöntemin uygulanması en zor yöntemlerden birisi olduğunu düşündüm. Nedeni de şu sanırım: Bu yöntem özellikle diyalog yapısı itibarı ile okuyucu için en bildik, tanıdık hâl, her gün içinde yaşadığı hayatın bire bire canlandırılması çabası olduğu için, eksik ya da başarısız uygulamalarda anlatıya yabancılaşmanın en kolay olduğu yöntem oluyor. İnsan 19 yüzyıl romanının, Fransız, Rus, sonrasında İngiliz klasiklerinin bu çerçevede ne kadar muazzam bir iş başarmış olduğunu bir kez daha idrak ediyor. Aysev de karakterlerini siyasetten, 12 Eylül'den konuşturduğu zamanlarda aksıyor. Ama benzer problemlerin Vedat Türkali kahramanlarında bile olduğunu da belirtelim. Siyaset söylemi roman için içine yedirilmesi en güç içerik belki de.
Yukarıda bölüm başına ortalama sayfa hesabı yapmıştık, ayrıca bölümlerin üslup ve içerik olarak bazen daldan dala zıpladığını belirtmiştik. Bölüm başlarındaki uzun alıntıları da hesaba katınca bu yapının bir sonucu da akıcı bir okuma sürecini engelliyor olması. Hatta bazı bölüm başlarında dört alıntı birden yapılmış. Bazen fazla edebi olmaya çalışmakla birlikte Türkçesi gayet başarılı ve kusursuz. Okuyup okumama tercihi elbette sizindir.
Laf Evi
Serdar Aysev
Ayrıntı Yayınları
**********************************************************************************
Hayallerinden Başka Kaybedecekleri Bir Şey Olmayan Bilgeler - Suzan Demir
İnternet’te, Jack Kerouac’ın, 2005’te New Jersey’de bir depoda bulunan “Beat Kuşağı” adlı oyununun ilk kez sahnelenecek oluşunu okuyunca, insan heyecanlanmıyor değil. Fakat haber daha dikkatli okunduğunda, oyunun “10-14 Ekimde memleketi Massachusetts, Lowell’da yazarın 90. doğum yılında Lowell Celebrates Kerouac (Lowell Kerouac’ı Kutluyor) adıyla düzenlenen ve yazarın hayatının ve eserlerinin daha iyi anlaşılmasını amaçlayan Jack Kerouac Edebiyat Festivali kapsamında sahnelenecek” oluşunu görüp hüsrana uğramak olası. Ve bir ikincisi de haberin mart ayına ait olması. Mart ayında Kerouac’ın doğumunun 90. yılında “Beat Kuşağı” adlı oyunu, Gago Kargıcı’nın çevirisiyle Siren Yayınları tarafından yayımlandı. Yazarın ölümünden 36 yıl sonra, “kayıp metin” niteliği taşınan bu metnin bulunması, elbette Kerouac’ın bu kuşağın en önemli temsilcisi olması açısından da mühim bir yerde duruyor.
Yolda kitabı ile yazıldığı çağda bir çığır aşan ve bununla birlikte birçok tartışmayı da beraberinde getiren yazar “Beat Kuşağı” kitabında da yine yola birlikte çıktığı insanların yaşamanı yansıtıyor.
AMERİKAN RÜYASINI REDEDENLER
Kore savaşının yeni patlak verdiği, Kruşçev yönetimindeki Sovyetler’in uzaya gittiği ve soğuk savaşta Amerika Birleşik Devletleri’ni açık ara yendiği yıllar...
Amerikan Rüyasının, soğuk savaş, komünizm tehdidi, ırkçılıkla beslendiği bu yıllarda bir grup insanın çıkıp da tüm varolanları ve Amerikan rüyasını ellerinin tersiyle itmesiyle başlayan bir kuşağın adıdır “Beat kuşağı”.
Beat kuşağı ilk aşamada Amerika’da bazı şair ve yazarların bir araya gelmesiyle oluşmuş bir topluluk. Bu hareket 1950 ve 60’lı yıllarda altın çağını yaşamıştır. Beat Kuşağı edebiyatta ve eserlerinde, doğaçlama, tutkulu diyalog, açık cinsellik ve uyuşturucu deneyimlerini ve buna bağlı olarak varoluşu işlemiştir. Jack Kerouac bu kuşağın en önemli temsilcilerinden biri sayılırken, aynı zamanda “Beat Kuşağı” terimini de öneren ilk isimdir. Ayrıca Kerouac’ın Yolda kitabı da Beat kuşağının en önemli eserlerden biridir.
NAMI DİĞER YER ALTI SAKİNLERİ
Üç perdelik olan “Beat Kuşağı”nda Kerouac, bir günlük bir yaşam rutinini kaleme alıyor. “Yolda” kitabını okuyanlar ya da Beat Kuşağı’na yabancı gelmeyecek bir gün bu.
Milo, Tommy, Buck ekseninde geçen bu hikayede, kahvaltıya şarapla başlayan bu insanların hayatı ve varoluşu sorgulayan ve öte yandan kısa yoldan para kazanmanın ve bu parayla neler yapabileceğinin hayallerini okuyoruz. Hayallerinden başka kaybedecekleri olmayan bu kişilerin, dibe vuruşunun rutinliği içinde tezahür eden bilgelikleri. Hikaye belli bir konuya sahip değil, yer yer varoluşun tartışıldığı, oradan bir bop melodisinin bozuk tınılarına uzanan hayatın sıradanlığı ve bu sıradanlığın içine gizlenen Hayyam’dan, Baudelaire’den dizeler...
Hikayenin belli bir konuya sahip olmamasının en iyi tanımlamasını Kerouac’ın yine kendisi yapıyor “Oyun dediğin budur işte: Özel bir konusu yok, özel bir anlamı yok, insanlar nasılsa öyle.”
Aslında oyunda isimler farklı olsa da karakterlerin gerçek hayatta kimlere tekabül ettiğini tahmin etmek çok da zor değil. Çünkü Kerouac’ın “Yolda” kitabını okuyan biri için tanıdık gelecek bu karakterler, Jack Kerouac, Neal Cassidy, Allen Ginsberg’den başkası değildir. Namı diğer yer altı sakinleri...
“Beat kuşağı” için toplamda söylenebilecek en kapsayıcı tanım ise, oyunun Jack Kerouac “Yolda” kitabından bir kesit olduğudur. Benzer, sınır tanımaz ve kalıpları yıkan bir dil ve üslup ve öte yandan karakterlerin gerçek hayattaki sıradanlığı. Beat Kuşağı’nın hikayesi Yolda’nın sadece bir günü tadında.
Beat Kuşağı
Jack Kerouac
Çeviren: Garo Kargıcı
Siren Yayınları
**********************************************************************************
Bir Anadolu Kızı: Fahişe Çika - Sevda Aydın
Eftelya’yı (namı diğer Çika)1989 yılının haziran ayında İstanbul’da, Yunan Konsolosluğunun önünde tanıdım. Orada cüzi miktarda parasal yardım bulmaya çalışan son trajik fügürlerden biriydi. Bu çok çekmiş kadının hayat hikayesini kendi ağzından dinlediğim gibi kaydettim. O zaman seksen yaşında olan güzel bayan Eftelya hayattan çektikleri ve öğrendiklerini ve her şeye kadir ‘kısmeti’ konusunda günah çıkarır gibi bir arzu ve sabırsızlıkla konuştu.
Yazar Thomas Korovinis Eftelya’yla karşılaşmasını böyle anlatıyor. Eftelya’yla tanışıyor, onunla trajik hikayesine, 70 yıl öncesine doğru yola çıkıyor. Fahişe Çika’nın hikayesini dinledikten tam sekiz yıl sonra yayımlamaya karar veriyor. 20. yüzyılın ilk çeyreğinin sonuçlarının altında dağılan, parçalan hayatlardan sadece biri Fahişe Çika.
Türkiye’de 50 yıl önce kesintiye uğramış Rumca yayıncılık “İstos” yayınevi ile yeniden başladı. İstos’un ilk yayımladığı kitaplardan biri olan Fahişe Çika Giresun’da Pontuslu bir Rum aileye doğan Eftalya’nın hayatını kendi ağzından anlatıyor.
1989 yılında Yunan Konsolosluğunda maddi yardım için bekleyen ve seksenli yaşındaki Giresunlu Pontus Rumu Eftalya ile Yazar Thomas Korovinis’in karşılaşması sonucu bu hikayeye ulaşıyoruz. O yıllarda Türkiye’de Rum, Ermeni veya Süryani olarak doğmanın nelere mal olduğunu birebir yaşayan Eftelya’dan dinliyoruz. PONTUS RUMU EFTELYA’NIN FAHİŞE ÇİKA OLUŞUNUN HİKAYESİ Giresun’da Rum bir ailenin kızıdır Eftelya. Çocuk hafızası daha ilkokula başladığı ilk gün acı, sürgün, işkence ve ölümle tanışır. Okulun ilk günü eve dönerken havadaki gerginlik yol ilerledikçe köşe başlarında asılan bedenlere dönüşür. Pencerelerin, kapıların sıkı kıya kapandığı sokaklardan geçerken, jandarma ve elleri silahlı adamlar ‘git buradan’ dedikçe korkarak koşmaya başlar.
Eftelya’nın bu anlattıkları Erzincan Mütarekesidir. Babası işkencelere götürülür. Mütareke annesini, ninesini ve kardeşini alır. Herkesin, komşularının, akrabalarının ölüme gidişlerini izler. Elbiseler karaya boyanır, yas tutmak için. işkencelerden geçen babası İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından Yunanistan’da öldürülür. Ve Eftelya’nın yolu ‘Poli’ye, İstanbul’a düşer. Yapayalnız kamıştır artık 1900’lerin başında İstanbul’da.
Eftelya’nın dili Rumca, Türkçe, Pontusçanın bir karışımı. Thomas Korovinis Eftelya’nın dilinin bu karışımını bozmadan, gerektiğinde küçük anekdotlar ekleyerek aynen olduğu gibi yayımlamış.
İstanbul’da Osmanlı bir kadının yanında yaşar önceleri Eftelya. Sonra tesadüfler o dönemlerde Beyoğlu’nda genel ev işleten halasına götürür. Savaştan kaçıp başka bir savaşın içine düşer. Eftelya bazen daldığı hikayesinden başını kaldırarak hayatının özetleyen cümleler kuruyor. ‘Anladın mı nedir hayatım? Bu duyduğun, işte budur hayatım. ‘Gübreden çık boka gir. Boktan kaç gübreye düş.’
Yazarın da dediği gibi güzel bir kadındır Eftelya. Savaşa gelen askerlerden, Beyoğlu’nun çapkın erkeklerine kadar geniş hayranları, aşıkları vardır. Türkler, Lazlar, ona ‘Çika’ diyen İspanyollar... Sonrası beklemekle geçer. Acılarla, yoksullukla gecen hayatından bir an önce kurtarılmak ister. Bu beklemeler çok uzun yılları alır. Artık umudu, beklemeyi değil, “en kıymetli hazine”sini, kendisini gösterir.
1953’de Selanik’te doğan Thomas Korovinis, Yunus Emre, Karacaoğlan, Yaşar Kemal gibi yazar ve ozanların eserlerini Yunancaya çevirmiş bir yazar. Rum tarihi, Rebetiko ve Yunan müziği üzerine de araştırmalar yapan yazar aynı zamanda gazeteci. Ve bir gazeteci sorumluluğuyla dinlediği Eftelya’nın hikayesi Fahişe Çika, genç bir kadının, 20. yüzyılın başlarının Anadolu’sundan İstanbul’a uzanan yolculuğunun yanı sıra bir tarih okuması da aynı zamanda.
Fahişe Çika.
Thomas Korovinis,
Çev: Frango Karaoğlan
Istos Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder