Ey Devlet, Tebaadan Yoksun Kalasın!
Sanatçının Doğası...
***** ***** ***** ***** ***** ***** *****
Ey Devlet, Tebaadan Yoksun Kalasın!
Tebaa olmak ya da olmamak… İnsanın zayıf ruhunun önemli meselelerinden biri bu. Tebaaysanız eğer kölesiniz çünkü, iktidara yapışık, iktidardan beslenen asalak bir yaşam formusunuz. Dolayısıyla köle olduğunuz kadar kral, kraliçe, sultan ya da kayzersiniz ki, fark etmez gücünüz yettiğine… Tebaa olmak demek emretmeye ve itaat etmeye düşkün olmak demektir. Hayatla, toplumla ve elbette kendinizle başka türlü bir ilişki kurmayı bilmemek demektir. Başarıya tapmak ve medeni cesaretten de yoksun olmak, demektir. Kısacası aslında tebaa olmak rezil bir şeydir… İşte bu rezilliğin romanıTebaa. Heinrich Mann, başyapıtı olarak kabul edilen bu romanıyla otoriter kişiliğin oluşumunu ve bu oluşum sürecindeki tüm rezillikleri bir bir betimliyor, gözümüze gözümüze sokuyor. Bizi bu zamanda bunca rahatsız etmeyi başarırken romanın yayımlandığı dönemde yasak üzerine yasak yemesi şaşılacak şey değil. Kayzer Almanyası’nın bir portresini çizerken geleceğin Almanyası’nın da kültürel haritasını çizen, bu tipolojiyle ilerlenirse büyük bir felaketin haberini veren bu romanla Mann aynı zamanda edebiyatın kuvvetli sezgisini, öngörülü mucizesini de ortaya koymuş oluyor. Şimdi buyurun Tebaa'nın derinliklerine.
Alman toplumu içinde herhangi biri, Diederich Hessling. İtaatkar, korkak, medeni cesareti olmayan, konformist bir iktidar destekçisi. Mann, çocukluğundan başlayarak bize onun hikayesini anlatıyor. Küçük bir kağıt fabrikasının sahibi olan klasik Alman burjuva ailesinin çocuğu Diedrerich. Hayalci ve korkak. Yazar daha ilk sayfadan onun zayıf ama yalaka ruhunu bize şu sahneyle gösteriyor: “Cezalandırıldıktan sonra ağlayarak şiş yüzüyle atölyenin önünden geçtiğinde işçiler gülerdi. Fakat Diederich derhal onlara dil çıkarır ve yeri tekmelerdi. Şunun bilincindeydi: Dayak yedim, ama babamdan yedim. Ondan dayak yemek sizin de hoşunuza giderdi. Ama siz buna hiç değmezsiniz.” Evet, henüz bir çocukken bile üstleriyle ilişkiye girmenin, her ne şekilde olursa olsun, bir ayrıcalık olduğunu biliyor. Hal böyle olunca da giderek başkalarına şiddet uygulamaktan çekinmeyen, içinde yaşadığı toplumun hiyerarşik yapısından faydalanarak güce erişmeyi başaran bir zorbaya dönüşüyor.
İyi bir tahsil gören, üniversitede bir korporasyona üye olan, askerdeyken hasta numarasıyla kaytaran, nihayetinde babasının yerine geçip zengin bir kızla evlenerek çoluk çocuğa karışan Diederich her şey üzerine düşünür ancak her şeyi hep yanlış anlar. Aşkı, aileyi, iş ilişkilerini, benliğiyle kurduğu ilişkiyi. Daha doğrusu toplumsal ve siyasal yapının tüm zaaflarını gerektiği şekilde yorumlar. Tam anlamıyla muhakemeye dair üstün bir yeteneksizliktir sergilediği. Hayatta onu sevebilecek tek kadını bu şekilde elinden kaçırır, kendini ve insanları sevebilmek ona bu yeteneksizliği nedeniyle bir sonsuzluk kadar uzaktır. Aynı anda hem kayzerin hem de tebaanın kendisi olur kahramanımız. Öyle ki bir süre sonra Kayzer’in verdiği beyanlarla kendi sarfettiği sözler birbirine karışır. Hangisi Kayzerin beyanları hangisi Diedrerich’in düşünceleri ve sözleridir? Bunu kendisi bile ayırt edemez hale gelir. Alman iktidar düşüncesinin cisimleşmiş halidir çünkü o. Toplum içinde var olan binlerce küçük kraldan, hükümdardan biridir. Kölece tabi olmak ve kölece hükmetme arzusu benliğini yiyip bitirir.
Kayzer Almanyası son derece görkemli, şatafatlı ve şaşmaz biçimde hiyerarşik. Onun son derece dramatik bir şekilde, değersiz bir öze sahip olduğunu söylüyor bize Mann. Diederich’in hayatının tam bir savaş alanı olması da bu değersizliğin gülünç bir simgesi. O, karısıyla bile Kayzer’in yüce adına, yüce hatırına cinsel ilişkiye giriyor. Evliliğin çirkin, maddi, ikiyüzlü bir çıkar ilişkisinden ibaret olmasına hiç itirazı yok. Tek derdi bu ilişki içinde bile çıkarlarını korumak, iktidarını kurmak, kuyruğu o şeytani kadına/kadınlara karşı hep dik tutmak.
Diederich, bir roman kahramanı olarak son derece kalın çizgilerle çizilmiş bir karakter. Onun derinliksiz ruhuna girmemiz, onunla bütünleşmemiz yahut onu sevmemiz mümkün değil. Ancak Mann bir edebiyatçı olarak kahramanını anlamamızı sağlıyor. Anlamamızı ve onun gibileri yaratıp yücelten toplumsal aygıtları kökünden değiştirmemiz gerektiğini işaret ediyor ısrarla. Kayzer Almanyası’nın sonraki yıllarda başına gelenler düşünüldüğünde hiç de haksız bir çaba içinde olmadığını görüyoruz, elbette. En fenası da bu son derece kaba çizgilerin günümüz Türkiyesi’nin toplumsal haritasına ne kadar birebir uyduğunu görmek. Tebaa'nın sayfaları boyunca alarm zilleri kulaklarımızda çınlayıp duruyor. Diederich bize çok ama gereğinden çok tanıdık geliyor.
Zihne etkili ve katılımcı bir konum veren ilk Alman edebiyatçı olduğu için, romanın sunumunu yapan Kurt Tucholsky’le beraber selamlıyoruz biz de Henrich Mann’ı. Ve önerdiği mücadele biçimine yürekten katılıyoruz: “İşte böyle mücadele etmek istiyoruz. Her zaman var olacak olan egemenlere karşı değil, başkaları için tüzükler, kararknameler hazırlayan ve meşakkati ve işleri başkalarının sırtına yükleyenlere karşı değil. Onları, sırtlarında dans ettiklerinden, kalın kafalılıkları ve her zaman hoşnut olmalarıyla bu ülkenin başına gelen felaketlerde kabahati olanlardan, çiçekli terliklerinden memleketin tozunu silkmesini görmek istediklerimizden yoksun bırakmak istiyoruz. Yani tebaadan!”
Tebaa
Henrich Mann
İthaki Yayınları
466 Sayfa
Sabit Fikir - Oylum YILMAZ
***** ***** ***** ***** ***** ***** *****
Sanatçının Doğası...

Çağdaş sanatın yaratma koşulları, sanatçının yaratım ve güzellik semptomlarının açığa çıkartılması yönünde önemli bir dönüşüm noktasıdır. Psikanalitik çalışma olanakları, bu noktadan başlayarak psişik hikâyeleri aslında çok farklı olmayan sanatçıları gözlemeye mecbur olmayı sağlamıştır. Bunun sonuçlarından biri de gerçeküstücülüktür. Buna dayanarak Foster, “Zoraki Güzellik” adlı yapıtında ağırlıklı olarak Gerçeküstücülük üzerinden yorumlamaları görünmektedir. Gerçeküstücülük, doğal olarak Avrupa’da Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasında gelişmiştir. Düşünsel kökeninde akılcılığı yadsıyan ve karşı-sanat yaklaşımında etkili olmuştur. Gerçeküstücü sanat, De Chirico, Breton, Ernst, Aragon ve Giacometti gibi sanatçıların algılarından sınanmaktadır.
Gerçeküstücülük, sanatçı öznenin yaşadığı, çatışkı, muamma, dışavurum, arzulama, görme histerisi, psişik acı ve tüm bilinçdışı gibi psikanaliz kökenli olayların sarsıntılı güzelliğe nasıl yansıdığıyla ilgilenilen bir yaklaşım olmuştur. Gerçeküstücülüğün üstlendiği sarsıntılı güzelliğin travmatik ve muammalı temsil açıklamasını yapmasıdır. Travma popüler kültürde özne için sarsıcı olsa da yapıta yansıyan ruh hali biçimidir. Foster başka bir kitabında (gerçeğin geri dönüşü) “tıpkı depresifliğin saldırganlığıyla iki kat artması gibi, travmaya yaşayanda düşmanca tavır sergilemeye başlayabilir; böylece şiddet gören şiddet gösterene dönüşebilir” demektedir. Travmayı dışavurma girişimi zoraki uyarıların sarsıntılı işaretler olarak yansımasıyla birlikte, bilinçdışının metaforik uzamı, auratik kültürel bir dönemin ikna ediciliğiyle birlikte gerçeküstücülüğün görevi olmuştur. Gerçeküstücülüğün estetik pratikleri, psikanalizin zoraki güzellik hükmüyle biçimlenir. Bundan dolayı, “güzellik sarsıntılı olmak ya da olmamakla kalmayacak, aynı zamanda zoraki olacak ya da olmayacaktır. Fiziksel etkisi çırpınmalı, psikolojik dinamiği zoraki olan gerçeküstücü güzellik, bastırılmış olanın dönüşünden ve tekrara zorlanmadan da payını alır (s 51)
Sarsıntılı güzelliğin biçimsel formatları Otomatizm, eklemleme, kolaj, frotaj, meta-makine bedeni ve fiziksel parçalanma gibi düşünülebilecek kavramlar olarak yansımaktadır. Bu estetiğin biçimsel sonuçları üzerinde karara varmak üzere olan sanatçıların beden geçişliliğe sağladıkları otonomiyle (özerklik) ilgili tereddütlü olmadıkları anlarıdır. Sanatçı, gerçeği tanımlama isteğiyle birlikte, dış dünyasında var olan mevcut nesneyle hesaplaşmayı zorunlu görmüştür. Sanatın ifade edilemez olanı temsil edilmeye adanması psişik parçalanışın ve güzellik sarsıntıların, itirafı ya da bastırılamayan buyurgan isteklerin estetik bir üstlenmesidir.
Bilinçdışı ve estetiğin yorumlama ortaklığından doğan meşruiyetler, sanatçı için bir öngörü olanağı olduğu kadar sarsıntılı güzellik deneyimleridir. Mazoşit taklitleri tercih eden ve patoloji sınırlarını aşmayla izleyiciyi sarsılmaya davet eden (sanatçı), ölümcül cazibenin kaderine terk edilen (özne) arasındaki mecburiyetler şimdiyi geçmiş olmaktan çıkartmaktadır. “Zaten Breton da Nadja’nın sonunda güzelliği şokla bağdaştırıyor.(s55)
Sanatın sınırlarını zorlayan yüce ve sarsıntılı güzellik arasında rastlantısal bir derinlik oluşur. “Tıpkı yüce gibi, sarsıntılı güzellikte ataerkil özneyi, ölümle arzunun birbirinden ayrılmazlığa bulaştırır. (s57) Sarsıntılı güzelliğin yıkıcılığa varan metaforik uzamı, yüce’ye dönüşen vecd hallerinin hatırlatıcısıdır. “Zira sarsıntılı güzellik, tıpkı yüce de olduğu gibi, şekilsiz olanın altını çizmek ve temsil edilemeyeni çağrıştırmakla kalmaz, zevki dehşetle, cazibeyi iticilikle karıştırır. (s56) Freud’a göre medeniyetin acı yolu böyledir; bazı gayelerden feragat edilerek, diğerlerini yüceltir. (s 139)
Sanatçının yaratmaya muktedir olan doğası, bilinç olaylarının estetik güdülerden ayrılmaz göründüğü yadsınamaz. Sonunda Foster’in söylediği gibi, “hâlbuki hikâye daha ziyade travmatik şoku, ölümcül arzuyu ve zoraki tekrarı dile getirir”.
Zoraki Güzellik
Hal Foster
Ayrıntı Yayınları
256 Sayfa
Necmi KARKIN - BirGün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder