1990′ların ortalarında, Brit-pop zamanında patlayan, ama mazisi ’80′lerin başına uzanan Pulp, ilk defa bugün İstanbul’da, One Love’da sahne alıyor. Grubun has adamı Jarvis Cocker’ı daha önce ağırlamıştık ama, “sıradan insanlar”ı anlattıkları şarkılarla Pulp’ın heyecanı bir başka. AKP’nin zulmüne uğrayan müzik festivali One Love sonlarına yaklaşırken, sağlam bir içki koyup eski Roll’lara dalalım: Değişik albümler vesilesiyle, Les Inrockuptibles’den Mojo’ya, Guardian’dan Q’ya, pek çok değişik yayından derlediğimiz söyleşilerden kısaltarak naklettiğimiz parçalarda Jarvis Cocker yıllara yayılan bilge rock’unu anlatıyor…
Jarvis Cocker: Başarıyı çok uzun süre bekledik. ‘80’li yıllar bize göre değildi. Bir çıkmaza girilmişti, müzik geriye çark etmişti, eski yıllar yeniden canlanıyordu… Mod’lar, ska’lar, ‘60’lı yıllar… Barlar bile bu olaydan etkilendi. ‘70’li yıllarda, baştan aşağı her şey modernleştirilmişti. Çok güzeldi, bir sürü plastik madde, capcanlı renkler… Ama ‘80’li yılların başında her şeyin “viktoryen” tarzda olması gerekiverdi, bütün barlar yeniden dekore edildi, eski kulübelere geri döndük. ‘80’li yıllarda başlar arkaya dönük şekilde ilerlendi. Şimdi de yeni bir binyıla geriye baka baka giriyoruz. İşte ‘70’li yılları onun için bu kadar çok seviyorum. En son o zaman modern olmaya çalışıldı, gelecekle ilgilenildi. O dönemde, Sheffield’da tek raylı tren yapmaya kalkıldı. Hiçbir zaman işlemedi ama, en azından denendi. ‘80’li yıllarda, kendimi hakikaten yalnız hissettim. Ve tabii, insanlar bizi sersem ya da kendini beğenmiş kasıntı yerine koydular. Hiç kimse bizi sevmiyordu. Ama şimdi şimdi, bizde hakiki bir değişiklik olmadığı halde, kabul görmeye başladık.
Sonsuza kadar bekleyebilir miydin, yoksa bir kıvılcımın çakması mı gerekiyordu?
Karara varmak için filmin sonunu beklemek gerek. Eğer “mutlu son”dan eminsen, her şeye katlanırsın. Şimdi gelecek konusunda nispeten iyimserim. Ama yaşadığım korkunç çöküntü ve yıkım anlarını hiç unutmuyorum. Yaptığım şeye her zaman inandım ama, hiç kimse ilgilenmek istemiyordu. Sonunda kendimde hata aramaktan, aşağılık kompleksi içinde kıvranır oldum. Çok uzun bir süre yataktan çıkmayı reddettim. 1984’ün büyük kısmını yatakta geçirdim. (gülüyor) Albümlerimiz hep kayıt edildikten yıllar sonra piyasaya çıktı; hata inanılmaz ağır işleyen plak şirketinindi. Her seferinde, bu kayıtlarda kendimden çok şey veriyordum, bunun duyulmasını istiyordum. Ama hayır, her seferinde yıllarca çekmecede bekliyordu yaptıklarımız. Eskiden, akustik gitarımla tek başıma yazıyordum. Ama folk denen bu müziğe giderek tahammül edemez olmuştum. (gülümsüyor) Ben her şeyden önce modern bir sound istiyordum, yalnız çalmaktan bıkmıştım. Bayağı iyi bir gitarist olmuştum, müziğim gittikçe karmaşıklaşıyordu, böyle (bir solo çeker gibi yapıyor)… Basitliğini, sadeliğini yeniden bulmasını, doğrudan, katışıksız olmasını arzu ediyordum. Bugün, grubun geri kalanına ayak uyduruyorum, biraz fazla gürültü patırtı yapıyoruz, şarkılar böyle doğuyor.
1980’de Pulp’ı kurduğumuzda, ben daha lise öğrencisiydim. Kızların beni beğenmesi için bir grubum olsun istiyordum. Sırık gibi bir boyum vardı, dişlektim ve gözlüklüydüm. Kısaca özetlersek, kızların pek hoşuna gitmiyordum. Yani ne yapacağım konusunda hiç öyle bir planım filan yoktu, meslekî bir düşünce filan geçmiyordu aklımdan. Müziğim hiçbir şeye benzemiyordu. Sonra, ‘83’te galiba, yeni çıkan albümleri satın almayı bırakınca, şu “easy-listening”leri (zahmetsiz, kolay müzik) keşfettim. Meteliğe kurşun atıyordum, o yüzden de sadece nerede indirimli, özel tarifeli plak varsa, onları alıyordum. İşte o zaman, asansörlerde ya da süpermarketlerde çalan bu müziğe karşı ilgi duymaya başladım. Şimşek çaktı. Engelbert Humperdinck gibi insanlar beni çok etkilemiştir. Yalnız bende sözler çok gerçekçidir. Onlarda aşk şarkıları mutlaka mutlu sonla biter, her şey çok basitleştirilmiştir. Benim duygusal hayatım hiçbir şeyin o kadar basit olmadığını gösterdi bana. Müzik neşeli, ama sözler çok karanlık olabilir.
Gitar çalmaya başladığın devirde, İngiliz gençliği punk ve disko arasında bölünmüştü. Şimdi ikincisine daha yakın gibi görünüyorsun. O zaman nasıldı?
Ben rocker olmak istiyordum, sene ‘76’ıydı sanırım, 12 yaşında olmalıyım, mahalledeki plakçıdan Led Zeppelin’in “Physical Graffiti”sini almaya gittim. Ama param yetmedi ve geri döndüm. Aynı akşam, radyoda John Peel’ı dinledim ve punk’ı keşfettim. Rocker olmaktansa, punk olmaya karar verdim o zaman. Ama ondan da hemen caydım. Bir akşam Sheffield’da Stranglers’ı görmeye gittim. Tek başınaydım, okul arkadaşlarımın hiçbirinin ilgisini çekmemişti… Bugün herkeste bir punk nostaljisi var, herkesin kafasına göre giyindiği, kendi imajını yarattığı o döneme nostalji duyuluyor. Bunların hiçbiri doğru değil. Ben o konsere, orta bire başlarken annemin bana ördüğü ince mavi yün kravat ve dedemden ödünç aldığım ceketle gitmiştim. Salondan içeri girdiğimde herkes benimle dalga geçmeye başladı. “Hey ufaklık, ‘mod’ mu takılıyorsun, bakalım!” İğrendim. O ekoseli pantolonları ve yırtık tişörtleriyle hepsi aynı üniformayı giymiş gibiydi, ilk başlarda rock’un kural haline gelen kılık kıyafetleriyle savaşıyorlardı, ama kendileri de hemen klişe haline geldiler, aptal bir tarikat olup çıktılar. Başlangıçta, disko bana çok fazla gayrı-insanî geliyordu. Sözler çok salakça, melodi ise sürekli tekrarlanıp duruyordu. Benim hayalim, sağlam, inandırıcı sözlerle insanîleştirerek bu müziği kullanmaktı. Bunun üstünden de “house” geçti, dans müziğini hakikaten allak bullak etti. Hayatımda ilk defa bir harekete katıldım, “rave”lerin müdavimi haline geldim. Oraya ilk gittiğimde, geleceği gördüm. Çok mekanik ve aynı zamanda basit, sade bir müzik… Hiç farkında olmadan, herkes gibi, ellerim havada dans pistinin ortasında buldum kendimi. Daha önceleri sadece alternatif kulüplere giderdim. Oralardan çıktığımda, sanki bütün gece söylev dinlemiş, emirler almış gibi hissederdim kendimi. “Dünya hakkında şunları şunları düşünüyorum. Ne kadar zeki bir herifim ben!” Bu müzikten, bu sözlerden içim dönmüştü artık. Daha maddî, daha fizikî şeylere ihtiyacım vardı. Böyle dans ederken (gözlerini kapıyor, ellerini havada sallıyor) bir sürü şey hakkında düşünebiliyorum.
Bir röportajında, o zamanlar uyuşturucu bağımlısı olduğunu söylemiştin.
Şakaydı. Ama çeşitli dönemlerde, çeşitli uyuşturucular kullandım. Sheffield’da sihirli mantar (magic mushroom) dönemi vardı mesela. Şehir dışına çıkıp mantar topladığımız bir yer vardı. Ama “Sorted For E’s & Wizz” şarkısının ardında yatan hikâye başkadır. Londra’da sinema okumak için Sheffield’dan ayrıldım. Londra’ya geldiğimde, bir işgal evinde yaşadığım günlerde asit partilerini duyuyordum. Bir gece, bir hangardaki asit partisine gittik. Ecstasy aldık. Her şey çok büyüleyiciydi. Ondan sonra birkaç defa daha asit partisine gittim, ama hiçbiri ilk defaki kadar iyi değildi. Hesapta herkes birbirine gülümsüyor, herkes birbirine iyi davranıyordu. Ama beni eve bırakacak birini aradığımda herkes “kusura bakma dostum” deyip geçiyordu. İş böyle olunca “sıradan insanlar” pencereden uçup gidiyor işte. İnanamadım. Bir tür sosyal değişim olacağını sanıyordum. Her ne kadar olup bitenlerin çoğunun uyuşturucu kaynaklı olduğunu bilsem de, insanların birbirine iyi davranmayı tercih etmeye başladıklarını sanıyordum. Oysa yanılmışım.
Cocker ailesinde müzik sevilir miydi?
Annemin birkaç Beatles plağı vardı. Ama ben Stones’u tercih ediyordum, onlar çok daha insanîydiler, hata yapıyorlar, hapse giriyorlardı… Beatles fazla mükemmeldi, şarkıları beni ilgilendirmiyordu. Gerçek insanlardan söz etmiyorlardı, her şey çok fazla mutluydu. Aslında, müzik benim için o kadar önemli değildi, hiçbir grup beni hakikaten etkilemiyordu. Şarkıcı olmak istiyordum ama, bu hiçbir gruba bağlı değildi. Daha çok özel, mahrem bir ihtiyaçtı, kimseyle ilgisi yok. Tek takıntım Scott Walker oldu, hatta bu bile çok yenidir. “Little Girl” single’ımızı çıkartığımızda, pek çok gazeteci beni onunla karşılaştırdı. İşte Scott’u böyle tanıdım. Velvet Underground’u da bu şekilde keşfetmiş ve sevmiştim; “It” albümümüz onlarla karşılaştırılınca… Scott Walker’ın albümlerinde orkestrayı kullanışına, çok ağır ve kaba sözleri çok zengin bir müzikle iç içe geçirişine hemen hayran kalmıştım. O benim biricik modelim, yeteneğine gıpta ettiğim tek kişi. Onun müziği yaşlanmıyor, sadece kendisinin yürüyebileceği bir yol açtı o.
Yani müzik hakkında hiçbir şey bilmeden bu grubu kurdun, öyle mi?
Hiçbirimiz daha önce bir müzik aletine elimizi bile sürmemiştik, beraber öğrendik. Çalmayı bilmediğimiz için belli birisini taklit etmemiz imkânsızdı. Ayrıca, özel olarak sevdiğim birisi de yoktu. Ben genel olarak müziği seviyordum. Neden bilmiyorum ama, benim favorim Stranglers’dı –büyük ihtimalle Doors’a benzedikleri içindir. Ayrıca, XTC, Costello ve Devo vardı. Sonra Pink Floyd gibi bugün çok sıkıcı gelen şeyler, “The Dark Side Of The Moon” ve “Wish You Were Here”… Ama bunların hepsi sonunda içimi döndürdü. Ben gevşek bir müzik istiyordum, duvar kâğıdı gibi, elektrik süpürgesiyle ortalığı süpürürken ya da kitap okurken fonda çalacak bir müzik… Bu müzik gülünç ama, sessizliği doldurmaktan başka bir iddiası yok, dinleyiciden en ufak bir çaba istemiyor. Bir anlamda, tembellik tabii. Ama öte yandan, gitarlı gruplar, rock, Burt Bacharach’ın albümleri yanında, çok samimi söylüyorum, bezdirici oluyor. Buna karşın, ortalama bir rocker’ın gözünde, bu müzik moruklara göre, huzurevleri için özel olarak yapılmış (gülüyor)… Bütün bu albümler hakikaten gözümün açılmasını sağladı. İlk albümümüz “It” doğrudan doğruya bunun etkisindeydi. Önceden, gürültü çıkarmakla yetiniyorduk. Ama “lt”de sessizliğe yer vermeye çalıştık. Her şey çok hafif, fısıltıyla… Eleştiriler çok ağırdı, bizi bayağı bir düğün salonu topluluğu yerine koydular. Çok cesaret kırıcıydı, ikinci albümümüz “Freaks”teki kötü kalplilik, katılık buradan geliyor herhalde. Bu albümle birlikte huzursuz, sıkıntılı bir fan kitlemiz oldu. Neden bilmiyorum ama, konserlerimizde hep çok fazla deli ve otobüs şoförü oldu.
Pek çok kişi için Pulp, bir şaka, ikinci derece bir kitsch grup.
Konser esnasında bir grup “show business” yapmalıdır, Engelbert Humperdinck gibi olacaksın ya da bu işi yapmayacaksın. Ayağında blucin, kıpırdamadan çalan gruplara tahammül edemiyorum. Pırıltının olmaması bir zaaftır. “Stil” beni hep çok çekmiştir, ama annem hayal ettiğim elbiseleri giymeme izin vermezdi. Ben de onları bugün giyiyorum. Okuldayken benim yaşımdaki gençlerin giydiklerini ben şimdi alıp giyiyorum. Sokakta insanlar bana hakaret ederdi. Cumartesi akşamları şehrin merkezinden uzak durmam gerekirdi. Orada, kış günü bile tişörtle dolaşan Sheffield’ın maçoları olurdu, sürekli benimle dalga geçerlerdi. Çok uzun boylu ve çok zayıftım, hiçbir normal elbise üstüme uymuyordu. Normal görünemediğim için de biraz, tuhaf adamı oynuyordum. Zavallı patetik yaratık görüntümü kabullenemiyordum… (gülüyor) Bu kılık kıyafet kitsch bir şaka değil, hakiki bir gösteri yapma, insanları eğlendirme arzusu… Bu kitsch kelimesinden nefret ediyorum. Bizim sersem olduğumuzu, köyün delisi olduğumuzu imâ ediyor. Halbuki benim tek istediğim, fark edilmek.
Hep gözünün yükseklerde olduğunu söylüyordun. Yakınların bunu nasıl karşılıyordu?
Beni tek destekleyen annemdi. Üniversiteye gitmeyip de grupla beraber Sheffield’da kalmaya karar verdiğimde, “tamam” dedi. Kimse beni ciddiye almıyordu. Ama yine de, günün birinde başarılı olacağımızdan emindim. Müziğimiz belki vasattı ama, en azından sabahları yataktan kalkmam için bir nedendi. Benim misyonum buydu.
Pulp’dan önce yataktan kalkma nedenin yoktu yani…
Hayır, hiçbir sebep yoktu. Tek tutkum, bu daha çok bir takıntıydı, uzaydı. Hep füzeleri, gezegenleri düşünüyordum. Başka hiçbir şey ilgimi çekmiyordu. Bisiklete binmeyi ta 14 yaşında öğrendim, hiçbir spor yapmıyordum. Boyum posum futbola uygun değildi, gözlüklerim kırılacak diye ödüm kopuyordu. Öteki çocukların merak sardığı şeylerin hiçbiri bana göre değildi. Ben somut bir şeylerin peşindeydim, daha çok küçük yaştan kendimi mesleğime hazırlamak istiyordum: astronot ya da pop yıldızı. Bunun için de, bisiklet lastiği tamir etmek ya da sandalye yapmayı bilmekte hiçbir ilginç yan görmüyordum… (gülüyor) Bugün acı bir şekilde bunun pişmanlığını duyuyorum. Sanatsal bir kariyerin fuzulîliğinin farkına varıyorum. Feci hayal kırıklığına uğradım. Hakiki hayatın bu olduğunu, pop yıldızı olmak olduğunu sanıyordum. Bugün, şarkı yazmaktansa, tıpkı dedem gibi sandalye yapabilmeyi bin kere tercih ederdim. Sandalyenin hiç değilse üstüne oturursun.
Hayatında iki defa ölümle yüz yüze geldin. Birincisi, küçükken geçirdiğin menenjit, diğeri de bu kaza…
Menenjiti hatırlamıyorum. Ama diğer kaza, hiç de dramatik değildi aslında. Ölecek olsaydım, soylu bir amaç uğruna değil, aptalca bir nedenden dolayı ölmüş olacaktım. Hastanede düşünecek çok vaktim oldu. Yanımda kaza geçirmiş bir madenci yatıyordu. Çok tatlı bir adamdı. Madencilerle tek ilişkim grev döneminde olmuştu. Grevi desteklemek istiyordum, ama bir gün pub’ta otururken birkaç madencinin bana bulaştığı günü hatırlayıp duruyordum. Aptala benzediğimi düşünerek benimle dalaşmak istemişlerdi. Gerçi o dönemde aptala benzediğim de doğruydu hani. Kendi kendime diyordum ki, ben sizi teoride destekliyorum, ama siz beni bulsanız kafamı kırarsınız. Aslında sadece dört kişiydiler, tüm madenci topluluğu değil. Olayı genellediğim ve hatta kendi geçmişimi inkâr ettiğim için suçluydum. Hastanede bu madenciyle tanıştığımda, ilham almak için yanlış tarafa baktığımı farkettim. Okulu bitirdiğimden beri Pulp’taydım. Günlük hayatla ilgilenmiyordum, çünkü yakında nasılsa ünlü olacaktım. Bu olaydan sonra öbür yana bakmaya başladım. Hayatın detaylarıyla ilgilenmeye başladım. Şarkı sözlerim de değişti böylece.

Hikâyeler anlatan bir şarkı yazarısın ama, kamusal bir figür olduğunda, sanki iki ayrı tür hikâye anlatmaya başlıyorsun: Şarkılarındaki hikâyeler bir yanda, gerçek hayatının hikâyeleri diğer yanda.
Sonuçta kendi hayatıma dayanan şarkılar yazıyorum. Bu, daha başlangıçta kendinizden çok şey vermeniz demek. Ayrıca tanıdığınız insanlara da haksızlık etmiş oluyorsunuz, çünkü onların onaylarını almadan onlarla ilgili yazıyorsunuz. Kendimi haklı çıkarabildiğim tek nokta, olup bitmiş, sona ermiş şeylerle ilgili yazıyor olmam. O zaman insanları çok fazla yaralamazsınız sanıyorum. İnsanların anlattıklarımdan daha fazlasını bilmek istemesi bu yüzden beni çılgına çeviriyor. Benden bu kadar diyorum. Yapmak istediğim, geçmişim hakkında yazmak ve bugünü bir sır olarak saklamak. Devam etmekte olan ilişkilerinizle ilgili yazmak psikolojik olarak sağlıksızdır muhtemelen.
Parayla aranız nasıl? Artık bol paranız olduğuna göre…
Aslında o kadar da çok paramız yok. Tabii ki eskisinden çok daha fazla… Parayı grup içinde altı eşit parçaya bölüştürüyoruz, böylece kimse diğerinden daha zengin değil.
Bütün şarkı sözlerini sen yazdığın halde?
Ben Güney Yorkshire Sosyalist Cumhuriyeti’nden geliyorum. Genellikle grupların dağılmasının nedeni paradır, değil mi? Grup içindeki politikaları düzene koyacak bir yöntem bilmiyorum, çünkü bu çok kırılgan bir denge. Şu ya da bu kişi gruptan ayrılırsa bir şey farketmez diye düşünürsün ama, etrafındaki insanlara da bir şekilde alışırsın. Sanırım buna Baba sendromu denebilir. “Baba 2”nin sonunda Al Pacino mutlak güce sahip olmuştur ama, bu yolda tüm dostlarını öldürtmüştür. Mutlak gücün sonucu mutlak yalnızlıktır, oysa ben her zaman şimdikinden daha sosyal bir adam olmaya çalışıyorum. Çocukken utangaç ve yalnızdım. Kendimle ilgili çok fazla şey biliyorum. Biraz da diğer insanları tanımak istiyorum.
“Common People” niye Pulp için bir dönüm noktası oldu?
‘94 yılının haziranında yazdık bu şarkıyı ve daha ilk defa çaldığımızda, bunun önemli bir şarkı olduğunu hissettim. Ama albümün geri kalanını yazmak kolay olmadı. “Tüm hayatım bu akora bağlı” diye düşünmeye başladığınız zaman işler karışıyor. Sonunda Island plak şirketini, albüm henüz bitmeden, “Common People”ı single olarak yayınlamaları için ikna ettik. Doğru yerde, doğru anda bir şarkı yapınca bu ânı harcamamak gerektiğini hissettim. Zaten havada asılı duran bir tür sosyal röntgencilik fikrinden yola çıktık. Sıradan, alt sınıf hayatlarında pırıltılı bir şeyler olduğu fikrinden… “Natural Born Killers” gibi filmlere baktığınızda soylu bir vahşet görüyorsunuz. Oysa parasız insanların oturduğu belediye evleri arasında dolaştığınızda yine vahşetin izlerini görüyorsunuz ama, soyluluktan eser yok… Sheffield’da bir insana common (sıradan) dediğinizde, onun kaba saba bir insan olduğunu ima edersiniz. “Common People” adını seçmemdeki neden, kelimenin çift anlamlı olmasıydı. Bir de Emerson, Lake & Palmer’ın “Fanfare For The Common Man”ini düşünün. Beni ilgilendiren bunun bir konsept albüm olup olmaması değildi. Olayları ele alış perspektifimin ne olacağıydı. Kızkardeşimin evinde kalıyordum o sırada ve divanın üzerinde uzanıp yatarken, birden Londra’daki tecrübelerimden ve Londra ile Sheffield arasındaki farktan bahsetmeye karar verdim. Diğer sekiz şarkı, “Common People” Top 10’dayken yazıldı. İlk defa geniş bir dinleyici kitlesine sesleniyor olmanın heyecanı ve güveni vardı. Bu güven sayesinde içimdeki birçok şeyi dışa vurabildim.
“Mis-Shapes” şarkısı sanki “Common People”a eşlik ediyor gibi. Ama bu şarkıda daha sert bir tavır var. Tüm sıradışı insanların kasabanın kabadayılarına kafa tutmasını, onlarla savaşmasını söylüyorsun.
Sosyal konulara giren şarkılar konusunda her zaman zorlanmışımdır. “Another Day In The Paradise” ya da “Belfast Child”ı düşünüyorum da… “Mis-Shapes” belki de yapabileceğim en slogan şarkı. Bunun nedeni, Sheffield’da bir cumartesi gecesi pub’dan fırlamış bira canavarlarının, sırf komik bir gözlük taktığınız, turuncu bir tişört giydiğiniz ya da saçınızın kesimi ilginç olduğu için sizi dövmek istedikleri durumlarla çok karşılaşmış olmam. Tabana kuvvet kaçmanız gerekirdi.
“Common People”, umutsuz, acı çeken, anlamsız hayatlar yaşayan insanları anlatıyor, işçi sınıfını…
Eski anlamda işçi sınıfı kalmadı ki artık, değil mi?
Öyleyse sınıflaraltı (underclass) diyelim…
Eğitim sisteminde olup bitenler düşünüldüğünde her şey daha da kötüye gidecek. Benim büyüdüğüm yerde her şey çok boktandı, yine de doğru düzgün bir eğitim aldım ve kaçıp kurtulmayı başardım.
Şimdi bir liberal gibi konuşmaya başladın: Eğitim her şeyi çözer mi diyorsun?
Hayır, benim hıncım işçi sınıfına ya da alt sınıflara değil, bencillikleri yüzünden bu koşulları yaratan orta sınıfa karşı. Sheffield’dayken sınıf kavramı benim için bir şey ifade etmiyordu. Londra’ya taşındığımda sınıfların varolduğunu gördüm. Bu albümdeki sınıf takıntısı da o zaman başladı. Ama duruma lanet okuyup duran bir adam tavrı değil benimki. “Common People”ın bir dizesi şöyle: “Hiçbir zaman anlayamazsınız, anlamsız ve kontrolsüz bir hayat sürmek nasıldır…” Şarkının en tutkulu bölümü bence burası.
Şarkılarında sürekli olarak ortaya çıkan bir kadın tipi var. Mesela, “Little Girl (With Blue Eyes)” şarkısındaki gibi: “Mavi gözlü küçük kız / Kalbinde ve bacaklarının arasında bir delik var / Hiçbir zaman düşünmedin / Erkeğin hangisini dolduracak acaba?”
İlişkiye girdiğim kadınları düşününce, pek iyi bir erkek olduğum söylenemez. Birinin sizden bir şeyler istiyor olması ve sizin de bunu veremeyecek durumda olduğunuzu bilmek kötü bir his. Kendimle ilgili sevmediğim bir yön bu. Bir tür soğukluk. Mücadele etmeye çalışıyorum, ama her seferinde tekrar su yüzüne çıkıyor.
Cinsellik de bütün şarkılarında çok ağırlıklı…
Sözlerime niçin dikkat etmem gerektiğini, niçin “çiğ” laflarla insanları şaşırtmamaya çalışmam gerektiğini anlamıyorum. Sinemada, bir film 13 ya da 18 yaşın altındakilere yasaklanabiliyor. Ben veletler için yazmıyorum. Benim albümlerimi dinleyenler, evlerinde benim sözünü ettiğim şeyleri yapıyorlar. Onlar da sevişiyorlar ve birbirlerine sövüp sayıyorlar; çocuk parkında oyun oynamıyorlar. Efsaneleri yıkmanın zamanı. Brel’in sevdiğim yanı bu. İçinde yalan olmayan, traş olmayan bir müziği dinlerken zevk alabilir insan. Melodi çekici olduktan sonra, sözlerin yapmacıklaşmasına, bir şeyler eklemeye çalışmaya hiç gerek yok. Beni tabusuz, bir yetişkin olarak ele almalarını isterim. İngilizlerde seyrek görülen bir şey bu, ama Fransızlarda sık rastlanıyor, mesela Gainsbourg gibi adamlara hayranım. Burada, yetişkin müziği Dire Straits. Trajediye bakın! Sözler nerede? Benim hep peşinden koştuğum ciddi olanla neşeli olanın dengesi. İnsanların albümlerimi sırtlarında taş taşıyormuş gibi dinlemelerini istemiyorum, geçmişte çok fazla ciddi oldum. Ama öte yandan, şaklabanlık yapmak da istemiyorum. Bir zamanlar hayatımda bu gruptan başka bir şey yoktu, o olmasaydı ya intihar ederdim, ya da gezgin bir palyaço olurdum. Ama neyse ki o durumdan kurtuldum. Yemek yiyorum, dışarı çıkıyorum. Grubun dışında bir hakiki hayat hiç de fena bir şey değil. Kendi kapalı dünyalarında yaşayan gruplardan daha kötü bir şey yok dünyada. Ben Pulp’ın yanında kısa metrajlı film yapıyorum. Bunlar İngiltere’de zor işler. Sadece Viktoryen dönem üzerine yapılan filmleri ve “Hindistan’a Geçit” gibi korkunçlukları finanse etmeye yanaşıyorlar. Hele hele bugünün İngiltere’si hakkında kesin konuşmayacaksın. Ken Loach bile Amerikalıların parasıyla çalışmak zorunda kalıyor. “Kes”i yaptığı zaman ona hayran kalmıştım. Bu film bizim evimizin yanıbaşında çekildi, bana okulumu hatırlatıyor, her seyrettiğimde beni ağlatıyor. Bu filmin iyi bitmesini çok isterdim. O çocuk abisinin ona verdiği parayı hamburgercide harcamasaydı… Her seferinde deli oluyorum, parayı oraya vermemesini söylüyorum, ama hep aynı aptallığı yapıyor. Filmin iyi bitmesini isterdim; çünkü sinema, müzik sayesinde hayatı olduğundan daha güzel kılabilir. Tıpkı hayat gibi, ama üstüne bir de ses bandı var. Mükemmel.
***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** *****
Jarvis Cocker: Pulp’lı hayatım, artık Pulp’sız hayatımdan daha uzun. Bu durum beni korkuttu, hatta bunalımlara sürükledi. Hayatımın ilk beş yılından da pek bir şey hatırlamadığımı düşünürseniz, bana tek başıma geçirdiğim çok çok az bir zaman kalıyor… Yetişkin olarak, sadece Pulp’ın bir üyesi olmuşum.
Peki, hakikaten yetişkin misin?
İşte burada bir mesele var. Hâlâ ve her zaman ergenlik çağının uzatmalarındayım gibi bir hisse kapılıyorum. Eskiden, müzik gruplarına özgü bir şeydi bu, ama bugün herkese yayıldı: Kimse yetişkin olmak istemiyor. Öyle olunca da, plaklar alınıyor, silahlar kuşanılıyor, hâlâ saçlar aynı şekilde kesiliyor… Ergenlikten dosdoğru andropoza geçiliyor. Artık yetişkin diye bir şey kalmadı. “Helped the Aged” adlı single’ımızın konusu buydu: Artık durulman, yatışman gerektiği kabul edilen bir yaşta hâlâ abuk sabuk davranmaya devam etmek… Bir an farkettim ki, bugün ben babamın bizi bırakıp da evi terk ettiği zamanki yaşından daha yaşlıyım… Benim yaşımdayken o evlenmişti, bir oğlu vardı ve boşanmıştı. Ben bunların hiçbirini yapmadım.
Rahatlık, şarkı yazabilmen için bir tehlike mi?
Kesinlikle rahatlıktan, konfordan uzak durmak gerekir. Sanatçılar bu noktada insanlardan farklıdır, doğa yasalarının aksi yönünde hareket ederler, psikolojik dinginlik özlemi içinde olmaları gerekirken kendilerini tehlikeye atarlar. Hatta kendime yazacak malzeme sağlamak için, bir felaketin ortaya çıkmasını umut ettiğim bile oluyor. Bu korkunç bir zihniyet. Şarkı yazmak kolay bir şey, ama mutlu bir insan olmak, bu ezelî bir meydan okuma. Şarkı yazmak zorunda olmamayı, huzur içinde olmayı tercih ederdim.
Yeni albümünüzde daha ilk anda insanın ilgisini çeken, ağırbaşlılığı, ciddiyeti ve taşkınlıktan uzak oluşu…
Şarkıları yazarken kendimi öyle hissediyordum. Bunun karanlık bir albüm olduğu doğru. Girişte, “The Fear” paranoya üzerine bir yorumla ambiyansı kuruyor. Sondaysa albüm ağırlaşıyor. Nevrozlarımla, değişimlerle yaşamayı öğreniyorum. Halbuki ben değişiklikten nefret ederim, kavga gürültüden hiç hoşlanmam, her şeyin olduğu gibi donmasını isterdim… Ama burada, kendi sound’umuzdan kaçmamız gerektiğini biliyorduk. Bu nedenle “This Is Hardcore” ilk single, şiddetli, eski sınırlarımıza saldıran bir parça
Müzikal açıdan, bu sefer bütün reçeteleri reddettiğiniz hissediliyor…
Hep insanların yazdığım sözlere fazla yoğunlaştığını düşünüyordum. Halbuki bu sözler, bana bu sözlerin fikrini veren müzikle beraber vardı sadece. Dengeyi yeniden kurmak gerekiyordu. İşte bu nedenle de, birçok parçada ağzımı hiç açmadığım pasajlar var. Bir dakika boyunca çenemi kapıyorum, insanları engin görüşlerimden mahrum bırakıyorum, olacak iş değil… (gülüyor) Maalesef, hiçbir zaman Radiohead kadar iyi çalamayız, ama gayret ediyoruz… Tıpkı sesim gibi: Ben hiçbir zaman şan dersi almadım, ama neredeyse doğru söylemeyi başarmaya başlıyorum, ama bu sefer alışkanlıklarından kurtarmak için sesimi biraz daha öteye geçmeye zorlamam gerektiğini hissediyordum.
Gerçekten orta sınıftan nefret mi ediyorsun?
Orta sınıfta nefret ettiğim özellikler, sevgisizlikleri ve hayattan zevk almamaları. Aristokrasi, garip adetleriyle bilinir. Adam gibi bir aristokrata rastlarsanız, eğlenebilirsiniz. Orta sınıf eğlenmeyi bilmiyor. Konfor ve tutuculuk üzerine inşa edilmiş, daha çabuk ölmek için yaşanan bir hayatları var sanki.
Annelerimizin seni seviyor olduğu gerçeği seni rahatsız ediyor mu?
Aslında beni seviyor olmalarını bir iltifat olarak kabul edebilirdim, ama bu da gençleri aşağılamak olurdu. Benim annem de benim sevdiğim müzikleri sevse, gider dinleyecek başka müzik bulurdum. Allahtan, benimki Focus ve Blood, Sweat And Tears hastasıydı.
Girl Power senin için tehditkâr bir akım mı?
Girl Power ile kastedilen Spice Girls ise hayır. Onların yaptığı, “istediğimiz zaman göğüslerimizi çıkarır gösteririz” demek. Ee, erkekler de bunu ister zaten. Menajerlerini işten atmadan önce, tüm Spice Girls olayının koca bir şaka olduğunu düşünüyordum. Menajerleri erkekti, şarkıları yazanlar erkekti. Hele o şarkı sözleri yok mu! 45 yaşındaki bir adamın mastürbasyon fantezileri gibi: “Seni yaramaz kız, seni dizime yatırıp bir döveyim de gör.”
Kadın olarak doğmak ister miydin?
Gençken düşünmüştüm, çünkü kızlarla konuşamayacak kadar utangaçtım. Konuşan değil de, konuşulan kişi olmak isterdim. Kadın olmak isterdim, ama cinsiyet değiştirmeyi de düşünmüyorum.
Michael Jackson olayından dolayı hiç pişmanlık duydun mu?
Bu olaydan sonraki sekiz-dokuz gün süresince yaşadığım şeyler yüzünden pişmanlık duydum. Birden bana “şöhret” muamelesi çekildi ve tüm dedikodu gazetelerine manşet oldum. İnsanlar sürekli olarak Michael Jackson’dan niye nefret ettiğimi soruyorlar. Ondan nefret etmiyorum. Hatta eski şarkılarından bazılarını çok da severim. Üstelik, onun Tanrı pozları takınmasına da, dindar olduğum için falan tepki gösteriyor değilim. Ama olan oldu ve bunu niye yaptığımı da tam olarak bilmiyorum.
Göğüsleri mi tercih edersin, kalçaları mı?
Belli bir tercihim yok. Geçen gün klip çekimindeydik. Bütün dansçı kızların arkaları bana dönük olarak dans ettikleri bir sahne vardı. Hakikaten güzel kalçaları olan bir kız vardı içlerinde. Kimi zaman bir elin biçimi bile seksi olabilir. Vücudun her parçasına açık olmalısın.
***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** *****
Bir albümden diğerine, çalışma metotlarında farklılıklar oluyor mu?
Jarvis Cocker: Müziğin bana öğrettiği en büyük şey, bir metodun kesinlikle iki kere uygulanamayacağıdır. Mesela, “Different Class” albümünün şarkı sözlerinin neredeyse tamamını sadece iki gecede yazdığımı hatırlıyorum: Kendimi kız kardeşimin evine kapattım, deli gibi kafayı çektim ve kelimeler bir çırpıda kalemimden dökülüverdi. Aynı tecrübeyi “This Is Hardcore”da da yaşarım zannettim. Aynı eve gittim, aynı konyak şişesini önüme koydum… Ve yaşlı ayyaşlar gibi koltuğun üstüne sızıp kaldım. O gün dersimi aldım.
“We Love Life” albümüyle Pulp sanki karanlıklardan aydınlığa çıkmış gibi gözüküyor…
Bu albümün özellikli konularından biri tabiat: Bol bol ağaçlardan, kuşlardan, hayvanlardan bahsediyorum. Ama aşırı naiflikten, saftirik olmaktan kaçınmak istedim. Bir ağacı seyre daldığımda, kaotik, zor dönemleri aşmış biri gibi görüyorum kendimi. Açık havayla buluşmanın verdiği bir dinginlik bu; ama güzergahımın farkındayım, hangi zincirleme olayların beni buralara getirdiğinin bilincindeyim. Benim bugün tabiata bakışım, rutubet kokan Londra gecelerinde berbat tiplerle ahbaplık eden ve zamanının çoğunu bir viski kadehini seyrederek geçiren birinin bakışı. Dolayısıyla, bunları söylerken cennet tasvirleri çiziyor durumuna düşmek istemem. Bir ağacın gövdesine şefkatle sarılıp “sen benim en iyi arkadaşımsın” diyecek halim yok. Ben hippi değilim.
Daha ziyade, tabiat hakkında daha çok şey bilmek, onu kavrayıp kavrayamayacağımı görmek istiyorum. Fotoğraf sanatçısı Nan Goldin’le benzer yörüngeleri takip ettiğimizi geçenlerde fark ettim: Seneler boyunca New York’taki yeraltı hayatına odaklandı, sonra peyzaj serileri hazırlamaya başladı. Tuhaf bir çağda yaşıyoruz. Herkes inşa ettiğimiz bütün bu kentlerin normal çevremizi oluşturduğunu düşünüyor: Sanki tartışma götürmez bir gerçeklik. Oysa biz tabiatın bir ürünüyüz ve onunla karşı karşıya kaldığımızda kendimizi yabancı ve silahsız hissediyoruz. Kaybettiğimiz bu bağı yeniden kurmak istedim. İnsan kalabalığından uzaklaşarak ağaçların arasında yaşamaya gitmek değil kastettiğim. Fakat ormanda yapılan küçük bir yürüyüş dahi insanın aklını özgürleştiriyor; düşüncelerim daha serbest, daha imkânlara açık bir hal alıyor, böylece hayatımı dolduran olaylara daha fazla duygu katabildiğimi sanıyorum.
Pulp müziğinin daha ziyade mainstream’e mi, yoksa underground’a mı yakın olduğu mevzuunu kafana takıyor musun?
Bu sorun eskisinden çok daha az içimi kemiriyor artık. Bir dönem benim için müziğimizin “mainstream” kategorisine girmesi çok önemliydi. Ben Thatcher İngiltere’sinde büyüdüm; toplumun büyük bir kesimi dışlandığını, kendilerinin hiç hesaba katılmadığını ve söylenecek pek sözleri de olmadığını düşünüyordu. Ben de bu umutsuz kuşağa mensup biri olarak, ne pahasına olursa olsun, büyük çapta kabul görmek istiyordum. Bugün bunu başardım, gururluyum. Artık zaten başarıya ve paraya ulaşmışsın. Bundan böyle yeni bir araba almak veya Jamiroquai’la sidik yarısına girmek uğruna şarkı yapmamalısın. Neymiş, onun beş Ferrari’si varmış da, seninki dört taneymiş!
“Hayatı seviyoruz”: Albüme bu ismi koyarken biraz dalga geçmek mi istediniz?
Asla, böyle en ufak bir niyetimiz yoktu. Eğer samimi değilse, bir cümle ne işe yarar ki? Birine fazla düşünmeden “seni seviyorum” demek gibi bir şey olurdu; kısacası zaman kaybı. Bense artık zaman kaybetmek istemiyorum.
Sence 1982 yılındaki Jarvis, bugünkü Jarvis’ten memnun kalır mıydı?
Üç ay önce otobanda garip bir şey geçti başımdan. Tam önümde sarı bir külüstür gidiyordu. Aynı arabadan, aynı renkten bende de vardı vaktiyle. Tam arabayı geçerken —onları geçmek o kadar kolaydır ki— dönüp direksiyondakine bakma ihtiyacı duydum. Gözlüklü bir genç, bir yandan araba kullanırken bir yandan börek yiyordu. Tam benim o zamanlar olduğum türden bir gençti. Bu bir anlık bir olaydı. Kalkıp sana “gençlik halimin yanından geçtim” diyecek değilim, ama o kadar garip bir histi ki, ondan sonra aynı soruyu ben de düşündüm. Acaba benim şimdiki halimi sever miydi? Ya da beni tanıyabilir miydi? Belki de 1982’deki halim benden çok etkilenirdi, ama ben onu rahatsız edici bulurdum. “Biraz büyümelisin ve bünyendeki bütün o maddelerden kurtulmalısın. Belki ondan sonra adam gibi adam olabilirsin!” derdim ona. “Fena değilsin, hatta kimi zaman eğlencelisin, ama kesinlikle rahatsız edicisin!” Bir keresinde taşınırken bir dergi buldum. Galiba Select dergisi. Kapağındaki surata baktım, “kim lan bu herif” dedim. Benmişim. Kendi kendimi tanıyamadım yani. “Gerçekten insanların senin bu olduğunu düşünmelerini mi istiyorsun” diye sordum kendime. Aslında niyetim o olmadığı halde, yaptığım şeyler beni başka biri haline çeviriyordu. Televizyona çık, “Top of the Pops” sunuculuğu yap, falan filan. Yıl 1995’di ve biz marjinal birtakım şeylerin bir anda patlayıp mainstream’e girişini temsil ediyorduk. Bunun bir haçlı seferi olduğunu zannediyorduk; bir şeyleri değiştirdiğimizi. Oysa mainstream bizi değiştiriyordu. Bunu fark ettiğim anda geri çekildim.
Sheffield’dan kaçıp Londra’ya gelme hikâyen nasıl?
1986 yılında bir kıza gösteriş yapayım derken pencereden düştüm ve iki ay hastanede yattım. Yatarken düşünmek için bol bol vaktim oldu. Hayatımın nereye doğru gittiğini düşünüyordum. Hastaneden çıkınca Londra’ya gelmeye karar verdim ve St. Martins sanat okulunda bir sinema kursuna kaydoldum. Hayatımda hiç benimle yaşıt zengin insan görmemiştim. Ama Londra şansımı açtı diyebilirim. En azından Pulp’ın gidişatı açısından.
“Common People” şarkısının esin kaynağı da bu okuldaki bir kızdı galiba…
Evet. Zengin bir Yunanlı kız, bir keresinde bana sıradan insanlar gibi yaşamak için Hackney’e taşınmak istediğini söylemişti. Tam bir kültürel turizm durumuydu yani. Salak!
Parti ve uyuşturucu dönemlerin de bu zamanlara mı denk geliyor?
Bugünün insanlarındaki en büyük sorun şu bence: Mutlu olmayı hakettiklerini, ama mutlu olamadıklarını düşünüyorlar. Evet, uyuşturucular seni bir yerlere kestirmeden götürürler, ama yapman gereken, mutluluğunu alnının teriyle kazanmak. “Ah, çok mutluyum… Ah, çok depresyondayım” diyerek bir ömür geçmez. Benim durumumda sorun uyuşturucular değildi. Pop sanatçısı olarak bu iş tanımının bir parçasıydı neredeyse. Hayatında uyuşturucu kullanmamış birine asla güvenmem. Ama hayatı boyunca uyuşturucu kullanmış birine de güvenmem. Kimsenin işine yaradığını düşünmüyorum uyuşturucunun, ama hiç kullanmamak da anormal bir durum.
***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** *****
Jarvis Cocker: Birbirinden farklı tarzda festivallerde çalmak iyi oluyor. İnsan bir grupla müzik yaptığında çok çabuk tembelleşebiliyor, hele bizim gibi uzun süredir birlikte müzik yapıyorsan. En kolay ihtimali seçmenin tuzağına düşüyorsun: O güne kadar yaptıklarına sırtını dayamak. Bir dans festivali dinleyicisinin bizim müziğimizden hoşlanacağından emin değildik. Katışıksız dans müziği yapmıyoruz, bpm’ler kullanmıyoruz. Şarkıların bir kısmı daha önce hiç kimsenin duymadığı yeni şarkılardı. İnsanların uyuklamaya başlamasından ya da, daha iyisi, içecek bir şeyler aramak için bara yönelmesinden korkuyordum. Ama bu tarzın dinleyicisiyle de sırf insan olduğumuz için iletişim kurabileceğimizi düşündük. Ve başardık, konser hiç de fena geçmedi. Kötü geçme ihtimali olduğu için, iyi geçmiş olması insanı daha da tatmin ediyor.
Festivalleri çok seviyoruz, bizim için tatil gibi. Genellikle haftasonları, güzel yerlerde oluyor, eğer canın istiyorsa diğer gruplara da bakabiliyorsun, bir saatten fazla çalmak zorunda değilsin. Yabancı bir ülkede konser vermek her zaman şaşırtıcı oluyor. Dilini konuşmadığımız, bilmediğimiz bir yerde çalarken insanlarla iletişim kurabilmek için sadece müziğe güveniyoruz. İnsanların sahnede yaptıklarımızdan hoşlandığını görünce çok şaşırıyorum çünkü hep içimden acaba ne anlıyorlar diye geçiriyorum. Ama ben de sözlerini tam olarak anlamadığım Fransızca müzikler dinliyorum mesela. Her şey beyinde olup bitmiyor: vücudun geri kalanı da, kalp ya da ayaklar da müziği algılıyor. Kaldı ki, zaten kendi dilimde dahi insanlarla iletişim kurmakta zorlandığım oluyor.
Rasyonel Jarvis sahnedeki Jarvis’e baktığında ya da onu dinlediğinde, içinden “ne aptal!” diye geçiriyor. Ama sırf rasyonel Jarvis’e kalsa, hayatında hiçbir şey yaratamazdı. Rasyonel Jarvis’i sıkı kontrol altında tutmam gerekiyor. Ama sahnedeki Jarvis’le rasyonel Jarvis arasında bir bağ da var; o kadar da Dr Jekyll ve Mr Hyde durumu değil. Birbirleriyle yakın akrabalar, ama tam olarak aynı kişi değiller.
Sahneye çıkmadan önce kusan tanıdığım bazı başka kişilere kıyasla daha az korku duyuyorum galiba. Ben kusmuyorum, karnıma ağrılar saplanmıyor. Asabi oluyorum sadece. Sahne için şarkıların düzenlemelerinde bazı değişiklikler yapıyoruz. Örneğin “Common People” orijinal haliyle alâkasız. Yine de bir reggae şarkısı haline de getirmedik… Şarkıların düzenlemesini yeniden yaparken dikkatli olmak lâzım, çünkü şarkının ilk halini sevenler tanınmaz hale gelmesinden hoşlanmıyorlar. Bu değişiklikleri en çok da kendimiz için yapıyoruz, o kadar uzun süredir çalıyoruz ki, bize biraz daha ilginç gelsin diye…
Konser bittikten sonra yaptığım ilk şey bir sigara yakmak. Sonra rahat bir sandalyeye oturuyorum ve eğer şansım varsa, biri bana bir kadeh şampanya ikram ediyor. Ve öylece, on dakika mutlu oluyorum. Eğer konser iyi geçmişse, bir doygunluk hissediyorum. On dakika sonra gerçeklik kendini gösteriyor. Ama o on dakikayı iyi yaşamış oluyorum. Sahne arkasına, konyak, cin, şampanya ve kırmızı şarap istiyoruz, yani tek talebimiz alkol. Bana iyi geliyor, mutlu oluyorum.
***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** *****
1995’te Glastonbury’de bu şarkıyı çalmanız, Brit-pop patlamasının belirleyici anlarındandı…
Jarvis Cocker: Brit-pop gibi bir tanım kullanmak durumunda kalmak çok talihsiz bir durum… Olan biten sadece müzikten ibaret değildi. Bir toplumsal tavır oluşmaya başlıyordu, işçi sınıfı kültürüne ya da pop kültürüne ait olan bir şeyi orta sınıf da yüceltmeye başlamıştı. Daha önce bir şeye pop kültürü demek onu aşağılamak demekti, çünkü bu, gerçek kültür olmadığı anlamına geliyordu.
Ama Brit-pop infialinin tadını da çıkarmıştınız…
Evet, etkileyiciydi, ama kısa sürdü. “Indie getto”sunda bunca yıl kapalı kaldıktan sonra, uyuşukluğa kapılma sırası artık mainstream’e gelmişti. Bir şeyler oluyormuş gibi bir his vardı ortada… ”Bir hareket başlatalım ve dünyayı değiştirelim!”… Ama gruplar arasında yakınlık yoktu.
Neydi yanlış giden?
Şöhret kapıyı çalınca, insanlar sırf kendileri için kapıldılar buna. Devrim yoktu, herkes kendi ego sorunlarına ya da alkol, madde problemlerine boğulmuştu. Sonra herkes akşamdan kalmış gibi düşük tempolu, boğuntulu albümler yapmaya başladı, biz dahil. Balon sönüverdi. Sonra Robbie Williams olayın bütün keyifli taraflarını aldı ve eğlence alemine devretti. Ardından Spice Girls ortaya çıktı.
Aynı sıralarda Yeni Sol hareketini de desteklemeyi reddettin…
Tony Blair seçilmeden önce beni arayıp duruyorlardı, onları desteklememi istiyorlardı, ki bundan pek hoşlanmıyordum. “Cocaine Socialism” şarkısı da o sıralarda aklıma düştü. Groucho Club’daydık, herkesin kilolarca kokain çekmekten kafası bin dünyaydı. Hepsi de muhtemelen İşçi Partisi’ne oy verecekti, ben dahil. Ama bu şampanya sosyalizmi bile değildi, kokain sosyalizmiydi. Başka kimseyi umursamamana yol açan, gelmiş geçmiş en egoist madde, sosyalist ilkeler söz konusu olduğunda nereye oturur? Başka birini dinlemek bile istemezsin kokain alınca. Daha sonra bu şarkıyı değiştirip “Glory Days” olarak yeniden yazdım, ki aslında artık bir şeyden bahsetmiyordu.

“This Is Hardcore” albümünüz de düşük tempolu, halsiz, keyifsiz bir albümdü. Sizce bu albümü yapmak bir hata mıydı?
Pek sayılmaz. Başka birtakım insanların da dediği gibi, albüm aslında daha önce yaptıklarımızın devamını getirme çabamızdı. Aslında kural dışı olan “Different Class”dı, daha pop bir albümdü çünkü. “This Is Hardcore” şarkısını ortaya çıkaran ruh haline dönmek istemem, ama yine de onunla gurur duyuyorum, çünkü söylediğinin arkasında duran bir şarkı.
Bu dönem, Damon Albarn’ın “kokain fırtınası” diyerek özetlediği döneme mi denk düşüyor?
Birçok insanın yanında hanım evladı kalıyordum, eminim. Hiçbir zaman maddelere abanamadım, koşullarım buna uygun değildi. Hastalıklı bir çocukluk geçirmiştim. Ayrıca meşhur olduğumuzda yaşımızı başımızı almış sayılırdık. Sabahın beşinde hâlâ ayakta olup kül tablasına bakan tipler gibi olamazdık.
Albümün tezahüratla karşılanmaması her şeyin bittiği anlamına mı geliyordu?
“We Love Life” dünyayı ateşe vermedi, ama asıl sessizlik 2002’de “Greatest Hits” albümünü yayınladığımızda geldi. Listelerde 71 numara gibi harika bir pozisyona yerleşti, sonra da ortadan kayboldu. Hassiktir yani! Kendi kendime “onurlu yolu seç” dedim. Emekli olduğumu düşünerek, Paris’e yerleştim.
Neden Paris?
Karım Fransız ve Fransa’ya yerleşmeyi o önermişti, bence de iyi fikirdi. 13 yıl Londra’da yaşadıktan sonra, pek fazla kişinin beni tanımadığı, benim de çok az kişiyi tanıdığım, telefonların habire “ne zaman albüm çıkarıyorsun?” diye çalıp durmadığı bir yerde yaşamak çok hoş oldu. Değişiklik hiçbir zaman çok hoşuma gitmemiştir, yine de Sheffield’dan Londra’ya geldiğim zaman olduğu gibi, Paris’te de yaşam enerjisi, itici bir güç buldum. Londra’da yazdığım şarkılar Sheffield’dekilerden çok farklıydı, aynı şey Paris için de geçerli. Paris’e gelmek benim için bir anlamda münzevîleşmekti, Londra’da içinde bulunduğum sosyallikten uzaklaşarak hakikaten sevdiğim şeylere eğitebilecektim, kitap okumak, müzik dinlemek gibi… Londra’da hayatım çok rahattı, hatta fazla rahattı, kıçıma bir tekme yemem gerekiyordu. Pekâlâ scientolog olabilirdim, ya da kafamı kazıtıp Krişna’cılara katılabilir veya bir tekno savaşçısı olabilirdim. Sonuçta daha mütevazı bir değişimi tercih ettim. Herhalde Paris’te kendimi hep bir turist gibi hissedeceğim; bir şeyler anlasam da, burası benim ülkem ve kültürüm değil. Uzun süre Londra’da da yaşadım, ama kendimi hep Sheffield’lı hissettim. Başka bir şehre gittiğinde, geldiğin yerle ilgili daha açık bir görüşe sahip oluyorsun. Londra’da hep Sheffield üzerine yazdım, burada da İngiltere’ye dair en net ayarı yakaladım. Bir dahaki sefere insan soyu üzerine daha global bir şey yazabilmek için aya gideceğim.
Biraz uzaktan bakınca, bugünün İngiliz rock sahnesini nasıl görüyorsun?
The Darkness gibi feci kötü grupları ve onların patetik heavy metal geri dönüşlerini kaçırdığıma çok memnunum, ama neyse, onlar zaten bittiler. Franz Ferdinand ve basının “yeni Brit-pop” kuşağı olarak adlandırdığı gruplar çıktığında, bir önceki kuşağın emekten olarak orada olmadığıma da memnunum. Bir ömre bir Brit-pop yeter.(gülüyor) Ne pahasına olursa olsun yenilik isteyen o cehennemî çemberin dışında olmak, insana hakikaten sevdiği şeyleri dinleme zamanı tanıyor. Ama yine de insanların gözünde, Pulp’ın başarısının üzerime yapıştırdığı “tipik İngiliz” imajının canlı örneği olmaya devam ediyorum.
(Roll)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder