30 Haziran 2012 Cumartesi

YAĞMUR YÜKLÜ ŞARKILAR


Uzunca bir tüneldeyiz. Kalabalığız. Gözlerimiz karanlığa alıştığından mıdır nedir, bir yere kadar etrafımızı seçebiliyoruz. Ucundaki ışığa ve dışındaki hayata özlem türküleri söylüyoruz, ama tüneldeki hayat için de şarkılarımız var bizim.

Bir nehir şiir gibidir hikayemiz ve biz bütün bunların toplamıyız.

Bir sanatçı için bütün mesele bu tünelde kendini ifade etmek midir yalnız? Öznel bir duyguyu aktarmak, başkalarına anlatmak mıdır bütün derdimiz? Şair sadece bunun için mi yazar şiirini, müzisyen bunun için mi dokunur gitarının tellerine?

Oysa biliriz ki, hayat daima ayrıntılarda atar. O ayrıntılar kulağımıza çok şey fısıldar ve şarkılar orada ritm ve sese dönüşür. Duygusunu hayatın içinden süzüp alan sanat, insana dair kaygısı olan sanattır. Hayatı sanata taşımak, onu notalarda damıtıp tekrar insanın yanına koymak güzeldir. Güzel, politiktir. Hayatı perdelemek, sanatını hayat karşısında bir itirafçı gibi kullanmak kötüdür. Kötü, politiktir. Bunun böyle olduğunu bilmek bile bir yük bindiriyor insanın sırtına. Haydi şimdi gelin de bu tünelde 25 yıldır süren bir yürüyüş hakkında kılı kırk yarmadan nasıl iki satır yazacağımı söyleyin bana.

Her sabah aynı saatte kalkıp “dokuz altı yollarına” düşülen, aynı iş bandında ömür tüketilen, ama “her şeye rağmen” büyük aşkların başlatıcısı “soluk soluğa” bir yolculuktan söz ediyorum.

Ekmeğimizi taştan çıkarmamız isteniyor bizden. Sıkıp suyunu içmemiz. Bunun için yırtıcı olmamız. Birbirimizi yememiz. Gösterip gösterip geri çektikleri dünyaya hep özenmemiz. Yeter ki tünel hayatını tağyir, tebdil ve ilga etmeyelim.

Memleket şartları başka türlüsünü kaldırmazmış. Ne yapalım? Daha fazla kazanmak için ikinci bir iş arayalım. Mesaiye kalalım. Her iyi ve uysal işçi gibi patronun okeylediği sendikaya girelim. Çocuğumuz yaz tatilinde su satsın, kaportacıda çalışsın, hafta sonu kuran kursuna gitsin, “güller perişan” olursa olsun. Akşam eve geldiğimizde, taksitlerini ödemekte olduğumuz TV’nin karşısına geçelim, orada bizim için tasarlanmış dizileri, magazin programlarını seyredelim. Yarım saat sonra tatlı bir uyku çöksün göz kapaklarımıza. Koltukta uyuya kalalım.
Şimdi bir müzik albümü hakkında iki satır yazmak için durup dururken neden bu mevzulara daldım ben? Neredeyse on günden beri Efkan Şeşen şarkıları dinliyorum.

Zikretmezsem dilim lal olacak: Efkan’dan başka Ezginin Günlüğü (Şivekar), Serdar Keskin (Her Şeye Rağmen), Feryal Öney (Güller Perişan), Hilmi Yarayıcı (Dokuz Altı Yollarında), Şevval Sam (Kotençur), Onur Akın (Sızı), İlkay Akaya (Her Şeyi Yakıyorum), Yavuz Bingöl (Vay Gelin), Mazlum Çimen (Yürekte Yaralar), Gülay (Ahuzarım), Düşbaz (Yüreğim Yangınlarda), Yasemin Göksu (Uzak Durma) ve Yaşar Kurt (Ölürüz de) var bu imecede. Kartonete daha hangi güzel isimler yazılacak, bilmiyorum. Ben bunları yazarken albüm henüz basılmamıştı çünkü.


Bitse bile yitmeyen bir aşk ve özlem sızıyor bu “şivekar” şarkılardan. Bir yöneliş, bir hesaplaşma, itiraz. Kaybedilen, geçen, arkasından bakılan. ‘Ayrılıklar da sevdaya dahildir’ demiş ya şair. Öyle. Varsın sular çekilsin kendine. Karşılıksız veren yürekte “yaralar türlü türlü” olsun. Belli ki bu “sızı” yine aşkla dinecek. Çünkü bu gece içimdeki “her şeyi yakıyorum” diyor duru ve dingin bir ses. Eskimiş, pörsümüş, yolunu şaşırmış ne varsa. Hepsini. Sonra?

Sonrası yağmur. Çünkü yürek hala yangınlardadır ve şimdi arınma zamanıdır.

Çizgisi, seyri, gidişi olan; teselli muhabbetlerin muhabbet olmadığını bilen, arı ve duru on dört şarkılık bir “ahuzar” albüm bu. Aşkla çıkılan yolculuk ve yolculukla başlayan aşk. Birkaç hamle yapıp geri çekilen bir ruh hali. Olmuyor deyip bırakan ve kabullenen değil, eldekini beğenmeyen ve yeniden denemeye niyetli “uzak durma” diyen bir ruh hali. “Günlerin kovalanan saatleri/ Senin için bir anlam taşımalı”. Baş edemezsek? Ölürüz be kömür gözlüm!

Ne söylendiği önemlidir elbet, ama ben müzikle söz arasındaki izdivaçtan söz ediyorum. Bu şarkıları bir de üzerine söz bindirilmemiş olarak dinleyebilseydim keşke. Şu kadar gündür neredeyse ezber ettiğim yağmur yüklü şarkılar bana bunları söyledi. Yani ben bu şarkıların yalancısıyım. Gerçeğini öğrenmek için mecburen Efkan’a birkaç soru sormamız lazım şimdi.


Albümde Efkan Şeşen dışında 13 isim daha var. Bunun hikayesi nedir?


Eski albümlerdeki sevilen eserlerden oluşan bir seçki oluşturup 25. yılda “best of” dedikleri bir albüm fikri vardı. Ancak, bu projede yer alan bir müzisyen arkadaşım ‘gel öyle değil de böyle bir şey yapalım ve bu bir dayanışma albümü olsun’ demekle kalmayıp o anda telefonuna sarılınca süreç başlamış oldu. Çeşitli müzisyen arkadaşlarla birlikte kotardığımız bu imece albüm böylece çıktı ortaya. Çok zor bir süreçti.


Nasıl toplanıldı, isimler nasıl saptandı? Hiç sitem gelmedi mi. ‘Neden gel bir şarkı da sen oku demedin’ diyen olmadı mı? 


Başlangıçta konuşulan ve görülen isimler oldukça fazlaydı. Çok önemli bulduğum bazı dostlar, süreç içinde görünmez oldular. Albümü çift CD olarak düşünmüştüm aslında. Teke düşürdük. Yani eşim Didar ile beraber. En başta onun ismini eledik. Sonra onunla beraber üç ismi daha. Mecburen. Görüştük, konuştuk. ‘Canın sağ olsun’ dediler. Bu arkadaşlarımın da kalbimdeki yerleri özeldir. Sağ olsunlar. Elediğimiz şarkıların stüdyo çalışmaları belli bir aşamaya gelmişti veya neredeyse bitmişti üstelik. Sonuçta, 25 yıl önce Grup Yorum ile başladığım müzikal yolculuğumun bir özeti olarak içimize fazlasıyla sinen bu mütevazi albüm çıktı ortaya. Daha önce Grup Yorum sürecinde yorumladığım “soluk soluğa” adlı şarkıyla katıldım albüme. Bu şarkının ismi zaten her zaman bir esin kaynağıydı benim için ve albüme de adını verdi. Bu imece albüme kimi arkadaşlar sesiyle katıldı, kimi ise artı olarak bütün stüdyo problemlerini halledip şarkıyı bitmiş olarak teslim etti. Yani tam bir dayanışma. Böyle bir imece az görülmüştür. Her şey yazılması gereken haneye yazılmıştır. Bütün dostlara minnettarım.


Bana bazen şiirimi kime yazdığım sorulur, ben de kendime yazdığımı söylerim. Yani şiirimin çıkış amacı kendi iç sıkıntımdır. Bazen öznel, bazen memleket hallerinden kaynaklı. Aynı soruyu ben sana sorayım. Sen bu şarkıları kime yazıyorsun?


Müziği yaparken nereye gideceğini hesaplamıyorum. İnsana ve bütün bir hayata belli bir bakışımız var bizim. Duygularımız orada şekil alır. O bakışı alırsanız geriye bir şey kalmaz zaten. Şarkılarımızda ve tabii ki şiirde o insani yan vardır her zaman. Genellikle benim şarkılarda müzik ile söz aynı anda oluşur. O andaki duygular beni nereye götürürse müziğe ve söze aynı dili konuşturmaya gayret ederim. Şiirde de şairin o anki duyguları var. Müziklerken önce şairi anlayacaksın, kendini onun yerine koyacaksın, o duyguya gireceksin. Kolay değil. Şarkılarda kim hangi yönden almaya değer ne bulursa onu alacak, kendine yoracak. Önemli olan, sizin hangi duygulardan beslenip insana hangi etkiyi yaptığınızdır.


Son bir soru. Dinlerken “keşke bu albümdeki şarkıların bir de enstrümantal CD’si olsaydı” dedim kendime. Gelecekte böyle bir ihtimal var mı?


Var elbette. Hem de nasıl. Islık albümleri bunun ısınma hareketleriydi zaten.



İbrahim KARACA (muhalefet.org)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder