HAYATA TUTUNMANIN BİRİNCİ UNSURU SANATTIR
Hükumetin tiyatroları özelleştirme girişimine, basın açıklamaları, yürüyüşler, toplantılar düzenleyerek karşı çıkan sanatçılar, eylemlerini Kadıköy Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda 7 gün 24 saat aralıksız devam eden Sanat Maratonu’yla sürdürdüler. Kesintisiz olması nedeniyle Türkiye’de bir ilki de gerçekleştiren sanatçılar, hafta boyunca tiyatro, müzik, şiir, dans gibi sanatın pek çok dalından performansları, sayıları her geçen gün artan izleyicilerle paylaştılar. “Korkuya karşı, özgür tiyatro” sloganıyla düzenlenen Maraton’u ve özelleştirme girişiminin tetiklediği tartışmaları, şehir tiyatrolarının olduğu kadar, sinema ve televizyonun da başarılı oyuncularından biri olan Serdar Orçin’le konuştuk.
Öncelikle sizin şehir tiyatrosu geçmişinizle başlayalım?
Ben ‘99 yılında girdim şehir tiyatrosuna. Girdim derken, ilk oyunumu ‘99 yılında oynadım. O tarihten beri şehir tiyatrosundayım. 2004 yılından itibaren de, kadrolu oyuncusuyum.
Bir süredir sadece ödenekli tiyatrolar değil, tüm bir sanat yaşamı tartışılıyor. Ödenekli tiyatroların yönetmeliği değişmesinden bağımsız, sizce aksayan, değişmesi gereken yönleri nelerdi? Yönetmelik değişikliği öncesinde de, sanatçılar olarak kendi aranızda tartıştığınız müdahale yöntemleri var mıydı?
Son söylediğin geçerliydi. Hep kendi aramızda konuşurduk. Evet bugün, “Tamam vazgeçtik aynen her şey eskisi gibi devam ediyor” dense, yine de aynı biçimde işleyen şehir ve devlet tiyatrolarının bugünden itibaren oturup her şeyi baştan düşünmesi gerekiyor. Bazen bir musibet, bin nasihatten iyidir vesilesiyle. Keşke böyle bir şey olmasaydı ama bizim zaten oturup bir düşünmemiz gerekiyordu. Bunun değişmesi ve yenilenmesi gereken durumları vardı ama önceden uygulana gelen şeylerin devam etmesi sebebiyle, bunlar bir türlü yenilenemiyordu. Bugün itibariyle “Eskisi gibi devam etsin” deseler, bizim önce kendimize bakmamız lazım. İşleyişi değiştirmek adına. Birinci şey, yönetmelik adına adımlar atmaktır. “Kimse çalışmıyor”, “Gelen parasını alıyor” gibi şeyler tamamen şehir efsanesidir. İstisnalar vardır. Özellikle şehir tiyatrosu adına söyleyeyim. Şehir tiyatrosunda bugün 200-250 civarında oyuncu kadrosu vardır diyelim. Bu işin bir fiziki koşulları vardır, bir de işleyiş biçimi vardır. Mesela, bir insan sezonda bir oyun oynamıyarsa, çalışmıyor anlamına gelmez. Her iş kendi içinde değerlendirilir. “Çalışmadan bunlar para alıyor” asla doğru olmayan bir şey. Tam tersi üç ayrı oyunda oynayan, aynı zamanda hem çocuk oynayan ve hem yeni bir oyunun provasında oynayan insanlar da var ve bu çoğunluktur. Bunun seyircinin bilmesini, takip etmesini bekleyemeyiz. İçerden bir bilgi olduğu için. Bu da değişmeli. Bir oyuncu, bir sezonda üç oyun oynamamalı. Ama bir oyuncu üç yıldır tiyatroya uğramamış da olamaz. Böyle bir durum söz konusu değildir.
Hesaplaşmamız Gereken Yüzlerce Konu Var
Devasa bütçelerden bahsediliyor ya, geçen bir hesapla karşılaştım. Yılda onlarca savaş uçağı alınıyor. Bir F35 savaş uçağı, bizim iki yıllık tiyatro bütçemize denk geliyor. Bu durum çok trajik değil mi?
Adaletsiz bir durum tabii ki. Şimdi “güvenlikle sanatı nasıl değerlendirirsiniz” der büyük ihtimalle yöneticiler. Bizim dış güvenliğimiz ne kadar önemliyse, ruh halimiz, kendimizle hesaplaşmamız, bizim birbirimize söz söyleme alanlarımız da ruh sağlığımızla ilgili bir durum. “Yemek yiyoruz karnımız doyuyor” deyip yatıp uyuyamayız. Bizim duymamız, hesaplaşmamız gereken onlarca, yüzlerce konu var. Nasıl paylaşacağız bunları? Sanatla yapacağız. Almanya o kadar doğru bir örnek ki, yerle yeksan edildikten sonra yapılan ilk çalışma, tiyatroları tekrar hayata geçirmek. Çünkü insanların hayata tutunmasının (Yemek yemekten sonra) birinci unsuru paylaşımdır.
Eylemlerinizin şiarı olan “Korkuya karşı özgür sanat” sözündeki korku, hangi korkudur? Burada mı aramak lazım o korkuyu?
Sadece orada değil tabii ki, her alanda yaşanan bir şey aslında. Her sektörden insanlar, uğradıkları uygulamalar yüzünden mağdur durumdalar. Bunu ta en başından alalım. Bizim çok önemli başka sorunlarımız da var. Adalet sistemi mesela, buradaki aklı başında on tane adama sorun, adalet sistemi konusunda rahatsızlığı vardır. Yaşanan şeylerden dolayı tereddütleri vardır, “Neler oluyor arkadaşım” diyor herkes. İnsanlar yeterli delil olamadan içeriye alınıyorlar. Hâlâ daha yazdığı ama yayınlanmamış bir kitaptan içeriye alınıyorlar. Onun kılıfı başka bir şeye dönüştü. Sonuçta yargıda bir sorun var. Eğitimde de bir sürü sorun var. İki, üç tane sınav iptal oldu. Biz o kadar şey bir hale geldik ki, unutuldu. Sürekli batıyı örnek almamız gerekir diye örnek verir devlet adamları. Tüm bu yaşananlardan ötürü istifa eden bir yönetici görmedim daha. Yolsuzluklar oldu kimse sorumluluk almadı. Bırakın bakanı, bir milletvekilini, istifa eden bir müdür bile görmedim ben. İşlediği bir vukuat yüzünden görevinden alınan insanlar, üç beş ay sonra başka bir yere terfi ettiriliyor. Biz böyle bir durumdayız artık. Bizim alanımıza el atıldığı için biz de böyle gösteriyoruz tepkimizi.
Muhalefet Eden Oyunlar Yok Oldu
Tepkinin geç geldiği eleştirilerine ne diyorsunuz?
Kişisel fikrim, aynayı biraz kendimize tutmamız gerekiyor. Bu güne kadar gelen tüm bu olaylara sanatçılar olarak gözle görünür tepkiler vermedik. Ama protesto, sokaklara çıkmak, illa açlık grevi yapmak değildir. Bizde protestolarımızı koyduğumuz oyunlarla dile getirdik. Herkesin tepkisi doğal olarak farklıdır. En büyük silah ellerimizdedir aslında. Birisi çıkıp “Bunlar müstehcen oyunlar oynuyor” dediğinde, bütün o süreç kimsenin aklına gelmiyor. Mevcut iktidara muhalefet etmiş, yaşanan sorunları bir vesileyle anlatmış oyunlar yok oldu gitti. Biz de, “Müstehcen oyunlar oynayan” sanatçılar olduk bir anda.
Başbakanın dayanak yaptığı şeylerden biri de buydu. Sizleri halktan kopuk olmakla, hatta halkı aşağılamakla suçladı. Bu söylem, var olan mesafeyi büyütür mü? Bu etkinlikler, bu açığı kapatır mı? Böyle bir gözleminiz var mı?
Başbakanın söylediği şeyler kabul edilebilir değil. Şöyle mümkün değil; Başbakan en son ne zaman tiyatro izledi hatırlamıyorum. Üstün ahlaki değerlerin anlatıldığı gösteriden bahsetmiyorum. Yorumlanmış bir tiyatro metnini en son ne zaman izledi acaba? Gerçekten insani olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bir oyunla ilgili fikrini duymak isterim. Ben ona oy veren insanlarla Başbakanı aynı kefeye koymuyorum. Son yıllarda, iktidarda olmanın da verdiği öz güvenle, onlara oy verenler dışarıya çıktılar. Sosyal hayata katıldılar. Bundan şikayetçi miyiz? Asla. Tam tersi. Bundan on yıl önce türbanlılar tiyatrolara girmeye başladılar. Elbette bunları konuşacak değiliz. Bunları söylemekten bile utanıyorum. Ne demek? Ne münasebet? İyi ki dışarı çıktılar. Artık onlar da tiyatrolara geliyorlar, onlar da paylaşıyorlar. Keşke daha fazla olsa. Dini seçim ne kadar özgürse, insan her türlü aktiviteye katılmakta özgürdür. Dolayısıyla Başbakanın söyledikleri, tiyatroya gelen insanın söyledikleri değil.
Her Şey Gelip Sandığa Dayanıyor
Çok hızlı unutan bir toplum haline geldik, gündemimiz çok hızlı değişiyor. Bu hızın içinde derdimizi anlatabiliyor muyuz?
Yaşanan hadiseler unutuldukça, unutturuldukça bir sonuç almanın zor olduğunu düşünüyorum. Çünkü bütün bu olan olayların sonucunda her şey gelip sandığa dayanıyor. Sandıkta bir şeyler değişmediği sürece, bunların değişmesi mümkün değil. Şunu demek istemiyorum; “Mevcut iktidar gitmedikçe, olmaz” demiyorum. İktidarlar gelirler ve giderler. Sivil iradeyi ele alacak, sivil kuruluşları güçlendirmemiz lazım. Bunun için Ak Parti’nin yaptığı gibi çok dallı budaklı, kılcal damarlara kadar uzanan meşakkatli, inançlı ve özverili çalışmak gerekiyor. Onların yaptığı başarıyı kimse reddedemez, yok sayamaz. Gerçekten o şeyleri gösterebilmek için, çalışmak ve sivilleşmek gerekiyor. Eminim, aynı fikirde olmadığı halde onlara oy veren birçok insan vardır. Düzenlerinin bozulmasını istemedikleri için. Çünkü bir şekilde işleri yolunda gidiyordur ve Türkiye’nin kaosa girmesi insanların belini bükecektir.
AKP bu yüzden mi hala önde? Ekonomi mi temel etken?
İş dönüp dolaşıp buraya geliyor. İnsanlar tepki göstermekten şunun için korkuyorlar: “Ailem var, çocuğum, eşim var. Ekonominin kötüye gitmesini istemiyorum.” Son derece birinci aşamadan düşünüyor, yarınını düşünecek durumu yok.
Sanatçı Coşkuya Sevk Eder
Sanat Maratonu yeni bir eylem biçimi. Maratona ve aldığı tepkilere ilişkin ne söylersiniz?
Şimdi eskisi gibi ölümüne mücadele etmek, meydanlarda vurulmak falan, bunlardan uzaklaşmak gerekiyor. İnsanlar mücadele etmenin böyle bir şey olduğunu düşünüyorlar. Bizim yakın tarihimizde çok büyük acılar var. İnsanlar bir şeye itiraz ettiğinde zarar görecektir, ki hâlâ görüyorlar ama bunun bir talep olduğunu, bunu 5, 10, 100 kişi yaptığında bir anlam ifade ettiğini idrak etmeleri gerekiyor. Etmedikleri zaman korkuyorlar. Biz “Korkuya karşı özgür tiyatro” derken, söylemek isteyip de söyleyemediği şeyleri söylüyor tiyatro. Sanki yaşanan olaylar başka bir ülkede geçiyormuş gibi söylendiğinde hoşuna gidiyor, bundan tatmin oluyor. Sahnede gördüğü şeyle aynı fikirde aslında. Salondan çıkarken hadi “Bununla ilgili gösteri yapalım” de, seni avucu patlayana kadar alkışlayan seyircileri bulamazsın yanında. Bundan başka nedir korkuya karşı özgür tiyatro? Halbuki kendine taraftar aramıyorsun ki sen orada. Hiçbir tiyatrocu “Gelin benimle birlikte olun” dememiştir bu güne kadar. Bu durum sadece tiyatro için geçerli değildir. Bütün sanat dallarında vardır. Sana bir fikirden bahseder sanatçı. İster kabul et, ister etme. Seni büyük bir coşkuya sevk eder. Bundan sonrası sanatçıya ait değildir. Bir fikir olarak evrene çıkmıştır. Ve onu üreten bile, onu uzaktan bakarak seyreder.
Dolayısıyla korkuya karşı özgür tiyatro fikir ve tepki verebilme özgürlüğüdür. Bu ülkede ne yazık ki fikrini söyledi diye, dilini konuştu diye, ibadetini yaptı diye, çocuğunu aradı diye insanlar cezalandırıldılar. Bir kişi sorumluluk almıyor. Sorumluluğunu hükmeden insan hapishanesini seçti. Yani elmaları ve armutları karıştırmak istemiyorum burada. Birbirlerine çok bağlı şeyler aslında bunlar. Korku cumhuriyeti sadece bu iktidara ait bir şey değil. Bizim toprağımızda ne yazık ki hep var olan bir şey maalesef. ‘50’lerde ‘60’larda ‘70’lerde bir özgürlük furyası hep eser gibi oldu, onlar da çok kısa sürdü. Ama bugüne kadar “iktidara gelince hepinizi susturacağız” deyip de iktidara gelen bir parti olmamıştır. Kaldı ki Demokrat Parti gibi bir partimiz de var ve nelere mal olduğunu biliyoruz.
* Söyleşi
Ayşen Güven tarafından yapılmıştır ve Evrensel gazetesinde yayınlanmıştır.
-------------------------------------------------------------------------------------
NAZIMLA CAZI YAŞAMAK
Nâzım Hikmet'in şiirlerini caz müziğine uyarlayan Defne Şahin, onun şiirlerinde en çok özgürlüğe duyular özlem, doğa ve kardeşlikten etkilendiğini söylüyor.
“Sesimin en güçlü enstrümanım olduğu kanısına oldukça erken vardım”diyen Berlinli caz şarkıcısı Defne Şahin, mayıs ayında çıkardığı ilk albümü“Yaşamak – To live with the words of Nazım Hikmet” kapsamında Türkiye turnesine çıkıyor.
Küçük yaşta piyano, perküsyon, gitar eğitimi almaya başladıysa da o kendi sesine kulak vermiş ve Berlin’deki Güzel Sanatlar Üniversitesi ve Barselona’daki Escola Superior de Música de Catalunya’da Caz Şanı okumuş.
Nâzım şiirlerini yorumladığı, Kalan Müzik’ten çıkan, on iki şarkının bulunduğu albümde iki Zülfü Livaneli bestesi dışında tüm besteler Şahin’e ait:
“Albüm çalışmalarına başlarken, etkilenmemek ve kendi fikir ve düşüncelerimi sınırlamamak için bu şiirlerin başka bestelerini dinlememeye karar verdim. Ama bu şiirlerin başka müzisyenler tarafından da bestelenmiş olduğunu biliyordum ve sonrasında da tabii ki dinledim. Galiba Nâzım’ın bazı şiirlerini caz tarzında ilk defa ben besteledim.”
Goethe Enstitüsü’nün desteklediği turne kapsamında Şahin’le birlikte sahnede olacak müzisyenler ise; New York ve Berlin’de yaşamını sürdüren Can Olgun (piyano), Simon Quinn (bas) ve Martin Krümmling (davul).
- Nâzım Hikmet şiirleriyle ne zaman tanıştınız? İlk albüm için neden Nazım şiirlerini tercih ettiniz?
Beş yaşındayken Nazım’ın “Dünyayı Verelim Çocuklara” şiirini ilk defa dinledim ve çok etkilendim. Türkçe şiirler bestelemeye karar verdiğimde ilk aklıma gelen şiir de bu şiir oldu.
Nâzım Hikmet Almanya’da Türkiye’deki kadar bilinmiyor, dolayısıyla şiirlerini daha çok Zülfü Livaneli ve Cem Karaca gibi sanatçıların şarkılarıyla tanıdım. Ancak Nâzım’ın ilk şiirini besteledikten sonra, bilinçli bir şekilde Nâzım’ın yazıları arasında besteleyebileceğim sözler arayışına girdim. Bestelemek istediğim birçok şiirinin bulunduğunu anladıktan sonra da bir albüm yapmaya karar verdim.
Nâzım’ın yazılarının beni en çok etkileyen yanı ise özgürlüğe duyulan özlem, doğa ve kardeşlikten bahsediyor olmaları.
- Hiç yayınlanmamış bir Nazım kaydı var albümde. Albümde yer vermeye nasıl karar verdiniz?
Kalan Müzik’in değerli sahibi Hasan Saltık albümümü dinledikten sonra bana Nazım’ın bu kaydını albümümde yer vermem için armağan etti. Bu, hayatımda şimdiye dek aldığım en güzel ve en önemli armağan idi. Nâzım’ın sesinin hiç yayınlanmamış bir kaydının benim sesimin yanında yer alması benim için gerçekten büyüleyici.
- Julia Hülsmann albüme giriş yazısı yazmış. Kendisi Nâzım Hikmet’i sizinle mi tanıdı?
Julia Hülsmann Almanya’nın en tanınmış caz piyanistidir ve kendisi bugüne kadar birçok şiiri bestelemiştir. Hülsmann’dan aldığım piyano ve beste dersleri sayesinde ben de şiir bestelemeye başladım ve tabii ki bu çalışmalar kapsamında da kendisi benim vasıtamla Nâzım’ın bazı şiirleriyle tanıştı.
- Bundan sonraki albüm için neler düşünüyorsunuz?
Çeşitli projeler üzerinde çalışıyorum, bunlardan bir tanesi Berlin ve İstanbul’da yaşayan bazı müzisyenleri bir araya getirerek değişik müzikal kökenlerinin sentezini sağlamayı amaçlayan berlinİStanbul projesi. Ayrıca New York’ta çalacağım besteler üzerinde çalışıyorum. İlk önce hangi projemin bir albüm kapsamında geçekleşeceği önümüzdeki aylarda netleşecek.
* Röportaj Ayşegül Özbek tarafından yapılmıştır ve Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmıştır.
-------------------------------------------------------------------------------------
'DEVRİMCİ OLACAĞIM' DİYORDUM KÜÇÜKKEN
'Suskunlar' dizisinde İbo olarak izlediğimiz Murat Güven Akpınar, "Dizide anlattığımız sıkıntılar bu memlekette yaşanıyor. Çünkü bu ülkede çocuk olmak zor" diyor.
Her sokak arasında büyümeyi bekleyen çocuğun aksine, tek bir günde ‘büyüyen’ Kuyudibi’ndeki dört arkadaşın hikâyesi, ‘Suskunlar’ dizisinde kalbimize çarpıyor bir süredir. İstemeden sebep oldukları bir kaza neticesinde Döngelli Çocuk Cezaevi’ne gönderilen bu dört çocuğun orada maruz kaldığı fiziksel ve cinsel şiddet, dizinin yayına başladığı günlere denk gelen Pozantı skandalıyla daha çok konuşulur olmuştu. İşte o çocuklardan biri ‘ıska’ lakaplı, hiç büyümemiş bir çocukadam olan İbrahim. Karaktere hayat veren ise genç oyuncu Murat Güven Akpınar. Akpınar ile kendisini yakından tanımak ve ‘Suskunlar’ı konuşmak için bir araya geldik…
‘Suskunlar’ın ilk bölümü çocukluklarını unutmaya söz vermiş dört arkadaşın, ‘o günler’i hatırlamasıyla başlamıştı. Çocukluk unutulur mu?
Mümkün değil. Bütün yaşadığım, o güzel çocukluğuma bağlı benim. Kars’ta doğdum. Sabah 08.00’de daha kahvaltı etmeden sokağa çıkıyordum top oynamaya, gece 01.00’de zorla sokuyorlardı eve. Nasıl unutabilirim o zamanları? Eğlenceli ve özel günlerdi.
Oyunculuk nereden çıktı peki?
Aslında psikoloji okumak istiyordum. Ama futbolla da aram iyiydi. Ne oldu hiç hatırlamıyorum, “Tiyatroya gideceğim” dedim. Babam iki ay küstü bana futbolu bıraktım diye. Sonra Kartal Sanat Tiyatrosu’na gittim. İlkokul beşinci sınıftayken beni okul tiyatrosuna almışlardı bu arada, Reha Muhtar taklidi yapıyorum. Oyunculuk çok eğlenceli de çok da sakat...
Neden sakat?
Gerçek karışıyor. Seninle ben sosyal kişiliğiz, birbirimize karakterimizi oynuyoruz şu an bu masada. Sonra bir de çıkıp sahnede oynuyorsun. Gerçek hangisi?
Şizofrenik bir tarafı mı var yani oyunculuğun?
Tabii ki var. Ben o sınırı gördüm. Gidersen kafayı çiziyorsun, gitmiyorsan oyun oluyor bu. Oyuncak gibi bir şey oyunculuk. Evcilik tarafını seviyorum ben, o kadar ciddiye almayı başaramadım, iyi ki de başaramadım.
Kartal S. Tiyatrosu’ndan sonra?
‘Suskunlar’dan önce de ‘Bizim Yenge’de oynamışsınız...
Evet, harika insanlar tanıdım orada. ‘Suskunlar’ seti için de aynı şey geçerli. Set çalışanlarını da çok seviyorum, oyuncular da şizofren değiller neyse ki. Konservatuvarda ve onun çevresinde çok acayip insanlar gördüm çünkü.
Niye acayipler?
Bu ego durumu fazla ya bu oyunculukta, başarırsan iyi de, başaramazsan çok kötü. Başarı çok kötü bir kelime bence. Ne getiriyor onu da bilmiyorum. Şimdi çekip gitsem, bir tane kasabada yaşasam başarı değil ama güzel bir hayatım olurdu bence.
İlla başarmak gerekmiyor yani…
Tabii ki. Ama insanoğlu öyle değil işte, bir şey yapmak zorunda hissediyor kendini. Canı ekmek çekiyorsa, gidip ekmek almak zorunda, yoksa mutsuz olur. Ya da ‘Suskunlar’daki gibi canı baklava istiyor. Gidip alıyor çocuk baklavayı, sonra başına gelmeyen kalmıyor.
‘Suskunlar’da baklava çalan çocukları da hatırlıyoruz, çocuk cezaevi sahneleri dolayısıyla Pozantı ve türevlerini de… Dizinin bir misyonu olduğunu düşünüyor musunuz?
Kesinlikle. Üçüncü bölümü çekiyorduk, acaba ajitasyon yapıyor muyuz diye düşündüm. Bir kere senaristimiz Pınar (Bulut) öyle biri değil. İkincisi, ‘Duvar’ filmini izleyeyim dedim. 13 dakika izleyebildim, omuzlarıma bir ağırlık çöktü. Var böyle sıkıntılar bu memlekette. Sokakta da oluyor, sadece hapishaneye de gerek yok. Çünkü bu ülkede çocuk olmak zor. Çocuklar çok güzel şeyler ve biz onlar için bir sorumluluk taşıyoruz. O yüzden bu kadar özeniyoruz işimize. 7/24 çalışıyoruz. O 90 dakikayı doğru dolduruyoruz.
İzlerken zorlandığım sahneler oluyor. Sizde oynarken durum nedir?
Garip hissediyoruz, bizim için de kolay değil. (Yönetmen) Umur Hoca (Turugay) şöyle dedi: “Bu çocuk (İbo) bir olayda geriye gittiğinde yani eskiyi hatırladığında sallanmaya başlıyor”. O beni o kadar üzdü ki ne hissettiğimi kelimelerle anlatamam sana. Sonra anladım ben o çocuğu… Mesela 10. bölümün senaryosu geldi, okudum, üç gün ağladım. Soruyor insanlar ne oldu diye, nasıl anlatacaksın onlara? Oyuncu olarak bir karakteri canlandırıyorsun ve o karakter hayatının çok önemli bir parçası oluyor. Senaryoyu okurken gerçek gibi geliyor, içini yiyip bitiriyor o şiddet. İşte oyuncu olmak böyle pis bir şey. Ruh halimizi çok etkiliyor yani.
Bazı bölümlerde patlatıyorsunuz bir Ahmet Kaya şarkısı…
Evet, çok seviyorum Ahmet Kaya’yı… Bence bizim dizide devrimci bir taraf var, çok hoşuma gidiyor. “Devrimci olacağım” diyordum çok küçükken. Odamda Yılmaz Güney’ler, Deniz Gezmiş ’ler… Bu arada Ahmet Kaya yüzünden bizi izlemeyenler varmış, lütfen izlemesinler!
Ama onun için izleyenler de var...
Var. Ahmet Kaya duyulması gereken bir insan. Duymayanlar, kulaklığını kapatanlar üzülsün. Ahmet Kaya çalmamız, bu devrimci tarafımız hoş.
Bence dizide sık sık şu sorduruluyor: Adaleti kim verecek?
Adalet var mı onu bilmiyorum ki. Nerede adalet? Adaletle ilgili hiçbir şey bilmiyorum bu ülkede.
Akpınar hakkında kısa kısa…
*Aslen Ardahanlı. Annesinin memleketi Kars’ta doğmuş, büyümüş.
*Playstation oynamayı çok seviyor.
*Konservatuvara üçüncü denemesinde alındı.
*Sabahı, gün ışığını görmeden uyuyamıyor.
*Kendi sorununu kendi çözmek istiyor hep. “Bir tanıdığım, ‘Hayat bazen durup kendi başını okşamaktır’ der. Ben de bunu yapıyorum”.
* ‘Suskunlar’a kabul edildiği haberi, Uğur Yücel ’le çekeceği bir filmin okuma provası sırasında gelmiş. Haliyle filmin kadrosundan çıkmış.
* Röportaj İpek İzci tarafından yapılmıştır ve Radikal gazetesinde Yayınlanmıştır.
-------------------------------------------------------------------------------------
APOLAS LERMİ: 'O DERE ÇAĞLAMAZSA HEPİMİZİN GÜNEŞİ SÖNER'

Karadeniz’deki doğa katliamlarına, HES’lere ve baskılara karşı 24 sanatçıyı bir araya getirerek “Diren Karadeniz” adlı şarkıyı ortaya çıkaran Apolas Lermi ile “Diren Karadeniz” projesini ve Karadeniz’i konuştuk.
Geçtiğimiz haftalarda çıkan ve çok büyük ilgi gören “Diren Karadeniz” şarkısını ve klibini, parçanın sözlerini yazan ve seslendiren isimlerden olan Apolas Lermi ile konuştuk.
“Ruhumuzu Yok Etmek İsteyen Her Türlü Saldırıyı Kınıyoruz”
Öncelikle böyle bir çalışma fikri nereden çıktı?
Bu çalışma 4 sene önce Trabzon’da yaşanan çeşitli olaylara tepki amacıyla düşünüp yazmaya başladığım bir çalışmadır. Yaklaşık bir senede sözlerini yazdığım bu şarkıda, Trabzon’un Tonya İlçesindeki HES karşıtı eylemlerden bazı konuşmaları da kullandık. Bir sene önce çıkan “Kalandar” isimli albümümde yer alan bu şarkı, sevgili arkadaşım Selçuk Balcı'nın klip önerisiyle şu anki halini aldı.
“Diren Karadeniz” türküsünü söyleyen 24 sanatçı var, bu sanatçıları nasıl bir çağrıyle bir araya getirdiniz?
Şarkının içeriğindeki konulara duyarlı olacağını düşündüğümüz bütün isimleri projemize davet ettik. Karadeniz kökenli sanatçılar bizim için öncelikli oldu. Çünkü Karadeniz’in bu birlikteliğe uzun zamandan beri ihtiyacı vardı. Bu anlamda da bir ilki gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşıyoruz.
Dünyanın en güzel ve uzun sahillerinden olan Karadeniz sahili, “Karadeniz Sahil Yolu” projesi ile talan edildi. HES projeleri Karadeniz’in dört bir yanını sardı. Karadeniz’in doğasını ve insanını hedef alan bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Karadeniz insanını anlamak için o doğayı tanımak gerektiğini düşünüyorum. Bizim karakterimizin temelinde o coğrafya vardır. Yağmuruyla, sisiyle, güneşiyle, deniziyle şekillenir ruhumuz… Bu nedenle ruhumuzu yok etmek isteyen her türlü saldırıyı kınıyoruz.
“O Dere Çağlamazsa Hepimizin Güneşi Söner”
Karadeniz’in dört bir yanında süren bu talan projelerine sizin hazırladığınız klipte de görüldüğü üzere başta Karadenizli kadınlar olmak üzere büyük bir direnç gösteriyor. Bu direnci ve mücadeleyi nasıl karşılıyorsunuz? Kısaca sizinde yapmış olduğunuz “Diren Karadeniz” çağrısının Karadeniz’de büyük bir kararlılıkla gerçekleştiğini söyleyebilir miyiz?
Karadeniz kadını her zaman güçlü olmuştur. Bu mücadelede önde olmalarını ben biraz da doğayla kurdukları ilişkiye bağlıyorum. Çünkü toprağın, suyun, güneşin dilini onlar daha iyi biliyor. Onların teriyle yeşeriyor tarlalar. Eğer bu dil yok olursa neler olacağını da en iyi onlar bilir. Umarım hiç susmazlar.
“Diren Karadeniz”in ardından aldığınız olumlu tepkiler nasıldı? Klip çalışmanızdan ve “Diren Karadeniz” çağrınızdan rahatsızlık duyanlar var mı?
Bu çalışma albümdeki haliyle bireysel anlamda beni çok yalnızlaştırmıştı. Ama şimdiki haliyle genelde olumlu tepkiler alıyoruz. Bazı konularda endişeleri olan insanlar biraz mesafeli dursa da bu şarkı aslında onları anlatan bir şarkıdır. Bu endişelerini onlara dayatılan yanlış eğitime bağlıyorum. Hepimiz aynı toprağın çocuklarıyız ve o dere çağlamazsa hepimizin güneşi söner.
* Röportaj soL'dan alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder