3 Ağustos 2012 Cuma

KİLLİNG, KIZIL MASKE, ZORO, RİNGO, CASUS KIRAN VE YILMAZ ATADENİZ - Mesut KARA

1980’ler dünyadaki büyük değişimin başlangıç yıllarıydı. İki kutuplu dünyanın Soğuk Savaş yıllarında yapılan hazırlıklar, büyük dönüşümlerin hazırlayıcısıydı fakat biz o günlerde bundan habersizdik. Toplum mühendisleri işbaşındaydı ve küresel altüst oluşların hazırlıklarını tamamlıyordu.

Hayat katarı bilinmeze ve kötücül bir geleceğe yol alırken, biz ölümlü dünyalılar yaşanacak acıların, trajedilerin, bizi bekleyen karanlık günlerin, yaşanacak dönüşümün ayırdında değildik. En zekilerimizden, düş gücü en sınırsız olanlarımızdan bir kurul oluştursaydık bile yaşanacakları tasarlamaya gücümüzün yetemeyecek olduğunu acı deneylerden sonra anlayabilecektik.

Bir Eylül sabahıydı. Farklı beklentiler içinde, güzel düşlerle uyanmıştık güne. Oysa gün teslim alınmıştı karanlıkta. Sura üflenmişti nefes. Büyük efendinin ‘bizim oğlanları’ tanklarıyla, tüfekleriyle, bütün acımasızlıklarıyla kuşatmıştı sokakları. Hayatlarımızın da, güzel gelecek düşlerimizin de kuşatıldığını anlayamamıştık o an ve yine farkında değildik yaşanacakların. ‘Yeni Dünya Düzeni’nin ve yükselen değerlerin toplum mühendisleri çalışıyor; mizahtan edebiyata, sinemadan hayatın her alanına kadar duygular, tercihler, bilgiler, bilinçler değişiyordu.

Tüm bunlar yaşanırken Yeşilçam sineması ve seyircisi salonlardan çekilmiş, televizyona taşınmıştı. Filmlerle birlikte sanki iyilikler de çekiliyordu hayattan. Sonu belirsiz bir maceraya sürükleniyordu dünya. Kötüler, tüm insani değerleri ve insanları ezmeye girişmişken, bir adam dünyayı kurtarmaya kalkışmıştı sessiz sedasız. Hepimizin çok yakından tanıdığı, sevdiği bu adamın dünyayı kurtarma çabalarından habersizdik o günlerde.

Boğaziçi Üniversitesi Sinema Kulübü’nün esefle sunduğu Cüneyt Arkın filmi ‘Kara Korsan’ ve iftiharla sunduğu ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ gösterimleri yeni bir keşfin başlangıcı oldu. Yeni kültürle yetişen genç kuşak, 90’lı yılların ortalarında başlayıp bugünlere dek süren bu keşif ve televizyonda gösterilen Yeşilçam filmlerinin etkisiyle yeni eğlencesini, mizah malzemesini bulmuştu. Yeni mizah malzemesi ve güldürünün yeni yükselen değeri Yeşilçam’ın B filmleri, çöp filmleriydi ve bunun yeni adı da fantastik sinemaydı.

Zamanında büyük kentlerde seyirci karşısına çıkamayan fakat Anadolu’da, taşrada büyük işler yapan bu filmler gençliğin yeni eğlencesiydi. Alaycılıkla, mizahla, dalga geçmeyle başlayan bu keşif zamanla sevgiye, benimsemeye ve beğeniye dönüştü. Bu, yeni-genç sinema seyircisinin beğeni çıtasını da belirliyordu. ‘Arabesk’ ve ‘Kahpe Bizans’ filmleri bu beğeniye karşılık gelmişti.

Yeni kültürle yetişen genç kuşağın mizah anlayışını, beğeni seviyesini belirleyen diğer etken de döneme denk gelen yeni anlayışlarıyla yeni mizah dergileri olmuştu. Gırgır’dan Hıbır’lı, Limon’lu, Leman’lı günlere geldiğimizde artık hayat 50’li yaşlarına gelmiş olan bizim kuşağın algılamakta zorlanacağı denli dönüşmüştü.

‘Türk işi’ fantastik filmlerin ve yönetmenlerin yeniden keşfedilmesiyle Yılmaz Atadeniz de gündeme geldi ve genç seyircinin ilgi odağı yönetmenlerden oldu. Filmleri elden ele dolaştı, kafelerde, sinema etkinliklerinde tekrar tekrar gösterildi. Yurdışında dergilere haber oldu. Yedi sayfa haber yapan Video Watchdog sinema-video dergisi, “Türk sinemasının Süpermen”i diye tanımlamıştı Yılmaz Atadeniz’i. 2002 yılında da kendisiyle söyleşi yapan bir Amerikan dergisi on sekiz sayfa haber yapmıştı.

‘AĞZIMDAN PAYDOS KELİMESİ ÇOK AZ ÇIKAR’

Yılmaz Atadeniz, ilginç filmlere imza atmış ilginç yönetmenlerden. Kendi deyimiyle adı ‘avantürcüye’ çıkmıştı o yıllarda. ‘Killing’, ‘Kızıl Maske’, ‘Zoro’, ‘Ringo’, ‘Casus Kıran’ gibi çizgi-romanları sinemaya aktarmıştı:

“İlk ‘Killing’i ben çektim. Ses dergisine kapak oldu hatta. Bir gazete ilavesinde ‘Killing’i resmediyorlar, çok ilgi görüyor. ‘Bunun filmini yapmak lazım’ dedim. 1967′de Atadeniz Film’i kurdum. ‘Killing İstanbul’da ve ‘Killing Uçan Adam’a Karşı’ isimleriyle iki filmi içiçe çektim. Yıldırım Gencer, Kilink’i oynuyordu, bütün oyunculara da iki film parası verdim. Hasılat rekorları kırdı. Bütün zenginliğimi bu filme borçluyum. Etiler’deki katımı o filmin parasıyla almıştım. Ondan sonra ‘Kızıl Maske’yi, Atadeniz Film olarak ilk ben Çetin İnanç’a çektirdim. ‘Çelik Bilek’i de ona yaptırdım. ‘Casus Kıran’ı çektim. O da çizgi-roman kahramanı. ‘Zoro Kamçılı Süvari’, ‘Zoro’nun İntikamı’, ‘Ringo Vadiler Aslanı’ ve ‘Ebu Müslim’i çektim. Bu dört filmi aynı anda çektim. Melih Gülgen yanımdaydı. O filmlerle Melih yetişti.”

Başka ilkleri de var Atadeniz’in. Müjdat Gezen’in, Emel Sayın’ın ilk filmini ve Sadık Şendil’in ’7 Kocalı Hürmüz’ filmini de ilk o çekmişti.

“Benim ağzımdan paydos kelimesi çok az çıkar. Çünkü parasal yıkıntıları biliyordum. ‘Yedi Dağın Aslanı’ diye bir film çekiyordum. Yıldız Parkı’ndayız. Kalabalık bir kadro; Yılmaz Güney, Nebahat Çehre, Sevda Ferdağ, Tuncer Necmioğlu, Cahit Irgat, Erol Taş, Kadir Savun, Cahit Irgat, Danyal Topatan oynuyor. Sahne şu; Sevda, Bizans Prensesi; bir eşkıya grubu Sevda’ya hücum ederken kahramanlarımız kurtaracak. Yılmaz’la Sevda arasında kontak başlayacak. Atlara bindiler, Yamtar gelirken, atların üstünden Kadir Savun bir havalandı, küt diye düştü yere ve söylenmeye başladı. Erol Taş’la Danyal Topatan ‘ne söyleniyorsun, bir kere belediye senden şikâyetçi, çukur açtın’ dedi. ‘Ben ata binmiyorum’ dedi Kadir. Hikâyeyi değiştirdik, atlardan hızlı koşan adam oldu. İkinci atlı gelirken Nebahat’in atı parladı. Nebahat atıyla beraber arkaya kaykıldı, at aşağıya, ağaçlara dalacak. Ayağı özengide, düşünce aşağıya kadar kafası-gözü paramparça olacak. Çekim devam ediyor. Yılmaz atıyla Nebahat’e yapıştı. Atın üstünden Nebahat’i çekip almak isterken bereket bu zorlamaya atın eğer kolları koptu da ikisi birden düştü. Nebahat bayıldı. Onların da ilk aşk başlangıçları. Yılmaz Güney bana ‘Abi, ben hastaneye götürüp tedavisini yaptırayım. Sen başka planlarla devam edersin’ dedi. Ben başka bir sahneyi çekerken prodüksiyondan Hamit Gürsoy geldi, ‘Yılmaz Abi, paydos et’ dedi. ‘Sen deli misin, bütün oyuncular giydirildi, kavgacılar, atlar geldi. Bu sahneleri yeniden hazırlayıp çekmek kaça patlar, tahmin ediyor musunuz?’ dedim. Filmin sahibi Kadir Kesemen ‘Paydos edin ben zarara razıyım’ dedi. Bunun üzerine paydos ettim. Meğer kaçan iki attan biri caddeye çıkmış, bir Wolksvagen’in üstünden atlarken üstüne oturmuş. Arabanın içinde iki gazeteci varmış. Biri diyormuş ki, ‘tramvaya çarpsam, kamyona çarpsam neyse, at üstümüze oturdu.’ Araba sanki 5-6 takla atmış gibi paramparça olmuş. Velhasıl öyle paydos ettik.”

‘AĞABEYİM YAŞASAYDI MÜHENDİS OLURDUM’

1932′de İstanbul’da, Arnavutköy’de doğan Yılmaz Atadeniz, sinemaya ağabeyi Orhan Atadeniz vasıtasıyla girer. Orhan Atadeniz ilk gençliğinde evde film gösterileri yapar, hatta bunları yaparken ev iki kez yanma tehlikesi geçirir.

“Babam, ‘bu çocuğu sinema illetinden kurtaramayacağız’ diyor. Ağabeyim, İpek Film Stüdyosu’nda laboratuvar şefi olarak çalışan Yuakim Filmeridis vasıtası ile işe başladı. Ben Kabataş Lisesi’ni bitirdiğimde bir yıl ara vermek zorunda kaldım. Boş kalmamak için onun yanında çalışmaya başladım. O sıralar ağabeyim “Tarzan İstanbul’da” filmini çekiyordu. Çekimlere, montajlarına beraber girdik. Beni desteklemek için ismimi kurgucu olarak yazdı. Stüdyoya girdiği zaman herkes ondan bir şey öğrenirdi, hocamızdı. Çok hızlı çalışırdı, kimse ona yetişemezdi. Sonra, Erman Film Südyosu’nda çalışmaya başladım. Başladığım gün bana ‘Sen elle filmi yapıştırmayacaksın, kolaj makinesinde yapıştıracaksın’ dedi ve bana kolaj makinesi verdi. Beni, üç ay içinde bir filmin montajını, senkronunu, revizyonunu yapıp, negatif montajı dahil kopya baskısına kadar hazırlar hale getirmişti. Fakat ağabeyimi 33 yaşında talihsiz bir havagazı zehirlenmesiyle kaybettik. Onu kaybettikten sonra onun yarım bıraktığı işleri ben tamamladım. Robert Kolej’in mühendislik kısmını kazanmıştım fakat kaderim tamamen değişti. Ağabeyim yaşasaydı, ben herhalde mühendis olacaktım.”

Stüdyo çalışmalarına devam eder Atadeniz. Erman Film Stüdyosu’nda, Halk Film Stüdyosu’nda çalışır, İpek Film Stüdyosu’na parça işler yapar. 1957′de asistanlığa başlar. Atıf Yılmaz’a, Nejat Saydam’a, Nişan Hançer’e asistanlık yapar.

“Ben çok heyecanlı bir asistanlık devresi geçirdim. Nejat Saydam ve Atıf Yılmaz beni çok destekledi. ‘Gelinin Muradı’nı çekiyoruz. Kalabalık bir kadro. Pervin Par, Fikret Hakan, Ahmet Tarık Tekçe, Osman Alyanak, Settar Körmükçü, Hulusi Kentmen var. Atıf Bey çekiyor, ben asiste ediyorum. Mehmet Aslan benim asistanım. Anlaşan bir çiftiz. Kademe farkı değil iş bölümü farkı var aramızda. Ben günlük rapor çıkartıyorum, ihtiyaç listesi hazırlıyorum. Bizim asistanlığımız döneminde, yönetmene hazırlayıcı ekiptik. Kostüme, filmlere çok gittik. Bütün arka planı biz hazırlardık. Yönetmen sadece öndeki kişiyle ilgilenirdi. Film biter, ben bir de stüdyoya girer, filmin montajını yapardım. Yönetmen revizyonda gelir seyrederdi. Ben kendime böyle bir asistan bulamadım.”

‘O DEVRİN SUÇLULARI BİZİZ’

İlk filmi, başrollerini Muhterem Nur ve Turgut Özatay’ın paylaştıkları ‘Yüz Karası’dır. Sonra, 1963′te ‘Yedi Kocalı Hürmüz’ü çeker. Sinemaya uyarlanan bu ilk Hürmüz’de, baş kadın oyuncu Suna Pekuysal’dır. Kocaları da Efkan Efekan, Öztürk Serengil, Necdet Tosun, Hüseyin Baradan, Sami Hazinses, Ahmet Tarık Tekçe ve Erol Günaydın’dır. Müjdat Gezen de Suna Pekuysal’ın kardeşini oynuyordur.

90′ın üstünde filmi var Yılmaz Atadeniz’in. 90′lı yıllarda televizyon dizileri yönetmeye başlar. İyi bir gözlemci, mekânları iyi kullanan bir yönetmen olduğunu düşünüyor. Dünya normlarını yakalayan filmler yapılması gerektiğini, bunun için de para ve bilgi eksikliğinin giderilmesi gerektiğini söylüyor.

“Sen kendi memleketinde seyredilmeyen film yaparsan, o film evrensel olabilir mi? Dünyaya açılabilir mi? Yaptığımız filmler, hikâyeleri bizim olsun ama Amerikan filmlerinin senaryosu gibi senaryo yazacak elemanlarla çalışalım. Çok hatalar yaptık. Aynı suçları ben de işledim. Bir devir geçirdik, o devrin suçluları biziz. Çünkü o devri biz yaşadık. O devri sırtımızda götürürken, sevapları, doğrularıyla beraber suçlarını, günahlarını da taşıdık. Kendi filmlerimizi yapalım ama dünya standartlarında. Dünya teknolojisinde ses ve efekt ön plana çıktı. Biz bunun farkında bile değiliz ya da uygulayamıyoruz. Yalnız makinalar değil, o makinaları kullanacak elemanları da yetiştirmek gerekiyor. Ben merak ediyorum, örneğin patlamalı sahnelerde Spielberg’in ya da diğer yönetmenlerin ‘Stop. Beğenmedim, yeni baştan…’ dediğinde, ne kadar zamanda hazırlanıyor tekrar plato. En az zaman kaybının olduğu verimliliği sağlamak nasıl oluyor. Biz zamanı o kadar çok harcıyoruz ki… Büyük hatalar yapabiliyoruz. Sorun parasal olabilir. Para olması şart fakat para da olsa gene yapamıyoruz. Bunun bir sebebi olmalı. Bu, iş bölümü ve bilgi eksikliği işte.”

'YILMAZ GÜNEY, TÜRKİYE'NİN DIŞA AÇILACAK PENCERESİYDİ'

Yılmaz Güney’le ve daha birçok sinemacıyla ilginç anıları var Yılmaz Atadeniz’in. “Yılmaz Güney’in merdiveni, yükselme basamakları biz olduk. Yılmaz göründüğünden daha uysal bir insandı. Tükiye’nin dışa açılacak penceresiydi. İçinde kabadayılık ve mertlik vardı. Arkadaşlık mefhumuna düşkündü ama arkadaşlarından da çok zarar gördüğünü düşünüyorum. Onda herşey cuk otururdu. ‘Şu kapıdan gir, şurada dur ve buraya konuş’ diyorsun, adam öyle bir duruyor öyle bir konuşuyor ki… Sinema için büyük bir kayıp.”

“Kovboy Ali’yi çekiyoruz, Bolu’dayız. Bir Cumartesi akşamıydı. Yılmaz, kovboy kıyafetiyle… Bir Türk’ün, Amerikan sinemasındaki kovboy filmlerini seyredip, kendini kovboy gibi hissederek yaptıklarıydı filmin teması. Yılmaz’ın da atı, çifte tabancası, siyah elbisesi, kasketi var. Yine kalabalık bir kadro vardı. Cahide Sonku oynuyor filmde; Yıldırım Gencer, Hüseyin Peyda, Müjgan Ağralı, Ali Şen, Erol Günaydın var. Her Cumartesi eğlenceler oluyor, yemekler yeniyor bir yerlerde. Vali’si, Kaymakam’ı, Emniyet Müdürü falan geliyor. Bizi de davet ettiler, gittik. Yenildi, içildi, döndük. Yılmaz’ın da hep midesi rahatsızdı. ‘Gidip bir soda içeyim’ dedi. Bolu meydanında bir otelde kalıyoruz. Otelin restoranına girdi, ben de üst kattaki odama çıktım. Daha ceketimi çıkartıyordum, üç el silah sesi geldi. Hemen koştum aşağıya. Dört tane ayna var, üçüne kurşun girmiş. Sigara tablasıyla üçünü parçaladım, kurşun atıldığı belli olmasın diye. Yılmaz’a ‘sen yukarı, odana çık’ dedim. Sahte tabanca ve mermi getirttim. Bekçi geldi, ‘silah mı atıldı?’ dedi. ‘Yok sahte tabanca’ dedim ve silahı patlattım. Bekçi ikna oldu ve gitti. Yılmaz’a ‘Ne oldu?’ diye sordum. Soda istemiş, restoranda. Bir masada dört-beş kişi içiyorlarmış, Yılmaz’ı görünce ayağa kalkıp, içki ikram etmek istemişler. Yılmaz içmeyeceğini söyleyerek teşekkür etmiş. Arka masada tek başına bir adam oturuyormuş ve çok içtiği için ona içki vermiyorlarmış. ‘Ulan, iki paralık adama içki veriyorsunuz da bana vermiyorsunuz’ diye bağırıp, belindeki tabancayı çıkararak masaya koymuş. ‘Zaten bu adam hep sahte tabancayla ateş eder, gerçek silahla ateş etsin de görelim’ demiş. Yılmaz almış tabancayı, üç el ateş etmiş aynalara. Dördüncü aynaya ateş etse, arkası otelin resepsiyonu ve görevli çocuk var. Yılmaz, şanssız biriydi.”



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder