Müzik literatüründe “Türkiye asıllı Amerikalı besteci” olarak geçen ancak sevenleri için bir duayen olarak hatırlanan İlhan Mimaroğlu’nu geçtiğimiz haftalarda 86 yaşında kaybettik. Vefatının ardından basında ve çeşiştli sosyal platformlarda bir çok haber ve anma yazısı yer aldı. Ancak bu yazılarda onun müziği ile ilgili detaylara pek yer verilemedi. Kuşkusuz bu durum Mimaroğlu’nun müziğinin, yazdığı eserlerin arasında; çoğunlukla yayımlanmayan, piyasaya çıkmayan eserlerin çoklukla bulunması ile ilgiliydi. Yayımlanmayan eserlerinin çokluğu ve yayımlanan eserlerin dinlenmesi de yeni bir müzik dinleme alışkanlığı gereksediği için onu anmak isteyen insanların elinde Mimaroğlu’nun Türkiye’de daha az olmak kaydıyla yayımlanmış eserleri ve yazdığı yazılarıyla, bunun yanı sıra EMI gibi büyük müzik şirketlerinde yaptığı görevler kaldı. Oysa bir prodüktör ve yazar olmasının yanı sıra İlhan Mimaroğlu’nu elektronik müzik açısından vazgeçilmez yapan tam da bu eserleriydi. O herşeyden önce dünyanın çağdaş sanat alanında en üretken zamanları yaşadığı yıllarda kendi kimliği ile yapıt vermiş olan bir kompozitördü. Bu özelliğiyle sadece Türkiye’li kompozitörler arasında değil tüm dünyada elektronik ve elektro-akustik müzik konusunda öncü (avant-garde) bir kimliğe sahipti. Hatta Türkiye onun Türkiye’li olmasına rağmen belki de eserlerinin en az çalındığı, dinlendiği, üzerine en az konuşulduğu ülkelerdendi. Türkiye, Mimaroğlu’nu dünyada aldığı ödüllerle, gazetedeki yazılarıyla tanıdı. Ama eserleriyle yeteri kadar tanıyamadı... Kuşkusuz bunun nedeni yaşamının büyük bölümünü 1959’dan beri yaşadığı Amerika Birleşik Devletleri’nde ve Columbia-Princeton üniversitesinde hocalık yaptığı New York şehrinde geçirmesiydi. Gerçekten de bütün 20. Yüzyıl çağdaş sanat müziği içinde elektro-akustik avant-garde çalışmalarıyla tüm batı müzik dünyasında ondan etkilenen çok sayıda kompozitör, hatta popüler sanatçı vardı. Mimaroğlu 1960’lardan 90’lara kadar kadar kaydettiği eserleriyle elektronik müzik alanında tüm dünyada oldukça öncü bir rol üstlenmişti. En ünlü kompozitörler ve Sonic Youth gibi popüler müzik grupları bile onun müziğine kayıtsız kalmadılar.
Bilgisayarın henüz müzik üretmek için kullanılmadığı, kaset teknolojisinin bile dolaşımda olmadığı 1960 ‘lı yıllarda Mimaroğlu bir ses kayıt sütdyosunda eserlerini üzerine kurduğu; kendi elleriyle kesip, yapıştırdığı bantları ve osilatör gibi elektronik ses kaynaklarını kullanarak birbiri üzerine binen, birlikte ilerleyen dokular yaratımıştı. Bu çalışmaları sanatsal anlamda o kadar değerliydi ki müziğini oluşturduğu bu elektronik ses kayıtları, zaman zaman içine akustik orkestra ve topluluk enstrümanlarını ve vokal kayıtlarını da almakla birlikte onun eserlerinin temel yapısını, vazgeçilmezini oluşturuyordu. Melodi, ritm, tempo gibi müzikal ögelerden sıyrılarak müziğin temeli olan ses ve zaman parametrelerine yani aslında özüne dönen çağdaş müzik arayışları 1900’lü yılların başlarında Avrupa’da İkinci Viyana Okulu kompozitörleri olan Arnold Schöbnerg, Alban Berg ve Anton Webern ile başlamıştı. Amerika’da ise Henry Cowell, Jhon Cage, Morton Feldman, Christian Wolff, Earle Brown , Aaron Copland gibi klasik müzik eğitimden gelen ama içinde ritmin, temponun ve melodinin olmadığı, aksine tınıyı ön plana çıkaran ses ve zaman örgütlenmeleri metodlarıyla yazılan çağdaş müzik, farklı eğilimleriyle birlikte belirmeye ve kendine göre bir dinleyici topluluğu yaratmaya başlamıştı. Daha sonra bu iki kıtadaki kompozitörleri buluşturan Darmstadt toplantıları yapılmış, burada Avrupalı “yeni müzik” kompozitörleri ve icracıları, aynı alanda eser üreten Amerikalı kompozitörlerin daha radikal olan eğilimleri ile tanışmıştı.
Nono, Posseur, Ligeti, Lutoslawski, Penderecki gibi sayısız kompozitör seslerin alışıldık hiyerarşik işbölümleriyle kurgulanan müzik cümlelerinin tersine; diziselcilikten, rastlamsallığa, oradan atarak yazmaya değin bir çok ses örgütlenmesi metodu ve üslubu geliştiriyordu. Kuşkusuz bu müzik içindeki eğilimleri sınflandırmak ve tek tek kompozitörlerin farklılıklarını ayrıştırmak benim de yıllardır içinde buluduğum çok geniş ve bambaşka bir çalışma çabasının ürünü olarak belirebilir. Ancak tüm bu müzik içinde elektronik ses kaynaklarını kullanan kompozitörler hakkında söylenebilecek belki de en önemli şey onların yeni müziğe dair bambaşka bir kategori oluşturduklarıdır. Çünkü elktronik ses kaynakları klasik müzik enstrümanlarına özgü olan, armoni ya da modülasyon gibi geleneksel müzik yapılarını çalmak üzere tasarlanmamışlardır ve bu anlamda kompozitöre daha fazla özgürlük alanı bırakmışlardı.
İşte Edgard Varese’in kollu-çevirmeli sirenleri kullanarak yaptığı ve literatürde ilk elektronik müzik çalışması olarak geçen yapıtttan sonra, elektronik ses kaynaklarının müzikte kullanımı bu avant-garde müzik arayışlarıyla başlamıştı. Ancak bu arayışlar bugün popüler bir genre olarak görmeye alıştığımız disko ve elektronik dans müziği ile tamamen ilgisizdi. Elbette bu sadece bir isim benzerliği durumudur. Elektronik kaynakların müzikte kullanılmaya başlanması aslında sanatsal bir arayışın sonucuydu. İlhan Mimaroğlu’nun elektronik ve elktro-akustik müzik literatürlerindeki önemi sadece Türkiye için değil tüm dünya için bugün artık neredeyse tartışılmazdır.
Mimaroğlu’nu büyük müzik şirketlerinde çalıştığı görevlerde ya da Türkiye’deki gazetelere yazdığı makalelerle tanıyanlar, kuşkusuz ilerideki yıllarda onun müziği ile de bu ölçüde ilgileneceklerdir. Bu yazının yazılış amacına uygun olarak kısaca Mimaroğlu’nun bir kaç eserinden bahsetme gerekir. 2000’li yılların başında Y.T.Ü.’de müzikoloji öğrencisi olduğum sırada Mimaroğlu benim de bulunduğum sınıfa, yayımlanmayanlar da dahil olmak üzere tüm yapıtlarını arşivleyerek hediye etmişti. Bu da o tarihte genç müzikolog adayları olan hepimiz için oldukça heyecan vericiydi. 100’ü aşkın bu Eserlerin tümü de bizim için büyük bir okyanus değerindeydi. Hepimiz çağdaş müzikte farklı farklı eğilimleri benimsiyor ve seviyorduk ancak İlhan Hoca’nın müziği kayıtsız kalınabilecek bir müzik değildi. Çoğu 1963 ve 1989 arasında katdedilmiş bu eserlerin maalesef hepsi yayımlanmamıştır. 1972 -74 yılları arasında kaydettiğiTract ve Rosa Luxemburg için yazdığı Rosa, Mimaroğlu’nun müziğinde siyasi figürlerin kullanımı ile ilgilidir. Borusan Kültür Merkezinde 2000’lerin başında gerçekleşen Mimaroğlu atölyesi kapsamında benim de ayrıntılı olarak çözümlemeye çalıştığım Tract isimli bu eser, aslında zamana yayılmış bir bildiri gibidir. Andy Warhol’un pop-art’ının dünyaya imzasını attığı bir dönemin sonrasında Mimaroğlu belki de müzikte benzer bir kolajın yollarını bu eserle aramıştır. Dinleyiciyinin kişisel “iç zaman”ını allak bullak eden elektronik kaynaklı teyp kayıtları; Nazım Hikmet, Karl Marx, Peter Kroptkin, Alexneder Bakunin, Mahir Çayan, Mao Tse-tung, Bertold Brecht, Jean-Baptise Clement, Eugenne Pottier gibi bir çok siyasi ikondan yaptığı alıntıları içerir. Mimaroğlu bu eseri, gitgide politik bilinç kazanan bir pop-starın öyküsü olarak kurgulamıştır. İngilizce olarak seslendirilen alıntılar, seyrek dokulu bir devamlılık özelliği gösteren elektronik yapının üstüne sırayla ve bütünsel bir kurgu içinde yerleştirilmiştir. Eserdeki vokalistlerden biri Türkiye’de de ünlü bir ses sanatçısı olarak tanınan Tülay German’dır. Mimaroğlu, 35 dakikalık bu eserinde Fransız Ulusal Marşı’nın sözlerini Bakunin’in anarşist makalelerinden yaptığı alıntılarla değiştirip kendi kurduğu ses havunuza katmıştır.
1978’de yazdığı Rosa isimli küçük piyano parçası esere adını veren ve hem konsey komünizminin-sol komünizmin önemli isimlerinden hem de önemli bir marksist teorisyen olan Rosa Luxemburg’a ithafen yazılmıştır. İlhan Mimaroğlu aynı eserin program notlarında Rosa Luxemburg’un yeterince tanınmadığını söylemektedir. İlhan Hoca bu yapıtında Jimmy Carter’ın başkanlık döneminde olsa bile klasik anti-komünizm söyleminin Amerika’sında Rosa’yı kendi yapıtı içinde sanatsal bir öne çıkarım ve vurgulama olarak kullanan belki ilk kompozitördür.
Yine 1965-94 yılları arasında ürettiği alt yapısında daima lastik bir bantın şekillendirilmesi ile oluşturulan olağanüstü bir elektronik devamlılık projesi olarak ürettiği Prelud’lerinin arasından Book II isimli bölümde klavsen ve çelesta seslerinden yararlanarak Orhan Veli’nin şiirlerini eserine taşımış Fellini de Satyricon filminde bu müziği kullanmıştır.
1971’de Vietnam savaşından yola çıkarak kurguladığı ve sinema ile elektronik müzik arasındaki koşutluğu ön plana çıkarmak amacıyla ürettiği Sing Me A Song Of Songmy isimli eserde trompetçi Freddie Hubburd gibi çok önemli caz müzisyenleri çalmıştır ve eseri yine kendi anlatışıyla “...topluluklara, yığınlara ,örgütlere vb. karşı bireyin önemini vurgulayan alıntılar içermektedir. Songmy ise Vietnam’da Amerikan kıyımının gerçekleştiği bir bölgedir.” diye açıklamıştır.
1966-67 yılında piyaniste istediği gibi çalmasına yarayacak betimleyici bir özgür alan bırakan yapıtı Piano Music For Performer And Composer bir bant kaydıyla yine zaman zaman sıkı, zaman zaman seyrek bir elektronik ses dokusuyla birlikte çalınan eserlerinden biridir.
Eserlerinde malzeme olarak bir çok şair, yazar ve siyasi ikonun çeşitli metinlerini, bunun yanı sıra belirli “klasik” müzikal tarzları ve türleri; kendi müziğinde ve elektronik bir dokunun içinde özgün bir kurguyla kullanan Mimaroğlu, 20. Yüzyıl çağdaş müzik arayışlarında sıkça bulunan bir eğilim olarak sesi insan bedeni ile maddi ilişkiye geçmesi bağlamında yeniden üretmiştir. Müziğinde rastlamsallığın tersine atonalitenin çağırışımlara açık olduğu görüşü hakimdir.
Post-modernizm kavramına kuşkuyla yaklaşışı ve yazdığı gazete makalelerinde Amerika’nın ekonomik sistemine yaptığı eleştirlerle birlikte kuşkusuz İlhan Mimaroğlu tıpkı Bülent Arel gibi Türkiye’li olduğu kadar sanatçı duyarlılığı olan eleştirel bir Amerikalı’dır da... Eserleri, tüm dünyada onlardan etkilenen ve etkilenecek daha bir çok genç kompozitör, müzikolog, enstrümanist ve dinleyiciyi için son derece önemlidir. Bu yazıda kabaca ve yüzeysel bir biçimde bu eserlerin bir kaçından bahsetmeye çalıştım. Ancak elbette çalışmalarının, ilerleyen zamanda özellikle Türkiye için yeniden ele alınması, çözümlenmesi ve üzerine konuşulması, Türkiye sanat ortamı için oldukça ufuk açıcı olacaktır. Kuşksusuz yayımlanmayan yapıtları ile ilgili karar, onun vasiyeti ve eserlerinin hak sahiplerine düşmektedir. Bize düşense onu saygıyla anmaktır.
BirGün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder