Rolling Stones ilk konserini bundan tam elli sene önce, 12 Temmuz 1962’de verdi. Marquee kulübünde, çoğunluğu cazsever yüz civarında izleyici vardı. Keith Richards ve Mick Jagger 18, Brian Jones 20 yaşındaydı. Elli sene önce bugün, tam elli dakika boyunca Amerikan blues’unun halis örneklerini çaldılar.
Çok değil, on yıl sonra, Siyahların müziğini çoktan hatmedip kendi rock’larını yaratmışlar, geçtiğimiz yüzyılın en büyük albümlerinden bazılarına imza atmışlardı. İnsanın inanası gelmiyor, o ilk konserden sonra bugün hâlâ yeni dünya turnesi için elleri kaşınıyor. Elli sene beraber kalmaya, ortak iş üretmeye şapka çıkarılmaz da ne yapılır?
Kolay olmadı tabii. Bu yolda dönenler oldu, mum gibi sönenler oldu. Kimi albümleri iyiydi, kimi vasat. Bazen birbirlerinden sıkıldılar, bazen birbirlerine tutundular. Bugün, eşi benzeri olmayan bir tarihe imza atmış durumdalar.
Rock gazeteciliğinin büyük ismi Nick Kent, grubun emekleme çağından itibaren Stones’u takip edenler arasındaydı. 19 Eylül 1998 Ali Sami Yen konseri öncesinde, ısınma turları niyetine, onun kalemine başvurmuş, 1993’te yazdığı uzun yazıyı bir sürü şahane ayrıntıyı heba etme pahasına kısaltıp dört koca Roll sayfasına sığdırmıştık. Nick Kent, yarım yüzyılın en sarsıntılı dönemeçlerini anlattığı yazısına 1972’den başlıyor, grubu ‘80’lere kadar takip ediyordu.

Rolling Stones’la ilgili maceralar hakkında bilinmesi gereken ilk şey, bunların hepsinin ilk heyecan geçtikten, ortalık durulduktan sonra gerçekleştiğidir. Yıllar sonra, bir söyleşide Mick Jagger da bunu itiraf ediyordu: “Klişe olacak ama, ‘60’lı yıllar ancak ‘70’lerin başlarında hakikaten bitti. Fransa ve ABD’de ‘Exile On Main Street’i yapışımızı, sonra gayet memnun bir halde turneye çıkışımızı hatırlıyorum. İçimden şöyle geçirmiştim: ‘1972’ye geldik. Lanet olsun. Her şeyi yaptık.’ Ondan sonra, yine de devam ettik, ama sonuçların o kadar dahiyane olduğunu hiç sanmıyorum.”
1973 yılındayız ve Stones hâlâ iyi gidiyor, hatta bir önceki yıl çıkan, Jagger’ın sözünü ettiği “Exile On Main Street” double albümüyle ilhamın zirvesine çıkıyor. Amerika turnesi herkes tarafından alkışla karşılanıyor; o güne kadar görülmedik sayıda hayranları konserlerine akın ediyor. Kulis sürekli medya ordusunun hücumuna uğruyor. “Exile”dan ve Amerika turnesinden sonra, Stones uyuşturucu ve seks dedikodularından kaçarak Jamaika’ya tüyüp burada “Goat’s Head Soup” ismiyle piyasaya çıkan bir dizi şarkı hazırlıyor. Sonuç pek heyecan verici değil, çünkü albümde Keith Richards’ın varlığından söz etmek imkânsız gibi.
O ve Jagger, her nedense, albümün kapağında “Glimmer Twins” adıyla yer almaya karar veriyorlar. Keyifleri bilir, şef kendileri, özellikle de Jagger; Keith giderek ipin ucunu bırakıyor ve bundan şikâyetçi de değil. Bu sahte “ikizler” aslında birbirlerinin tam mânâsıyla zıddı: Fiziksel açıdan Jagger daha ufak tefek ve tahmin edilenden daha az etkileyicidir, bir yere girer girmez mutlaka bu durumu “telafi” etmeye çalışır: Dört bir yana sallanır, ellerini kollarını kıpırdatır durur, kıçını kıvırır, birileriyle gevezelik eder, diğerlerini kasten görmezden gelir… Geç yatmasına izin verilmiş de, misafirlerin ilgisini çekmek için bundan yararlanmaya çalışan şımarık çocuklar gibi durmadan elini, kolunu, kafasını oynatır. Aynı zamanda, inatla karşısındakinin konuşmasını taklit etmek gibi sinir bozucu bir alışkanlığı da vardır. Ne olursa olsun mübahtır ve eninde sonunda Jagger hedefine ulaşır: Dikkatleri üstüne çeker.
Her zaman muradına erer… Ta ki Keith boy gösterene kadar. O zaman bütün gözler gitariste çevrilir. Keith züppelik taslayan türden değildir. Çoğunlukla yanında, FBI afişlerindeki gibi uğursuz suratlı, at hırsızı kılıklı, kesinlikle hiç güven telkin etmeyen birtakım heriflerle beraber paldır küldür çıkagelir. Sonra da, bir koltuğa çöküverir, sırtını topluluğa döner ve karanlık bakışlarla etrafına bakınır. Ölesiye “cool”. Bana, daha iyi bir saç kesimi ve kulağında korsan küpeleriyle Komançero filmindeki Lee Marvin’i hatırlatırdı. Marianne Faithfull’un çok güzel tarif ettiği “lanetli şair” tavrını da unutmamak lâzım: “Shelley ve Byron hayranı, hayal gücü fazla gelişmiş bir liseli kız için Keith Richards, cehennemlik gençliğin mükemmel bir imgesiydi. Her ne kadar gittikçe Kont Dracula haline geliyorsa da…”
Bilmeyen yoktur, o devirde Keith’in her şeye ağır basan bir tutkusu var. Başkaları nasıl soluk alıp veriyorsa, o da aynı şekilde uyuşturucu alıyor, yani aralıksız, durmadan. Tabii arada uyuduğu da oluyor, ama kısa kasılmalar halinde ve tabii günler ve geceler boyu eroin cank edip kokain çekerek kendisini harap ettikten sonra. Onun için dinlenmek demek, eski püskü bir kanapenin üzerinde iki-üç saat kendinden geçip sızmaktan ibaret; sonra kendini toparlamış bir halde, kesintisiz üç-dört günlük kafa bulma seansına dalıyor. Stones klanında, onun insanüstü özelliklere sahip olduğu fısıltıları dolanıyor, son hedonist maratonları hakkında yorumlar yapılıyor, kimileri ısrarla ve inatla iki karaciğeri olduğuna inanıyor. lan Stewart bana bir gün, Keith’in uyku alışkanlığıyla ilgili manidar bir anekdot anlatmıştı: Yıl 1964, Stones üyeleri küçük bir kamyonetle alt alta üst üste, geceleyin İngiltere’yi katediyor. Bir an şoför aracın kontrolünü kaybediyor. Çarpma sonucu, arka kapılardan birinden, üstünde Keith’in kıvrılıp uyuduğu tekerlekli bir ampli dışarı fırlıyor. Bir saatlik umutsuz bir arayışın sonunda grubun diğer üyeleri, derin bir çukurun dibine düşen amplinin üstünde hâlâ uyurken buluyorlar onu. Keith hiçbir şeyin farkında değil.
Bu saçmalıkları dinlemenin eğlenceli yanı, meselenin diğer boyutunu gözden kaçırıyor. Yavaş yavaş uyuşturucular Richards’ın yeteneğinin hakkından geliyor. Onu her akşam sahnede gözlemliyorum, çoğu zaman orada sadece turist gibi duruyor. Uyuşturucu onu beceriksiz, yavaş ve sakar kılıyor: Durmadan ayakları gitarının jakına takılıyor ve o kadar sık yanlış pedala basıyor ki, artık gülünç bile gelmiyor. Yine de bazı akşamlar formunda oluyor, o zaman yine döktürüyor. Grubun motoru o. Ama sert uyuşturucular —hele bu miktarlarda tüketildiklerinde— yaratıcılığı köreltiyor ve enerjinin kaynaklarını kurutuyor. Sahnede, Keith koyu bir sisin içinde kaybolmuş gibi. Onu hâlâ ayakta görmek insanı sarsıyor, çünkü her seferinde insan “bu defa sonuncu” diye düşünmekten kendini alamıyor. Sözlerin yarısını unutarak sendeleye sendeleye “Happy”yi söyleyişini izlemek çok üzücü. Jagger, en alaycı ses tonuyla noktayı koyuyor:“Pekâlâ, teşekkürler Keith. Harikaydı.”
Vee güzel Bianca Jagger. Gruba hep küstahça davranıyor. Onlar da ona “Bianca the Fanker” (Kırıtkan Bianca) adını takıyor. Bianca’nın gözünde sadece dış görünüşün kıymeti vardır: Güzel olmak, mükemmel bir parti vermek, en zenginlerle, en şık insanlarla birlikte görünmek ve her şeyi, ama her şeyi kendi reklamını yapmak için kullanmak. Bianca küstah bir kibirle bıkkın bir kayıtsızlık arasında gidip gelen bir ifadeyle karşısındakine bakıyor ve konuşmaya değer mi, değmez mi diye karar vermek için sanki elbiselerinin değerini kafadan hesaplıyormuş gibi tepeden tırnağa süzüyor. Bir gün, bana gülümsemek şerefini bahşediyor, dişlerinin gözü kör eden beyazını görmek dehşet verici: Fitzgerald’ın “Muhteşem Gatsby”de anlattığı Daisy gibi.
Olağanüstü Anlar
Grubun yaşlı yol menajeri lan Stewart ise tam bir talih kuşu. Rolling Stones’un şuuru: Grubun liderlerinin uyuşturucu ve ego dumanlan arasında sık sık kaybettiği şuuru… Her şeyin ufak ufak yok olduğunun farkında. Bana bir gün içini açtığında, “Goat’s Head Soup”u “fazla yavan” bulduğunu ve uyuşturucunun Keith’i “ayaklı trajedi” haline getirdiğini söylüyor. Jagger’ın gittikçe daha mesafeli, yanına yanaşılmaz olduğunun, Mick Taylor’ın hoşnutsuzluğunun ve eroine başladığının, Wyman’ın ayrılmayı düşünecek kadar hayal kırıklığı içinde olduğunun, her şeyin farkında… Ve Charlie… Charlie omuz silkiyor ve her şeye ayak uyduruyor.
Stewart hep orada, hatta fazla “normal” buldukları “look”u yüzünden onu atmalarından sonra bile. Grubun üyelerinin birbirlerine yaptıkları pislikleri görüyor ve bazen bunlara maruz kalıyor. Her şeye rağmen, Stewart çabalamaya devam ediyor. Ve asıl önemlisi, Billy Preston’ın arkasına usulca gizlenen kuyruklu piyanoyla gruba kendi tuşe’sini getiriyor. Birkaç şarkıda onun arpejleri ve honky-tonk notaları kulağa geliyor. Böylece dünyanın en büyük rock grubuyla bütünleşmiş oluyor. 1973 yılında grup hâlâ bu sıfatı hak ediyor.
Albüm yapma açısından kendilerini koyvermiş olsalar da, sahnede hâlâ zaman zaman harikalar yaratabiliyorlar. Keith Richards’ın motive olduğu, dansı sürüklediği, omuzları içe çökük, gözleri Charlie Watts’a dikili, vücudunun her hareketiyle iterek ve çekerek ritmi elinde tuttuğu olağanüstü iki ya da üç konser hatırlıyorum. Charlie Watts’la başlarını alıp gidiyorlar, diğerleri de derhal takılıyor. Mick Taylor kırıp geçiren gitar soloları atıyor, bakırlar daha canlı saldırıyor, hatta Billy Preston bile yüzündeki o Tom Amca sırıtışını bırakıp klavyelerine konsantre oluyor. Jagger tepinip durmayı kesiyor ve pekâlâ becerebildiği performansını gösteriyor. Bu anlarda Rolling Stones hakikaten hayranlık uyandırıyor. Müzik parmaklarından sihirli bir sıvı gibi akıyor.
Charlie, Mick, Keith
Bir akşamüstü Birmingham’da böyle sihirli bir konserin ardından Charlie Watts’la ilk defa hakiki mânâda sohbet ediyoruz. Charlie Watts: Üstlenebileceğinin en fazlasını üstlenerek ve geri kalan her şeyi unutmaya gayret sarfederek bir Rolling Stone olmaya tahammül eden kırılgan ve olağanüstü iyi adam. Charlie şaşkın bir çocuğun saflığıyla konuşuyor, habire her şeyden çok cazı sevdiğini, rock’un onun gözünde, “biraz… işte, aslında, aptalca” olduğunu tekrarlayıp duruyor. “Müziğin kendisi değil de, rock’un etrafındaki bütün bu gürültü patırtı, tantana, Rolling Stone’un ukalâ eleştirmenleri, sosyolojik saçmalıklar, bütün bu reklamlar, boş zırvalıklar…”
Bir şey aşikâr: Bu adamlar, yani Richards ve Jagger, krallığın kadir-i mutlak hükümdarları, ama zafer sarhoşluğu onları yutmuş, harap etmiş. Richards ve onun parıltılı korsan imajından gözü kamaşmış, büyülenmiş olan ben bile, keskin dilli ününün ve tehditkâr havalarının altında, gözlerinin önünde yeteneğinin bok yığınına döndüğünü gören, ailesinin ve hayatının halinin farkında, çekingen ve içe dönük bir adamın gizli olduğunu sanıyorum. Bütün bunlara meydan veriyor, çünkü ona yenilmezlik duygusu veren ve o çok sevdiği “kötü adam” imajını sürdürmesine katkıda bulunan uyuşturucuları bırakabilmekten aciz.
Jagger’a gelince… Onu tanıyan herkes, tek başına nasıl da bir sürü farklı adam olabildiğini size anlatacaktır. Bu turne boyunca, onun nasıl sürekli duruma göre metamorfoz geçirdiğine tanık oluyorum: şen şakrak, tasasız hedonist, iğrenç aristokrat, toplumsal bilinç sahibi proleter, endişeli aile babası, şaklaban, iki yüzlü, saman altından su yürüten diva, kendine hayran çılgın moruk karı, açgözlü işadamı, âşık koca ve doyumsuz hovarda… Hakikaten bütün bu maskeleri ve daha başkalarını, sınır tanımadan taşıyabiliyor. Hep başkalarından bir adım önde olmak arzusu, kendi kendisiyle temasını ya da en azından kişiliğinin bütün bu karşıt yanlarını sevimli kılabilecek ortak paydayı kaybettirmiş ona.
Ray Charles’ın Sürdüğü Bir Ferrari
‘74’ün sonbaharında, nihayet adamımla yalnız takılma fırsatı yakalıyorum. Onu, bir sığır sürüsünü bayıltmaya yetecek miktarda uyuşturucu alıp viski içmekle meşgul olduğu bir plak şirketinde buluyorum. Benim için özenle hazırladığı ecza karışımından sadece bir çizgi çektiğim halde, başım patlayıp dağılacak gibi hissediyorum ve havaya uçmamak için koltuğun kenarlarına yapışıyorum. Sonra, BBC’deki The Old Grey Whistle Test adlı “rock” programı için vereceği televizyon söyleşisine onunla birlikte gitmem için beni davet ediyor. Ona eşlik ediyorum. O zaman, Keith Richards’ın kullandığı Ferrari’de yolculuk yapmanın allahın belası bir deneyim olduğunu keşfediyorum. Tıpkı çok kavisli, daracık bir dağ yolunda, direksiyonda Ray Charles’ın olduğu bir arabada gidiyormuşsunuz gibi… Keith’in ehliyeti yok, hiçbir zaman alamamış. O kadar farklı ülkelerde oturmuş ve o kadar sarhoş ki, yolun hangi tarafından gidildiğini unutuyor. Onun bu denli intiharsı bir şekilde araba sürüşünü seyrederken, o akşam Keith Richards hakkında çok şey öğreniyorum. Cesaret, gözükaralık, özellikle de “dünyanın geri kalanına karşı ben tek başıma ve sonuç ipimde değil” hali. Bir kulüpte ya da restoranda herkesin gözleri önünde, müşteriler ve garsonlar onu seyretmekten başka bir şey yapamazken, masanın üzerinde kokain ya da eroin çizgileri çekerkenki tavrı da aynı. O zaman, soğuk ve hakir gören bakışlarını çevresindekilere diker: “Evet, doğru! Uyuşturucu kullanıyorum. Hatta uyuşturucu müptelâsının tanımı sayılırım. Haydi ne yapacaksınız bana haa?” der gibi bir havayla…
O akşam, pek de olağanüstü geçmeyen, ama ekrana çıkmadan daha on dakika önce tuvalette çektiği eroin miktarı düşünülürse hiç de fena sayılmayan söyleşiden sonra, yine aynı hızla devam ediyor. Birinci sınıf Çin yemeği de yedikten sonra, Keith’in kaldığı yere gidip kafa bulmanın zamanı geliyor. Ev beni biraz hayal kırıklığına uğratıyor ama, Keith, kendisini tutuklamak için fırsat kollayan Chelsea polisinin gözüne batmamak zorunda. Bu nedenle de Cheyne Walk’tan taşınıp, Faces’ın gitaristi, yeni arkadaşı Ron Wood’un sahip olduğu bu tek katlı mütevazı yere yerleşmiş. İçerde her şey tıpkı evin sahibi gibi disfonksiyonel, yani kalorifer ve elektrik hariç hiçbir şey çalışmıyor. Keith beni eve müzik dinletmek için götürmüştü güya, ama müzik seti de bozuk. “Siktirsin!” deyip iri yarı asistanı Frank’i sağlam bir set getirmesi için Cheyne Walk’a gönderiyor. Frank geri gelmiyor. Biz de Stones ve uyuşturucular hakkında uzun bir muhabbete dalıyoruz. Geçmişten ve Brian Jones’tan söz ediyor, ona karşı nefretini gizlemeye gerek duymadan. Jagger’ı eleştiriyor, özellikle de karısını seçimi; Keith’e göre Bianca, Jagger’ın mahvolması demek: “Hiçbir zaman, karılarla başetmeyi beceremedi zaten, ama bu seferki, o yapmacık tavırları ona benimseterek kim olduğunu unutturdu herife.”
Eroin mevzuuna gelince, bütün cankiler gibi Keith de aynı telden çalıyor: “sonuna kadar inkâr”. Bağımlı olan ortak arkadaşları çekiştirip eleştiriyor. Sadece burundan çekmekle bağımlı olunmayacağı safsatasını ileri sürüyor; sırf kendi tecrübelerimle bunun saçma sapan bir yalan olduğunu biliyorum, iğne yapmayı bıraktığını iddia ediyor, ama bir saat sonra, dikkatsizlikle içi şırıngayla dolu bir kâğıt mendil kutusunu deviriyor ve suçüstü yakalanmış gibi bakıyor, sonra sık sık olan o geçici şuur kaybı hallerinden birine giriyor. Yalnız bu seferki pek o kadar geçici değil.
Başı arkaya düşüyor, ağzı kuyu gibi açılıyor ve yüzünün rengi çekiliyor, dudaklarının çevresinde, gözlerinin altında mavi lekeler oluşuyor, suratı grileşiyor. Bir başka deyişle, “overdose”a giriyor ve bir şey yapabilecek durumda bir tek ben varım. Başını kollarımın arasına alıyorum ve defalarca hafif hafif tokatlıyorum. Ayağa kaldırıp kollarından tutarak odanın içinde bir tur attırmaya çalışıyorum. Adını söylemesini isliyorum, ama nafile. Bana sonsuzluk kadar uzun gelen —hiç şüphesiz on dakikadan kısaydı— bir sürenin sonunda kendine geliyor. Sonra bunun koma olmadığını, sıradan bir durum olduğunu anlıyorum. Bir yastık bulup üzerine yerleştirmek için başını hâlâ ellerimin arasında tutarken, yüzüne sevimli bir gülümseme konduruyor. Soluk alıp verişinin normale döndüğünü görüp içim rahat edince, sızmak üzere yandaki odaya geçiyorum.
Ertesi sabah beni midem uyandırıyor, tuvalete benzer bir şey arıyorum. Bulamayınca, can havliyle giriş kapısına atlıyorum ve üstünde “hoşgeldiniz” yazan göz alıcı paspasın üzerine çıkarıyorum. Keith Richards’ın yavaşça arkama geldiğini hissediyorum. “Dün akşam için hoş bir teşekkür etme biçimi, ha!” diyor patavatsız bir alaycılıkla. Birkaç saat önce öteki dünyayı boyladığını sandığım bir adam için oldukça formda gözüküyor. Sonra üstüne düşünceli bir hal geliyor ve üstünde kargaların uçtuğu batıda uzanan tarlaları seyre dalıyor hüzünle. Kısa bir süre önce bu tarlaların orada bir tahıl ambarında gömdüğü esrar torbalarının tuhaf hikâyesini anlatıyor. Torbaları güvenli bir şekilde sakladığını sanarak çekip gitmiş, geri geldiğinde ambar yıkılmışmış, zulası da ortadan kaybolmuş. Aramış, aramış, beyhude. Bu hikâye hâlâ onu çok kederlendiriyor gibi ve kargalara buz gibi bakışından bu kara kuşların onun gözünde ölümü hak ettiğini düşünüyorum. Uzaktan güneş doğuyor, elimin tersiyle ağzımı kuruluyorum, Keith için için tarladaki kargalara hiddetleniyor.
Büyük makine
Bu pastoral tablodan pek uzak olmayan bir yerde, Mick Taylor asık bir suratla grup içindeki durumunu kafasında evirip çeviriyor. Birkaç gün önce onu gördüğümde, “It’s Only Rock’n’Roll”da yer alacak olan Jagger ve Richards’la birlikte yazdığı şarkılardan heyecanla bahsediyordu. Albümün kapağındaki isimleri gördüğümü ve onunkinin olmadığını söylediğimde, sustu, bir saniye kadar sonra kendi kendisine mırıldandı: “Bakalım, göreceğiz.” Aslında müthiş mütevekkil davranıyor, mesele de bu zaten: Doğrudan doğruya Jagger’la ya da Richards’la karşı karşıya gelmeye cesaret edemiyor ve kabahati kendinde bulup gruptan ayrılması gerektiğine kanaat getiriyor. Ayrılma haberi kayıt yapmak üzere Münih’e uçmaya hazırlanan grubun diğer üyelerini pek sevindirmiyor. Onları Münih’te stüdyoda kayıt yaparken görüyorum, piyanoda eski ahbap Nicky Hopkins. Keith yeni yaptırdığı pırıl pırıl dişleri sergiliyor, ama yüzü o kadar zayıflamış, teni o kadar saydamlaşmış ki, porselen dişler görüntüyü kurtarmaya yetmiyor (eskiden ağzı terkedilmiş bir mezarlık gibiydi). Tiksinç Bill Wyman bir köşede herkesin moralini çökerterek inler gibi sesler çıkarıyor. Tanrım, bu Wyman kadar sevimsiz ve kötü bir herif nasıl olabilir? Öbür yanda da gittikçe kelleşen iyiler iyisi Charlie. Jagger durmadan ona takılıyor. Charlie her seferinde biraz daha çileden çıkıyor. Rudolf Nureyev’le kulüplerde kasım kasım boy gösterdiği Paris’ten gelmiş Jagger. Nihayet çalmaya başlıyorlar, Jagger bir gitar kapıyor ve Martha and the Vandellas’ın “Heatwave”ini hatırlatan akorlar tıngırdatıyor. Sonra, yirmi dakika kadar bir süre boyunca aynı şeyi tek başına Richards yapıyor. Daha sonra Watts ve Wyman’la Hopkins katılıyor ve büyük makine yola koyuluyor. Birazdan, bir “backing-track” ortaya çıkıyor. Jagger piyanoya geçiyor ve bir melodi mırıldanıyor. Yeniden başlıyorlar. Bir daha, bir daha. Her seferinde biraz daha hızlı, ta ki kimse hiçbir şey anlayamaz hale gelinceye kadar. Grubun yaşlı ses mühendisi ve prodüktörü Glyn Johns’un ağzı kulaklarında, “tıpkı eski güzel günlerdeki gibi” diyor coşkuyla. Yine de birkaç sene sonra, Musician dergisine içini dökecek ve Münih’teki bu kayıtlarla ilgili yaşadığı hayal kırıklığını anlatacak: “Dürüst olmak gerekirse, Mick’in de, Keith’in de nasıl bir albüm yapıldığı hakkında en ufak bir fikirleri olduğunu sanmıyorum. Onlarla çalışmak müthiş zahmetliydi. Bana kalırsa, Rolling Stones en iyi ritm duygusuna sahip rock grubuydu. Bu büyüleyici adamların gittikçe daha kötü çaldıklarını görmek hayal kırıklığı yaratıyor.”
Taylor’ın ayrılmasından sonra, bir yığın gitarist dinleniyor, ama işi Ronnie Wood’un kapacağını bilmek için kâhin olmaya gerek yok. Jagger ve Richards’la iyi anlaşıyor, Watts ve Wyman’ın uyarıcı buldukları bir enerji yayıyor. ‘75’te, Stones’un yeni Amerika turnesi vesilesiyle Wood grupta çalmaya başlıyor.
Fitzgerald’ların trajedisi
1976 ilkbaharının sonunda, Stones Avrupa turnesine çıkmaya hazırlanırken, başlangıçtan beri en zayıf albümleri “Black And Blue” piyasaya çıkıyor. Turneye Paris’te katılıyorum. Stones çetesinin çevresinde ve içinde uyuşturucu trafiği ve kullanımı çok yoğun. Richards aşırılıklarında ve düşkünlüklerinde Jagger ve Wood’dan yüz buluyor. Wood zaten onun izinden gidiyor. Stones’un üç gün üst üste çaldığı Abattoirs’ın kulislerinde adım başı, ceketlerinin üstüne Keith Richards imzalı özel serbest giriş kartı iliştirmiş eroin ve kokain torbacılarına tosluyor insan. Tur menajeri Pete Rudge saçını başını yoluyor ve bu yasadışı faaliyeti iyi kötü dizginlemeye çalışıyor. Biraz durumu düzene sokup itidal sağladığında, Richards onun çabalarını daha da sabote ediyor. Jagger bütün bunlar sanki kendisini hiç bağlamıyormuş havalarında. Aslında, grubun üyeleri kendilerinin yasaların üzerinde olduklarından eminler. Konserlere gelince, yürekler acısı. Gizem, dinamizm, heyecan yok olmuş.
Bunların yerini Richards ve Wood’un hantal ve beceriksiz gitarlarının yapış yapış birbirine girdiği, karman çorman yavan bir ses bulamacı almış. Devasa bir şişme penis gibi grotesk ıvır zıvırlar takıp takıştırmış Jagger tavus kuşu gibi.

Derken trajedi boy gösteriyor. Kısa bir süre önce Anita Pallenberg “zor” bir gebeliğin ardından Keith Richards’ın üçüncü çocuğunu dünyaya getirmişti ve bebek (‘60’lı yıllardan düşmüş aristokrat bir ahbapları olan Tara Browne’un adından ötürü anne-babasının Tara adını verdiği küçük oğlan) çiftin İsviçre’de kiraladığı evde iki aylıkken beşiğinde son nefesini veriyor. Istıraplı anne, Keith’le buluşmak için son Paris konserine geliyor. Çiftin oradan ayrılırkenki halini hayatım boyunca unutamayacağım: Gözyaşlarına boğulan Anita yürüyemiyor; Keith koluna girip ona destek oluyor, ama o da ağlıyor ve o kadar kırılgan görünüyor ki, dokunsalar düşecek gibi. Artık rock çağının Scott ve Zelda Fitzgerald’ı değil, yıkılmış kederli bir çiftler, sanki yıllar sonra temerküz kampından çıkıyorlar.
O anda onları bir daha sağ göremeyeceğimi düşünüyorum.
Bukalemun
Grup, Şubat 1977’de bir kulüpte birkaç konser kaydetmek üzere Toronto’da. Richards ve Pallenberg, suitlerinde 50 gramdan fazla eroin ve kokainle Kanada polisi tarafından basılıyor. Her şey bir kâbusa dönüşüyor. Keith, ömür boyu hapis cezasıyla karşı karşıya, ahbapları Jagger ve Wood tarafından korkakça terk edilmiş bir durumda, Kanada’da yapayalnız ve yoksun bir halde kalakalıyor. Tam bir cehennem, ama eninde sonunda, kaçınılmaz…
Yüzünde zorlama bir saflık ifadesiyle Mick Jagger kem küm ediyor:“Bunun er ya da geç olacağını bilmiyor muydum diye bana soruyorsun…” Bilmem kaçıncı söyleşiyi yapmak üzere Soho’da bir Vietnam lokantasındayız.“Eee evet, tabii! Allah kahretsin, Keith her sene kendini tutuklattırıyor.”
Ama durum gittikçe ciddileşiyor… “Sonunda geberip gidecek… Bunu mu demek istiyorsun? O zaman bir şey yapmak lâzım. Ama ben ne hâkimim ne de jüri üyesi. Ahlâken, yapamam… Bu türden ayrıntılara giremem. Tamam, bu iş hakkında ne düşündüğümü sana söyleyebilirim, ama yapamam… Bu benim meselem değil, beni bağlamaz. Kaç tane şırınga bulduklarını bilmiyorum. Bütün bunlarla benim bir alâkam yok. Aynasızları görmeye bile gitmedim.”
Peki onun bu şekilde çöküp gittiğini görmek seni nasıl etkiliyor?
“Bak, bunlar hakkında konuşmamamız lâzımdı. Zaten başı belâda. İlerde, kesin, bunları konuşuruz, ama…. Şimdi söylenenler onun aleyhinde kullanılabilir.”
Onu savunmada kalmak zorunda bıraktığımdan, sürekli kafamı kemiren soruyu sormak için durumdan yararlanmaya karar veriyorum: Mick Jagger gibi mutlak kudret sahibi ve sarsılmaz bir adam, niçin, çoğu oldukça sevimsiz, bir sürü farklı kişiliğe bürünme ihtiyacı duyar?
“Kişilik değiştirmek hoşuma gidiyor, bu kadar basit” diye karşılık veriyor bir süre düşündükten sonra. “Dürüst olmak gerekirse, kendi kimliğimi korumak için biraz bukalemun olmam lâzım. Bazen böylesi gerekiyor…”
Peki ama kendi kendinle bağlantını kaybeder hale geldiğin olmuyor mu hiç?
“Belki, ama bu ihtimali bir tehdit olarak görmüyorum. İnsanın sadece tek bir yüzü olması benim için hiçbir anlam ifade etmiyor. Yaptığım işe devam edebilmem için bana en az iki yüz gerekiyor. Komediyi oynuyorum, çok aşikâr… Ama bu sayede her istediğimi yapabiliyorum. Bütün bunlar ‘rock-star’ statüsünün bir parçası en nihayetinde.”
Sonra, yemek yerken çubuklarla boğuştuğumu görünce, yüzünde hor gören bir sırıtma yayılıyor.“Çatalla yesene. Fazla titriyorsun.” Bununla aslında şunu demek istiyordu: “Sen kendini kül yutmaz sanıyorsun ama, beni asla kıstıramazsın.”Mick Jagger bana karşı hep fazlasıyla sinsi olmuştur. Bu, onun ve Richards’ın ortak yanıdır: Mutlak hâkimiyet. Onların gözlerinin içine bakan, kim olursa olsun, bakışlarını önce kaçırmak zorunda kalır, çünkü bakışları o kadar sabit ve delicidir ki, sonunda içinize işler. İşte bu nedenle de, uyuşturucunun bu korkunç Waterloo’sunda bile, bal gibi ayakta kalıyor ve Elvis gibi bir kurban (Tanrının ona bahşettiği karizmanın ve yeteneğin vadesini bir türlü anlayamayan ve sersemlerle yağcıların akıntısına kapılan zavallı “loser”) ömrünün daha yarısına bile gelmeden uyuşturucu müptelâları mezarlığını boylarken, onlar yaşlandıkça daha da serpilerek başarı yolunda ilerliyorlar. Nedeni çok basit: Fazla kudretli, fazla kötücüller. “Bu hafta kim ölmüş? Roy Orbison mu?” diye dalgasını geçiyor Jagger: “Son günlerde hayat amma da zor haa! Ah şu pop starlar! Sinek gibi düşüyorlar! Ha, ne dersin moruk?! Elvis öteki tarafı boyladığında ben Türkiye’deydim. O anda bulunduğum barda radyoda onun parçalarını çalmaya başladılar, üç-dört saat sonra duruma uyandım: Zavallı sersem öteki tarafı boylamıştı!”
Ego Savaşları
1978’de yine Avrupa’da turnedeler ve Londra’daki iki konserden önce Richards’la uzun bir akşam geçirme fırsatı yakalıyorum. Bu seferki her zamankinden daha hoş. Kendini toparlamış. Eroinden temizlenmiş. Canlı ve sıcak yaratılışlı, müthiş sarışın bomba, manken Patti Hansen’a aşık olmuş. Keith doğru yolu bulmuş ya da en azından kokain tüketimini ciddi bir şekilde düşürmüş. Üç-dört gece üst üste hiç uyumama alışkanlığı hâlâ sürüyor. Keith’in etrafında yine o daimî sirk: Kendini göstermeye ve uyuşturucu otlanmaya çalışan çekingen müzisyenler, ilgisini çekmek için birbirini çelmeleyen torbacılar… Stones için her şey yoluna girmiş değil: Richards sakinleştiyse de, bu sefer Ron Wood “free base” kokain yüzünden tam mânâsıyla serseme dönmüş durumda. Hatta Londra’daki konserlerden birinde sahnede uyuyakalıyor da Richards suratının ortasına bir yumruk atarak onu uyandırıyor. Öte yandan, Jagger ve Richards artık hiçbir konuda anlaşamıyorlar ve birbirlerine karşı sahnede bile ortalığı kasıp kavuran büyük bir ego savaşı açıyorlar: Birbirlerine hiddetli bakışlar fırlatırken, Jagger şarkıları hızlandırıyor, Richards ise yavaşlatıyor. Durum öylesine berbat bir hal alıyor ki, bir akşam Richards, Jagger’ın seyircinin üstünde havada gezinmek için kullandığı kancaya kendisini takıyor ve yirmi dakika inmeden milletin üstünde solo yapıyor; bu arada düşman kardeşi amplilerin arkasında hiddetten köpürüyor.
Turnenin sona ermesinden sonra “Undercover” albümünü çıkarıyorlar. Daha sonra, ‘70’lerden beri Amerika’daki üsleri Atlantic plağı bırakarak Columbia’ya geçiyorlar. Burada Jagger, şirketin iğrenç patronu Walter Yetnikoff’u yüzsüzce kafaya alıyor ve grubuyla aynı şirketle solo çalışma için tatlı bir sözleşme koparıyor.
Bunun üzerine sorunlar ciddi boyutlara geliyor. Jagger, gittikçe daha yaşlı ve laçka bulduğu Stones’dan uzaklaşmaya çalışıyor. Hep genç ve gözde olma arzusu, her zaman marazi bir takıntı olmuştur onun için. David Bowie gibi, Prince gibi uluslararası düzeyde solo başarı peşinde; başarıyı artık sadece kendisi için istiyor, Stones’un kendisini gölgelememesini ve paracıkları paylaşmak zorunda kalmamayı arzu ediyor bundan böyle.
İhtiras ve tamahkârlıkla, Jagger solo albümünü çıkarıyor: “She’s The Boss”. Ve derhal, son sürat geniş kitlelere onu zorla benimsetme işine koyuluyor. Çevresinde en iyi prodüktörler ve stüdyo müzisyenleri var. Hatta işi, albümdeki şarkılar etrafında dönen doksan dakikalık bir komedi film finanse etmeye kadar vardırıyor. Filmde saçma sapan birtakım olaylar sonucu ayrılan bıkkın ve narsisist bir rock-star çift rolünükendisiyle Jerry Hall oynuyor. Ama bir mesele var: Albüm beş para etmez, cansız ve zayıf. Film ise kendini bilmezliğin şahikası oluyor. Dolayısıyla Jagger’ın solo kariyeri bozgunla başlıyor, ama 1985’in ortasında anoreksik bir kanarya gibi sarılara bürünmüş halini görenler tam tersi sanır.
Yıkım ve Diriliş
Starların mega-düellosunun zirvesi Live Aid’deyiz. Londra ve Philadelphia’da bütün starlar barışıyor, eski dostlar bir araya geliyor. Her zaman olduğu gibi sapkın Rolling Stones’cular tam tersini yapıyor: Jagger’ın keyifli yirmi dakikalık sahnesinden sonra, Jack Nicholson gecenin son sanatçısını takdim ediyor, bu anıtsal afişin başında olması anlaşılabilir tek isim: Bob Dylan ve beraberindeki iki sürpriz konuk. Gittikçe oturaklılaşan Dylan, Ron Wood ve Keith Richards’la anlaşmış. Richards daha baştan, eski solistini gölgede bırakma fırsatını ele geçirmenin keyfini yaşıyor. Üçü daha önce prova yapmışlar, ama sahneye çıkarken Dylan Wood’a dönüyor ve “The Ballad of Hollis Brown”la başlayacaklarını söylüyor fısıltıyla. Parçadan Wood bîhaber. “Hollis Brown mı?” diye soruyor gitarist, bir yandan hazırlanırken: “Bu bir öksürük şurubu adı değil mi ya?” O anda ip kopuyor: Richards ve Wood suratlarında mest olmuş bir ifadeyle gülümseye gülümseye, baştan savma bir şekilde eşlik ederek gülünç duruma düşerken, Dylan sanki başka bir gezegenden gelmiş gibi çalıyor.

1986’nın başında, “Dirty Work” çıktığında, Jagger, Richards’a albümün promosyonu için Stones’la beraber turneye katılmayacağını söylüyor. Böylece, gelecek üç yıl için gruba nokta konmuş oluyor. Grubun Londra’da West End’deki bürosunun yakınlarında sokakta rastladığım Charlie de bana bir ifşaatta bulunuyor: “Stones’la turneye çıkmak mı? Aklıma getirmek bile istemiyorum” diye mırıldanıyor yorgun bir ifadeyle: “Şu görüntüyü kafamdan atamıyorum: Ben Stones’la sahnede çalıyorum ve ön sırada 15-16 yaşında kızlar haykırıyor. Benim kendi kızım şimdi onlardan daha büyük! Bu durum çok can sıkıcı.”
Sonra, yine çok fuzulî ikinci albümle Jagger’ın solo kariyeri hakikaten iflas ediyor. Yaşının sadece daha vahim hale getirdiği azgın donjuanlığı yüzünden Jerry Hall kendisini bininci kere terk ediyor ve hatta insanların içinde ondan “kırışık suratlı ihtiyar” diye söz ediyor. Birden bu ebedî galip, bir “loser” olarak görülmenin yakıcı acısını tadıyor. Daha da beteri, Keith Richards artık basın üzerinden onu aşağılamaya başlıyor. Ona “Peter Pan kompleksinin ihtiyar kurbanı” muamelesi yapıyor, “Rolling Stones’un özüne ihanet etmek”le suçluyor. Aslında, Keith de kendi ilk solo albümünün promosyonunu bu şekilde yapmayı tercih ediyor. “Talk Is Cheap” adıyla piyasaya çıkan eli yüzü düzgün albüm eleştirmenlerden saygı görüyor, ama pek ticarî başarı elde edemiyor. Bu arada, dünyanın dört bir yanından grubun tekrar bir araya gelmesi için teklifler yağıyor. Söylendiğine göre, en az yüz milyon dolar öneriliyor. Tabii ki gururlarını yalayıp yutup 1989’da barışıyorlar. Jagger’ın “Steel Wheels” adını verdiği sağlam albüm piyasaya çıkıyor. Ve ABD’de hasılat rekorları kıran büyük dünya turnesine çıkıyorlar. Jagger’ın teatral saçmalıkları ve bazı şarkıları tıkızlaştıran sample’lara hazırlıklı bir halde Paris konserine koşa koşa gidiyorum. En kötüsüne razıyım, ve şaşkınlıktan donup kalıyorum: Stones muhteşem, çok güçlü ve iyi çalıyorlar, müthiş uyumlular, Mick Jagger canlılık saçıyor. Ta en başından beri onları sahnede görenlerin hiç şüphesi yok, Rolling Stones yeniden yeni zirvelere tırmanıyor.
(Roll)
Tell Me (1964)
Rocks Off (1972)
Bob Dylan, Keith Richards & Ron Wood / Live Aid 1984
Jumpin’ Jack Flash (2008)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder