Sanat, sanatçı ve sponsor ilişkisi hakkında konuşulmaya başlandığın da ilk olarak, sponsorların sanatı finanse ettiği, darboğazda olan sanatçıya sanat yapma olanağı verdiği telaffuz edilir. Peki çok büyük paralar kazanan sanat etkinliklerinin de sponsorlarının olmasını nasıl açıklayacağız?
İstanbul’lu caz sevenlerin beklediği senelik ritüellerinden belki de en önemlisi İstanbul Caz Festivali geçtiğimiz hafta içinde yapılan açılış konseri ile başlamış bulunuyor. Bu sene festivalin programı türün sevenleri için hayli çekici görünüyor. Marcus Miller, Caro Emerald, Morrissey, Keith Jarret ilk başta göze çarpan, moda deyimle festivalin ağır topları. Caz sevenler için 2012 yazı Keith Jarret’ı dünya gözüyle görmek için iyi bir fırsat olacak.
Ha bu arada festivalin ana sponsorluğunu da Garanti Bankası üstlenmiş.
Malumunuz bugünlerde her şeyin bir sponsoru var. Süperinden normaline futbol ligimizin sponsorları var, tv show programlarının adları sponsorları ile anılıyor vb... Sponsorsuz sokağa çıkmak adeta çıplak çıkmak gibi bir şey!
Geçtiğimiz cuma günü Cüneyt Özdemir Radikal’deki köşesinde yazıyordu. Medyamızın bu genç “prensinin” bir başka yazısında yazdıklarını Hıncal Uluç yanlış anlamış ve prensimizi sponsor karşıtı olmakla suçlamış. Cüneyt Özdemir de bunun üzerine yazısında sponsor karşıtı olmak bir yana adeta can havliyle kucağına düşen ateş topundan kurtulmak ister gibi ne denli büyük bir sponsorluk yanlısı olduğunu anlatmaya girişmiş.(1)
Anlaşılıyor ki sponsor karşıtı olmak pek hoş bir şey değil.
Ülke olarak pek çok alanda olduğu gibi sanatta da sponsorluğun önemini iyice anlamış bulunmaktayız. Öyle ki, son zamanlarda üniversitelerimizin çeşitli bölümlerinde sponsorluğun nasıl anlamlı bir şey olduğunu anlatan tezler hazırlatılıyor.
Bugün sponsorluk artık sorgulanmayan, sorgulanmak bir yana sanatsal süreçlerin doğal bir parçası olarak kabul gören bir müessese halinde.
Amatör bir tiyatro topluluğu içinde tiyatro yapmaya çalışıyor olsanız bile ya oyun afişlerinizin altına ….’nun katkılarıyla yazdığınız sponsorlarınız vardır ya da bu uğraşınızdan söz ettiğiniz insanlar size amatör olduğunuza yani maddi bir çıkar beklentisi içinde olmadan tiyatro yaptığınıza bakmadan “iyi de sizi destekleyen birileri yok mu, kendinize bir sponsor bulsanıza” der. “Biz sponsorla çalışmak istemiyoruz” yanıtını verecek olursanız karşı tarafta bir şaşkınlık hasıl olur ve o tuhaf soru gelir arkasından “niye ki” tuhaftır çünkü karşı taraf için tanımlayamadığı, anlamsız bir şey söylemişsinizdir. Bilgisayar diliyle söyleyecek olursak konuştuğunuz kişinin zihni “error” verir.
Sözün özü sponsorluk iyi bir şeydir ve her sanatçının bir sponse edeni olmalıdır.
Üstelik görünüşte sponsorluk sakıncalı bir şeyde değildir. Mesela Caz festivali örneğinde desteklenen bir sanatçı değil bütün bir festivaldir, o buluşmanın kendisidir. Yani ortaçağın yanaşma sanatçıları gibi günümüz sanatçısı bir büyük şirkete yanaşmış ve onun çıkarlarının dolaylı savunusu yapar diyebileceğimiz bir durum da yoktur. Bu haliyle sanatçı satın alınmış değildir ve özgürce üretimini sürdürebilir.
(Sözün burasında aslında külahım geliyor ve bütün bunları külahıma anlatın demek istiyorum ama asıl değinmek istediğim yer burası değil)
Festivalin desteklenmesi ise dünya gözüyle bir Keith Jarret izlemek anlamına gelmektedir. Bunun kimseye zararı yoktur aksine gayet faydalı görünmektedir.
Ne var ki aynı zamanda bu düşünce dizgesinin eksik bıraktığı büyük bir boşluk var;
Bir sanatsal buluşmanın sadece seyircileri ile kendisini finanse edemeyip sponsorlara ihtiyaç duyması yeterince utanç verici değil midir?
Bir bu tabloya tersinden bakmayı deneyelim, Caz festivalinin düzenleyicisi İKSV’nin tanıtım bültenlerinden birinde şu rakamlara yer veriliyor;
40 yılda sayılarla İstanbul Kültür Sanat Vakfı
Geçen 40 yılda, İKSV’nin düzenlediği İstanbul Müzik, Film, Tiyatro ve Caz Festivalleri ile İstanbul Bienali’ni 8,5 milyon kişi takip etti.
İstanbul Film Festivali: 30 festivalde 109 ülkeden 2.514 yönetmenin 3.767 filmini 3.197.000 sinemasever izledi.
İstanbul Tiyatro Festivali: 17 festivalde, 4.500’e yakın sanatçının 469 performansını 375.000 seyirci izledi.
İstanbul Müzik Festivali: 39 festivalde 40.000’i aşkın sanatçının 2.835 gösterisini 3.360.000 seyirci izledi.
İstanbul Caz Festivali: 18 festivalde 4.000’i aşkın sanatçının 500 konserini 600.000 müziksever dinledi.
İstanbul Bienali: 12 bienalde 1.000 sanatçı ve sanatçı kolektifinin 3.000’e yakın yapıtını 750.000 kişi gezdi.
Çalışmalarına 1973 yılında 4 kişilik kadrosuyla tek bir festival düzenleyerek başlayan İKSV, 40 yıl içinde uluslararası ölçekte beş festival, iki bienal ve birçok özel etkinlik düzenleyen bir kurum haline geldi. İKSV kadrosunda şu an 79 kişi çalışıyor.
İKSV’ye 40 yıl boyunca 748 kurum ve kuruluş destek verdi.
1973 yılında düzenlenen 1. İstanbul Festivali’nin bütçesi 8.000.000 liraydı. (1 doların 14 lira ettiği düşünülürse, toplam bütçe 571.428 dolar ediyordu.) Vakfın 2011 yılı bütçesi ise 29.879.814 TL (yaklaşık 17 milyon dolar).
Burada yazıldığına göre geçen sene düzenlenen caz festivalini 500 konserde 600 yüz bin kişi (bu seneki fiyatlarla 20 - 350 TL arasında değişen bilet fiyatlarıyla ve %94’lük doluluk oranıyla) takip etmiş.
İsteyen eline hesap makinası alıp ortalama bir gelir tahmini yapabilir ve seyircilerden elde edilen gelirin festival giderlerini karşılayıp karşılamayacağını düşünmeye başlayabilir. Ama başka bir gerçek var ki o da, İKSV bugün bir markadır ve sponsorların parayı bu markaya dahil olmak için verdikleridir. (2)
Peki ama sorun ne? Festivalin bir marka olması, sponsorlarının olması, bunun sanata zararı ne, yoksa yine sıkıcı solcu kabalığı mı bu?
Sorun tamamıyla bu tablonun kendisidir. Sanatın tek başına ayakta duramayacağı, mutlaka çeşitli sermaye gruplarınca desteklenmesi gerektiği düşüncesidir. Yüzbinlerce seyirci toplayan organizasyonların bile sponsorla çalışıyor olmasıdır. Sorun amatör tiyatro yapanları bile afişlerinin altına yazacak sponsor bulmaya iten kabulleniştir.
Bu kabullenişin anlamı piyasanın mutlak hakimiyetidir. Piyasa kavramının içinden düşünmeye başlayan Sanat kaçınılmaz olarak hareket ettirici, dönüştürücünü gücünü yitirecektir.
Sponsorluğun sanatın üzerine gerdiği şemsiye, sanat eserini salt “güzel” kategorisine indirgiyor. Bunun için 11. İstanbul Bienalini hatırlamamız yeterli, Koç’un sponsorluğunda düzenlenen bienalin başlığının Brecht’in “Üç Kuruşluk Opera”daki şarkısı “İnsan neyle yaşar?” olduğunu hatırlamak yeterli. Çok tartışılan bu bienal 12 Eylül tarihinde açılmıştı.
“Banka kurmanın yanında banka soymak nedir ki? diyen Alman komünist şair ve oyun yazarı Bertold Brecht’in ana temasını oluşturduğu bir organizasyon için ne kadar ironik (ve aslında ironik olmanın olmanın ötesinde gayri - meşru) bir durum.
Tıpkı, bir yandan Hasankeyf barajı için kredi açarken bir yandan da küresel ısınmaya karşı “kredi kartı” icat eden ve 2008 Avrupa Futbol şampiyonası sırasında faşizan estetiği doruğa çıkan “türko” reklamını yapan Garanti Bankası’nın Caz Festivalini “sponse” etmesinin meşru olmadığı gibi.
Tabi bütün bunların yanısıra “Sanat niye illa hareket ettirici olmalı ki, böyle de güzellik ve incelik katıyor hayatımıza, bu yeterlidir, hatta asıl rolü de budur” da diyebilirsiniz.
Ancak şunu da bilmelisiniz ki, bunu dediğiniz andan itibaren sanatın insan hayatındaki devindirici- zenginleştirici rolünü reddetmekte ve dolayısıyla sanatın ilerletici rolünü yadsımaktasınız. Günümüzde en önemli saflaşmalardan birisi ilericilik kavramı üzerinden gerçekleşiyor. Tarihe (geçmişe ve içinde yaşadığımız zamana) ilericilik perspektifinden bakmadığınızda, ilerlemeciliğe kayıtsız kaldığınızda şu gün içinde yaşadığımız zamanın tüm rezilliklerini sineye çekmiş ve ister istemez gericileşmiş oluyorsunuz. Piyasa ve gericiliğin ortaklaştığı noktalardan biri de burası olsa gerek.
Metin TÜLÜ (soL)
1. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1093...
2. Sözün burasına gelmişken, kişisellik dozu çok yüksek bir not düşmek istiyorum. (okuyucunun dikkatini dağıtmak riskine rağmen yazmadan edemedim, yazarın acemiliğine veriniz lütfen) caz festivalininin bir marka değerinin ve saygınlığının olması gayet anlaşılabilir bir durumken, moda deyimiyle güncel sanat bienallerinin de büyük şirketler, bankalar tarafından saygınlık ve prestij beklentisi ile desteklenmesi gerçekten tuhaf bir durum ve Burjuvazinin sanattan hiç anlamadığının da bir göstergesi.
Güncel sanat diye adlandırılan ürünlerin sanatsal değeri üzerinde yürütülen tartışmalar bana “Çıplak kral” masalını hatırlatıyor. Çıplak kral masalında nasıl terzi bu elbiseyi görmeyen herkes aptaldır diyerek tüm sarayın gerçekte olmayan bir elbiseyi görüyormuş gibi yapmasını sağlar. İşte bugün sanat çevrelerinde Güncel sanat eserlerinin sanatsal değeri ve anlamı üzerine yapılan tartışmalar da bu masaldaki duruma çok benziyor. İkisinde de olmayan bir şey üzerinden varmış gibi konuşmak zorundasınız yoksa herkes sizi aptal ilan eder.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder