11 Temmuz 2012 Çarşamba

*D*O*S*Y*A*


WİLLİAM S. BURRONGHS ÜZERİNE... 

Türkiye Cumhuriyeti devleti, William S. Burroughs ve Chuck Palahniuk’u yargıladı. Geçen hafta görülen karar duruşmasında, bilirkişi raporunda her iki yazarın romanlarının edebî eser niteliğinde olduğu vurgulanmasına rağmen, Sel ve Ayrıntı Yayınları için beraat değil, erteleme kararı çıktı. Burroughs’un vefatının ardından Roll’da yayınlanan derlemeyi huzurlarınıza getirirken, üstadın Allen Ginsberg’e tavsiyesi kulağımızdan gitmiyor: “İstanbul’a gitme! Daha önce oraya gidenlerden de duymuştum bunu: Hiçülke… Pahalı, aşırı bir polis gözetimi…”

****      ****      ****      ****      ****      ****      ****       ****     

BEN TEK BAŞINA YÜRÜYEN BİR KEDİYİM

William S. Burroughs, 1928 yılında, başarılı bir işadamının oğlu olarak dünyaya geldi. Babasının kurduğu şirket, ileride bilgisayar dünyasının dev firmalarından biri olacak Burroughs’du (şimdiki adıyla Unisys). Harvard’ı bitirdi (çoğu Beatnik bitirememiştir). Ancak belli bir eğilimi ve herhangi bir “şey” olmaya dair isteği yoktu. Ailesinin kendisine bağladığı harçlıkla Avrupa’ya gitti. Avusturya’da bir süre tıp okudu. Baktı ki Naziler almış başını yürüyor, önce Paris’e gitti, ardından Amerika’ya döndü. Avrupa’da bir Alman-Yahudisiyle evlenerek onun ABD’ye göç etmesini sağladı. Beatnik’lerin organik bir üyesi olmasına rağmen, sanki her zaman olup bitenlerin biraz dışında, kendi başına takılırmış gibi bir hali vardı. O diğer Beat’lerin abisi statüsündeydi. New York’ta eroine başladı. 15 yıl boyunca bir canki olarak yaşadı. Teksas, New Orleans, Mexico City, Güney Amerika, Kuzey Afrika, Paris ve Londra’da yaşadı.

İkinci karısı Joan’ın trajik ölümünden sonra ciddi biçimde yazmaya başladı. Kendi deyimiyle bundan sonra hiçbir kadınla ciddi bir ilişkisi olmadı, eşcinsel olarak yaşadı. “Canki” ve “Queer” (İbne) romanlarının ardından “Naked Lunch”, “The Soft Machine”, “The Ticket That Exploded”, “Nova Express” yayınlandı. 1970′lerin başında Londra’da gözden ırak yaşıyordu, ama ünü gitgide büyüyordu. 1974′te Ailen Ginsberg’in ısrarlarıyla New York’a döndü. ‘70′lerin sonunda Burroughs yeniden uyuşturuculara takılmaya başladı. 1981 yılında Kansas’ta bir çiftliğe taşındı. Bu tarihten sonra Burroughs daha geleneksel denebilecek düzyazılar üretmeye başladı. Diğer yandan da, ressamlık, senaryo yazarlığı, konuk oyunculuk (“Drugstore Cowboy” ve “Twister”) ve hatta bir Nike reklamında oyunculuk yaptı. Hayatının geri kalanında zamanını New York ve Kansas arasında bölerek yaşadı.

William Burroughs’un adı “taş suratlı dede”ye çıkmıştı. Bu unvanı sadece suratı yüzünden değil, hayata karşı soğuk tavrı yüzünden de hak etmişti. Şimdi tutup onunla ilgili bir sürü sıfat sıralamaya kalkmayalım, onun delici bakışlarına maruz kalmayalım… Yalnızca fotoğraflar, ağzından çıkanlar ve hakkında konuşulanlar…

Burroughs onuruna yapılan törenlerden ikisi dikkat çekiciydi. Bunlardan biri, Aralık 1978′de New York’ta düzenlendi. Akademik panellerle sahne sanatları gösterilerinden oluşan “şölen”e katılan sanatçılar arasında Laurie Anderson, John Cage, Patti Smith ve Frank Zappa gibi isimler de vardı. Yaptığı konuşmada Burroughs şöyle demişti: “Bu uzay çağı ve biz gidiciyiz…”

Harvard bana bulaşmazsa, ben de Harvard’a bulaşmam.

“Canki”de günlerce oturup ayağına baktığını yazıyordun. Ayakkabın ayağında mıydı? Ayağımdaydı. Çıplak ayağıma bakmayı tercih etmem.

Tek mümkün etik, insanın dilediğini yapması…

Hastanede sizin kim olduğunuzu biliyorlar mıydı? Elbette. Doktor ayakucumdaki rapora koca harflerle “Bay Burroughs’a istediği kadar morfin verin” diye not düşmüştü.

Cut-up da her teknik gibi bazı yerlerde yararlı, bazı yerlerde değildir. Ne yaptığınıza bağlı. Eğer kentli bir bilincin karmaşıklığını vermek istiyorsanız, çok yararlıdır. Çünkü hayat bir cut-up’tır. Caddede her yürüdüğünüzde ya da kafanızı pencereden her çıkardığınızda anlık faktörler tarafından bilinciniz kesintiye uğratılır. Birbirini düzenli olarak takip eden anlatım biçimi gerçeklikten çok uzaktır. Ama eğer bir gemi yolculuğunu anlatıyorsanız, cut-up iyi bir seçim değildir.

Benim yazdıklarım psişiktir.

Tevazu beat’liktir; kimsenin mecbur kalmadıkça sergilemediği zorunlu bir erdem.

Amerika’nın herhangi bir anlamı olduğuna inanmıyorum. Neyimiz var ki? Bir yanda kalın enseliler, bir yanda gettoda yaşayanlar. Bunlar açgözlü hayvanlar. Tamamen sosyolojik bir saçmalık. Her tür rehabilitasyonu aşmış durumdalar. Ortak neyimiz var ki? Bana tipik Amerikan olan bir şey gösterin. Elbette Los Angeles var. Tamamen Amerikan olan tek şey Los Angeles. Amerika’nın dışına çıktığınızda Amerikalı olan hiçbir şey yoktur.

Başarılı bir banka soyguncusu, gangster, yönetici-işadamı, psikanalist, uyuşturucu kaçakçısı, seyyah, matador olabilirdim. Fakat koşulların konjonktürü hasıl olmadı.

Sadece American Rifleman (silah dergisi) dergisine aboneyim. Diğerlerini istediğim zaman satın alıyorum.

Burroughs’un başucu kitaplığı: Oswald Spengler (“Batı Uygarlığının Çöküşü”),Wilhelm Reich, Dashiel Hammett, Thomas De Quincey (“Bir İngiliz Afyonkeşinin İtirafları”), Jean Genet, Louis-Ferdinand Celine, Joseph Conrad (özellikle “Lord Jim”),Robert M. Lindner (“Davası Olmayan Asi”/ Rebel Without A Cause)

Burroughs’un genç kuşak hayranları arasında onun kitaplarını okuyan pek yoktu. Yeni kuşak, Burroughs’u daha çok “Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band”in plak kapağındaki fotoğrafından tanıyordu. Ancak, müzisyenler Burroughs’un kitaplarından yararlanıyorlardı. Örneğin “heavy metal”, “Naked Lunch”da geçen bir deyişti: “Heavy metal thunder…” Steely Dan’e de “Naked Lunch”daki bir “dildo”nun adı verilmişti. David Bowie, “Diamond Dogs”un sözlerinde Burroughs’un cut-up tekniğini kullanmıştı.

William Burroughs ve Brion Gysin’ın deneyleriyle Keith Haring vasıtasıyla ilgilenmeye başladım. Keith, benim için Burroughs ve Gysin’ın ortak kopuş metinlerinden oluşan “Üçüncü Zihin”in fotokopisini çekmişti. Keith’i ölmeden önce son görüşüm oldu bu. “Üçüncü Zihin”de kutlanan işbirliği ruhu, her zaman kendi çalışmalarımın merkezinde oldu. Albümüm “Clear”, kısmen işbirliği ve deneyime yapılmış bir övgüdür. Bir “Çıplak Şölen” esinli rap olan “Bug Powder Dust’da Justin Warfield’la işbirliği yapmıştık. (Bomb The Bass’dan Tim Simenon)

Müptelâ olmak için yaklaşık bir yıl ve birkaç yüz şırınga yapmak gerektiğini söylemek mübalağa olmaz sanırım.

Benim yazdığım kitaplar sadece bir Amerikalı tarafından yazılabilirdi. Jean Genet’nin eserleri sadece bir Fransız tarafından yazılabilirdi. Düzyazısı klasik Fransız üslûbundadır, ama eninde sonunda Fransızdır. Bence Beckett dibine kadar İrlandalıdır. Bu kitaplar da ancak bir İrlandalı tarafından yazılabilirdi. O İrlanda’yı terketmiş olabilir ama, İrlanda onu terketmedi. Joyce da İrlandalıdır, hem de nasıl. Sorun, bir insanın kendini bir ülkeyle özdeşleştirmesi ya da orada yaşamak istemesi değildir. Büyüdüğü yerdir aslolan. Bu yer onu damgalar.

Uyuşturucularla deneyimlerimden hiçbir zaman pişman olmadım. Büyüme bitince ölüm başlar. Bir müptelânın büyümesi hiç bitmez.

ABD’de insan ya “sapar” ya da sıkıntıdan patlar.

İstanbul’a gitme! Daha önce oraya gidenlerden de duymuştum bunu: Hiçülke… Pahalı, aşırı bir polis gözetimi —yabancılardan hoşlanmıyorlar, her şey için bir iznin olması gerekiyor. Hiç kıç yok, erkek ya da dişi. Tesadüfen şehirdeki tek kerhanede de çalışmalar vardı, kompresörler ortalığı titretiyor, buldozerler her şeyin altını üstüne getiriyor, enkaz sağda solda yıkılıp kalmış junkie’lerin üstünü kaplıyordu. Ne diyorum sana, bir kâbustu! İnan, tüm Avrupa’da bohem ziyaretçilerin bu kadar kötü karşılandığı bir başka yer yoktur. Seni uyarıyorum. (Allen Ginsberg’e mektup, 20 Ağustos 1957, Kopenhag)

Bana göre değişimin gerçek mimarı politikacılar değil, sanatçılardır. Politikacılar değişimi onaylarlar sadece.

Cinayet, Meksika’nın millî nevrozu.

Kerouac milyonlarca café açtı ve her iki cinse milyonlarca blucin sattı.

Bu şiir, hiç şüphesiz, yaptığın en iyi şey. Aynı zamanda, bir gelişme çizgisinin son durağı gibi geliyor bana. (Allen Ginsberg’e, “Howl”a dair)

En güvenli güvenlik, koşulsuz destek veren dostlardır. Bu, satın alınamayacak bir şeydir.(Allen Ginsberg’e)

Niye yazıyor? Çünkü bu benim işim. Benim hayatım. Nasıl yapılacağını biliyorum. Bir avukata, doktora ya da polise de sorarsanız, aynı yanıtı alırsınız.

Naropa Enstitüsü’nde yaratıcı okuma üzerine dersler vermiştim. İnsanlara yazmanın öğretilemeyeceğine, olsa olsa okumanın öğretilebileceğine karar vermiştim. İnsanları okumaya çekmek istiyordum.

Kalkarım. Genelde sabah on ile akşam altı arasında yazarım. Öğle yemeği yemem. Günde altı saat çalışırım. Sonra yürüyüşe çıkarım. Arada sırada bir şiir yazarım. Bir düzyazı sayfası alır, satırları değiştirir ve buna şiir derim. Şiirle düzyazı arasında bir fark yoktur. Sadece metodlar farklıdır.

Bütün yazarlar bir okuyucu topluluğu için yazar, “kendin için yazmak” diye bir şey yoktur. Ancak hiçbir zaman o okuyucuların kim olduklarını bilmezler. Onların kim olduğunu öğrendiklerinde ise yazmayı bırakırlar.

Rüyadan daha güçlü bir şey yoktur, çünkü rüyalar YASA’nın formlarıdır.

Saint Augustine günümüzde yazacak olsaydı, herhalde “Naked Lunch” gibi bir şey yazardı. (Norman Holland)

Tanca’da iki yıl boyunca Bill’i (Burroughs) düzenli olarak gördüm. Yalnız kif, macun ve alkol kullanıyordu. Ama üçünden de çok fazla miktarlarda. Masasının üstünde ve altında, yerlerdeki kâğıt yığınları kaotik bir manzara sunuyordu, tüm bu kâğıtlar, o sıralar sürekli olarak çalıştığı “Çıplak Şölen”in sayfalarıydı. (Paul Bowles)

Tek değil, birçok tanrı olduğuna inanıyorum ve sürekli olarak çekişiyorlar. Eğer burada olup bitenleri yaratan ve kontrol eden tanrılar varsa, olup bitenlere bakarak onlarla ilgili yorum yapabilirsiniz. Sanırım onlar sömürgeci.

Ben sikilmiş bir azizim, Kutsal Ruh tarafından sikilmiş bir aziz…

Burroughs beni derinden etkiledi. Amerikan bilim kurgu dünyası için aynı şeyi söyleyemeyeceğim, çünkü ya Burroughs’un kim olduğunu bilmezler ya da hemen düşmanca bir tavır takınırlar… O ‘50′lerin bilim kurgusunun kurucusudur ve onu toplumsal konserveyi açmak için paslı bir açacak olarak kullanmıştır. Bilim kurgucular onu hiç anlamadı. “Çıplak Şölen”i okuduğumda 15′imdeydim ve bu okuma kafamı duvarlara çarptı. Indiana’da herhangi bir oğlanın megalomanyak fantezisine sahiptim, “Çıplak Şölen”i elime aldım ve BUM! Öylesine etkiliydi üzerimde. Burroughs’vari bazı malzemeyi bir ayrıkotu gibi içimden söküp atmak zorunda kaldım. Londra’da bir söyleşide, ender zihin açıklıklarımdan birinde, adama, Burroughs’un yaptığıyla benim yaptığım arasındaki farkı şöyle açıklamıştım: Burroughs malzemeyi kâğıdın üzerine yapıştırıveriyor, bense malzemeyi her şeyin üzerine airbrush ile püskürtüyorum. (William Gibson)

1991′de eleştirmen David Topp, Public Enemy ve Ice Cube gibi grupları, Burroughs’un “sokak seslerini, konuşmalarını geri getiren ve sokaklarınıza bütün bir dil ırmağıyla ses dalgaları, girdapları, hortumları göndermek için bu sesleri kayıt aletlerinde yeniden düzenleyen” Subliminal Kid’ine benzetir. (Robot A. Sobieszek)

Notting Hill’de biri bana Brion Gysin’ın cut-up’larıyla zamanından ilerde olduğunu, çünkü şimdi dans müziğinde kullanılan sampling’lerin bir tür cut-up olduğunu söylemişti. Ona katılıyorum. Sampling’leri mümkün kılan dijital işlem, cut-up’larınkiyle aynı işlem. Burroughs / Gysin ses cut-up’ları, anolog bir çağda güzel bir mono olarak ortaya çıkıyor. Şeylerin rastlantısal doğası, yüksek sanattan yansıyor. Cut-up’ların kökleri, gündelik olayların taşıdığı büyüde. (Islamic Diggers’dan Frank Rynne)

Arabaları sevmiyorum. Araba kullanmayı sevmiyorum. Ve şu uzun mesafeler! Her yere yürüyerek gidebileceğin yerleri seviyorum. Manhattan öyledir. Tanca da…

Kendi kendime yetemiyorum. Seyirciye ihtiyacım var. Budha’nın bir faydası olmuyor. Yalnızım ve canım sıkılıyor.

İtibar kazanmak için çayımı bir kurukafadan içmem gerekiyor. Bana bırakılan tek günah bu.

Cennete inanır mısın? Elbette. Cennet, cehennemin yokluğudur. Tıpkı zevkin, acının yokluğu olması gibi.

“Sanat” diye adlandırdığımız şey —resim, heykel, yazı, dans, müzik—, kökeninde büyüyle ilgilidir. Yani, kökensel olarak son derece belirli etkiler elde etmek için törensel amaçlarla kullanılırdı. Büyü dünyasında hiçbir şey, biri onun olmasını istemeden, bunun için iradesini kullanmadan olmaz ve bu iradeyi yönlendirmek için bazı büyülü formüller vardır. Sanatçı da izleyicinin ya da okuyucunun zihninde bir şeylerin olmasını sağlamaya çalışmaktadır.

Düşünceler için kelimelerin olması gerekmez, ama kitaplar için kelimelerin olması gerekir. Hayvanların da düşünceleri, kavramları ve rüyaları var, ama kelimeleri yok. Onlar da konuşuyorlar, ama yazmıyorlar. Sembolleştirme kavramları yok. Dilin özü, insanı şempanzeden ayırt eder. Bir hayvan harita okuyamaz. Şempanzelerin belli ölçülerde sembol kavramları vardır, ama kelimeleri üretebilecek mekanizmaları yoktur.

Bana başarısız bir psikanaliz yaptı. Yanlış bir psikanalizdi, ama ilginç bir deneydi. (Allen Ginsberg, Burroughs’a dair)

Müzikal olarak punk’ı izlemiyorum. Ama bana neden punk’ın dedesi dendiğini anlayabiliyorum. Punk’ın herhangi bir programı yok ve akım olarak herhangi bir yere doğru gitmiyor. Müreffeh bir toplumda ortaya çıkabilecek tipik bir akım punk da… İspanya ya da Fas gibi fakir ülkelerde insanların gelecek anlayışı o günün sonundan ibarettir. Bu yüzden geleceğin olmadığı fikri kabul edilmiş bir gerçektir. Oysa siz çıkıp “gelecek yok” diyorsanız, bir refah toplumunda yaşıyorsunuz demektir. Bu hareketlerin hepsi ancak refah toplumlarında ortaya çıkabilecek hareketler.

Yazarlar kelimelere, ressamların renklere sahip oldukları kadar sahiptir ancak.

10-15 yıl kadar önce, 1980’de, Burroughs Mick Jagger’a dil virüsünün bir şarkı söyleme hastalığı olarak çıktığını hatırlatıyordu. Bu hastalıktan hayatta kalan maymunlar insan konuşmasına geçmişler ve “bir milyon yıllık konuşma maratonu”na başlamışlardı. “Bütün bu pop gruplarının yaptığı nedir” diye sorarak şu sonuca varıyordu Burroughs: “İnsan konuşmasının köklerini yeniden yaratmak”.

Reagan ve Papa’ya yapılan suikastlar hakkında ne düşünüyorsun? Başkan, Papa ya da başbakan olmak gitgide tehlikeli bir hale geliyor. Yakında bu işleri yaptıracak adam bulamayabilirler.

İyi de, pek ciddi değillerdi sanki. Bir .22’lik taşıyordu… O bir aptaldı, ama diğeri değildi. Bir .45’lik kullanıyordu. Terörist gerçek hedefini vurmaya çalışıyordu orada.

Bir canki, hayatının yarısını bekleyerek geçirir.

Yıllar boyunca, “Canki” de dahil olmak üzere Burroughs’un kitaplarını filmleştirmek için projeler üretildi. “Naked Lunch”la ilgili daha önceki projelerde, başrol için adı geçenler arasında kimler yoktu ki: Mick Jagger, Dennis Hopper (aynı zamanda filmi yönetmek de istemişti), Jack Nicholson, David Bowie…

Bir kadınla yatmak, ya da bin kadınla, sadece şu gerçeği vurguluyor: Benim istediğim kadın değil. Yine de hiç yoktan iyidir. Tıpkı tortilla yemenin aç kalmaktan daha iyi olduğu gibi. Ama kaç tortilla yersem yiyeyim, canım biftek çeker.

Cézanne resimlerini ilk defa insanlara sergilediğinde ne oldu? Kanvasları parçalamaya kalktılar. Bunların farklı bir açıdan ya da farklı bir ışıktan bakarak çizilmiş olan insanlar ve balıklar olduğunu göremediler. Bugünse her çocuk Cézanne’a bakıyor ve orada ne olduğunu görüyor. O zaman bunu göremediler, çünkü bakmaya alışık oldukları resimlerden (çayırda otlayan inekler falan) farklıydı. Bugünse herkes görüyor.

Eroin ve esrar bulundurmaktan hakkında dava açılan Burroughs, 1951 yılında karısı Joan ve oğlu Billy Jr. ile Mexico City’de yaşamaya başlar. Bir eylül günü, Burroughs ve karısı dostlarını görmeye giderler. Yenilir ve bol bol içilir. Burroughs’un cebinde otomatik bir Star .380. Muhabbetin iyice kızıştığı bir anda Burroughs, Joan’a dönüp “William Tell gösterimizin zamanı geldi” der. Oysa daha önce hiç William Tell gösterisi gerçekleştirmemişlerdir. O sıralar sıkı bir şekilde alkol ve amfetamin tüketen Joan hiç duraksamadan başına bir cam bardak yerleştirir. Burroughs tetiği çeker ve kurşun Joan’ın alnına saplanır. Meksikalı yargıç olayın bir kaza olduğuna kara verir. Şahitlerin de tanıklığı bu yoldadır zaten. Bir avukata 2 bin dolar ödeyen ve toplam 13 gün hapiste yatan Burroughs, 2.312 dolarlık bir ödeme yaparak hapisten çıkar. “Sonuçta karar verdim ki, Joan’ın ölümü olmasaydı, asla bir yazar olmazdım. Bu olay, yazımı motive ve formüle etti. Sürekli olarak ecinnilerin tehdidiyle yaşıyorum ve sürekli olarak ecinnilerden, Kontrol’den kaçma ihtiyacı içindeyim. Joan’ın ölümü beni Çirkin Ruhla yüz yüze getirdi ve tüm hayatım boyunca ondan sıyrılabilmek için mücadele etmem gerekti. Yazmaktan başka çıkış yolum yoktu.”

Bana sürekli zengin bir aile çocuğu olduğum için saldırırlardı. Oysa ben hayatım boyunca ailemin nimetlerinden faydalanmadım. Aylık 200 dolar bir harçlık biçmişlerdi bana. Yıllarca bu harçlık dışında ailemden en ufak bir yardım görmedim.

Çok ileri gidiyorum, günün birinde geri dönemeyeceğim.

By-pass ameliyatım sırasında boynuma yakın bir yerden morfin şırınga ettiler. Hemşire “bu morfin” dedi. Ben de “güzeel, çok güzel” dedim.

Bir müptelâ imajına aldırmaz.

Bu egzersiz, temel olarak karşılaştığın algıların sürekliliğini Iizleyen bir yürüyüşe çıkmaktan ibarettir. Bu egzersizin orijinal versiyonunu bana Ohio, Colombus’da yaşlı bir mafya babası öğretmişti: Onlar seni görmeden önce, sokaktaki herkesi görmek. Eğer onlar seni görmeden önce sen diğer insanları görürsen, onlar seni görmeyeceklerdir.Geçmişte, Tanca’da bu yöntemle bütün bir rehber ordusunu ve ayakkabı boyacısı çocukları az atlatmadım, bana bu yüzden “El Hombre Invisible” (Görünmez Adam) adını takmışlardı.

William Burroughs ve Brion Gysin’ı bir araya getirenlerden biri de bendim. Çünkü görünmez olma konusundaki bütün o büyüsü ve yeteneğiyle William’la Tanca’da karşılaştığımda, onun Brion için kusursuz bir eşlikçi olacağını anlamıştım. Ne de olsa, birlikte bir Düş Makinası yaptılar. (Fas ressamı Hamri)

Nereye gidiyoruz? Şu anda geriye doğru gitmekteyiz.


(Roll)


****      ****      ****      ****      ****      ****      ****       **** 

HAZLAR BAHÇESİ

Denir ki William Burroughs yıllar yılı bir (madde kültü?) yazarı olarak kendi köşesinde yazadururken günün birinde sözüne en çok güvenilen Amerikalı eleştirmen-yazarlardan Mary McCarthy, “şu anda bu ülkede yazı yazanlar arasında gerçekten ilgimi çeken tek isim var, o da William Burroughs” demiş. Burroughs, pi­yasa deyimiyle ondan sonra “patlamış”. Mary McCarthy’nin Burroughs’a nasıl bir anında “notunu verdiğini” tahmin edebiliyor insan. Çok kitap okuyanların, özellikle de meslekî olarak okuma işiyle uğraşanların özellikle bildiği bir durumdur; her şey çok çabuk eskir —ilk Auster’dan son Auster’a, ilk Eco’dan son Eco’ya uzanan yol giderek etkisini kaybeden bir arpa boyu. Durup düşündüğümüzde, gerçekten ilgimizi çeken üç-beş yazar vardır. Bu yazarlar, her türlü yeni çıkan yazar, sürükleyici hikâye, zekice kurgu, hınzırca buluş, best-seller, ağır edebiyat, üzerinde en çok konuşulan roman vb., ortadan kaybolup gittiğinde hâlâ oldukları yerden hep konuşageldikleri biçimde konuşmayı sürdürürler. Çoğu zaman, zaten “zaviyelerinin tuhaflığı” dolayısıyla en başta yerlerine konulamamışlardır.

Şanslıysalar, o zaviyenin tuhaflığı tuhaf kalmayı sürdürür; onlar da taze ve şaşırtıcı kalırlar. Kimilerinin de enlem ve boylamı zaman içinde saptanır, genel akışın diline entegre edilirler. Reklamlar, şarkılar, antolojiler, göstergebilim seminerleri, hayatı anlatan anahtar cümleler içinde zararsızlaşırlar, duvar yazısı, dönem ruhu olurlar, tabiri bağışlayınız “bukowskileşir”ler.

Burroughs, kesinlikle birincilerden. Bir kere Burroughs, saplantılı biçimde sadece ve sadece dille, arı-duru dille, konuşma-vaaz-sayıklama diliyle çalışır. Giriş, gelişme, sonuç, olay örgüsü vb. gibi şeyler meselesi değildir. Bazen, bir Burroughs kitabının ortasından ya da kaldığınız yerden, hatta en başından açıp okumaya başlamak ve —hatta hafifçe kızgınlıkla— “ne diyor bu adam?” demek mümkündür. O kendi başına akmayı sürdüren bir ırmak gibidir, kendi akışıyla ilgilidir, sizi bir yere taşımakla değil. Kendi başınasınız, kulaç atmalısınız. Ama atarsınız, önce can havliyle, sonra zevk alarak. Çünkü buna değer. Bütünü belki de tek, uzun bir akış olan “Burroughsname” insanı içine çeker. Eseri, kendi sevdiği anolojiyle Hieronymus Bosch’un “Garden of Delights”ına (Hazlar Bahçesi) benzediği için orada tuhaf yaratıklar, İnanılmaz “levhalar” olduğu için de değil sadece. Bütün bunları yazısıyla inanılmaz bir güçle, hiç durmamacasına akıtabildiği için. Burroughs, Beat Generation yazarı filan değildir. Kendilerine o adı verenlerden arkadaşları olmuştur, birlikte fotoğraflar çektirmişlerdir, bazılarını hâlâ sever. Ama “Esirgeyen Gökyüzü”nün yazarı Paul Bowles ne kadar Albert Camus’yse, Burroughs da o kadar Beat’tir. İlk bakıştaki bir göz aldanması kadar… Ayrıca çok değişik kanallarla bağlantısı olmuştur. İlk kitabı “Canki”yi New York’ta otantik “pulp fiction” basan bir yayınevi, en meşhur kitabı “Naked Lunch”ı ise “Lolita”nın da ilk editörü olan aslen “pornograf” Maurice Girodias basmıştır, ayrıca haklı —fakat eksik— olarak Jonathan Swift gibi büyük hiciv ustalarına benzetilmiştir. Uzak akrabalıkları ne olursa olsun, Burroughs şiddetle tek ve kendisidir. Gri uzun paltosu, şapkası ve kaşkolu kadar anonim ve taklit edilemez…

Burroughs’un tadına varmak için madde’yle, Meksika’yla, yabanioğlanlar’la, tropik ormanlarda trekking’le, dev kırkayaklarla, onun türlü türlü yaratıklarıyla mutlaka tanış olmak gerekmez. Ama “transglobal” bir paranoyaya ya da boyutları evren olan komplo teorilerine eğilimli olmak işe yarar. Onda CIA, dev şirketler, Hassan Sabbah, kendi çocukluk-ikizi (birçok ikizi vardır) Audrey Carsons, bilim adamları, yabani oğlanlar, Orta Amerikalı çiftçiler vb., vb… Herkes büyük, dev bir komplonun takılıp sökülebilen parçaları gibidirler. Üstelik Burroughs’un “kehanet”lerinin bir kısmı —kimyasal maddelerin silah olarak kullanılışı gibi— on yıl öncesine kadar kurgu bilim, bugün ise birer gerçeklikse Burroughs’un “daha neler bildiğini” düşünmeden edemiyor insan. (bkz. paranoyaya eğilimi) Bir ritüel duygusu, sürekli konuşan birinin kulakta bıraktığı vınlama, inişli çıkışlı uzun bir ses parçası, ilahi okuyan sas benzetmeleri de Burroughs’un modernizmine yanaştırabilir bizi, ona yaklaşmak için bunlarla da bir tanışıklığı olmak da bir işe yarayabilir. Burroughs’un kendi yazdıklarını okuduğu ses kayıtlarını dinlemek de bu açıdan çok şaşırtıcıdır. Tam yazdığı gibi okur Burroughs (ya da ter­si). Bir yazarın bulduğu “ses”in yazılı ve sesli versiyonları arasındaki bu kesin örtüşme inanılır gibi değildir. William Burroughs kendi türünden bütün büyük yazarlar gibi —saymaya Joyce’la başlayınız, bence sonuçta ayakta kalacak olanlar da onlardır— her şeyden önce bir sestir, onun dalga uzunluğuna geçilebildiğinde —birden— büyük, inanılmaz bir zevk aldığınızı görürsünüz. Herhalde “iyi” bir trip de böyle bir şey olsa gerek.


Fatih ÖZGÜVEN (Roll)


****      ****      ****      ****      ****      ****      ****       ****  

WİLLİAM S. BURROUGHS'TAN 7 RUH

Eski Mısırlılar yedi ruh koyutlamışlar.

En tepedeki ruh, ve ölüm anında ilk çıkıp gidecek olan Ren’dir, Gizli Ad. Bu bende Yönetmen’e denk düşer. O, rahme düşüşten ölüme kadar hayatının filmini yönetir. Gizli Ad senin filminin adıdır. Öldüğünde, o an devreye giren Ren’dir.

İkinci ruh, batan gemiyi ikinci olarak terkeden Sekem’dir; Enerji, Güç, Işık. Yönetmen emirleri verir, Sekem gerekli düğmelere basar. Üç numara Khu’dur, Koruyucu Melek. Kadındır, erkektir ya da ortada sıçan… dolunayın önünden uçar halde tasvir edilir, ışıltılı kanatları ve ışıktan başı olan bir kuş. Panama’daki bir Hint lokantasındaki bir paravanın üzerinde göreceğin cinsten bir şey. Khu özneden sorumludur ve onu savunmak isterken yaralanması mümkündür —ama yarası kalıcı olmaz, çünkü ilk üç ruh ölümsüzdür. Başka bir beden bulmak için Cennet’e dönerler. Geri kalan dört ruh Ölüler Diyarında özne konusunda şanslarını denemek durumundadırlar.

Dört numara Ba’dır, Kalp, çoğunlukla ihanet eder. Bu kafasının yerinde senin yumruk büyüklüğünde suratın olan bir doğandır. Nice kahramanlar, aldatan bir Ba’nın önünde dize gelmiştir, Samson gibi.

Beş numara Ka’dır, insanın İkizi, özneyle en yakından alâkalı olan odur. Bedensel ölüm sırasında genellikle ergenliğe ulaşmış olan Ka, Ölüler Ülkesinden Batıdaki Topraklara gidişte tek güvenilir kılavuzdur.

Altı numara Haibit’dir, Gölge, Bellek, insanın bu ve öteki yaşamlardan gelme bütün geçmiş koşullanmaları. Yedi numara Sekhu, yani Geriye Kalanlar.


Bu fikirle ilk karşılaşmam Norman Mailer’ın “Ancient Evenings” (Eski Akşamlar) kitabında oldu. Benim yıllar yılı, aslında doğumumdan bu yana, geliştirmekte olduğum kendi mitolojime tıpatıp uyduğunu gördüm.

Ren, Yönetmen, Gizli Ad hayatının hikâyesidir, kaderin —tek kelimeyle ya da cümleyle, nedir hayatının hikâyesi?

Nixon: Watergate.

Billly the Kid: ¿Quien es?

Peki Yönetmenin Ren’i nedir?

Binlerce kira odasında ya da tiyatrocu otelinde harıl harıl bavullarını toplayan aktörler: “Boşver o pılıpırtıyı şimdi, John. Yönetmen sahnede! Şov dünyasında bu ne demektir bilirsin: Her koyun kendi bacağından!”


Sekem, bende Teknisyen’e denk düşer: Işıklar. Oyun. Kamera. “Bak, patron, pire yuvası bir otelde ihtiyar bir kadını kızartmaya yetecek kadar bile Sek bulamıyoruz. Sen de kalkmış kasırga istiyorsun!”

“E, Joe o zaman taklidini yapacağız.” “Sittiğimin stüdyo patronları hangi düğmeye basacaklarını ya da bastıklarında neler olacağını bilmiyorlar bile. Tamam, başla taklidini yapmaya, gerisini Joe’ya bırak.” Bak, gerçek bir felaketten bol bol Sek elde edilir: fedakarlık, gözyaşı, kırık kalpler, kahramanlık ve şiddet dolu bir ölüm. Hiç unutma, tek bir zührevi hastalık vakasından bütün bir koğuşundan daha çok Sek çıkar. İnsanların kalkışabileceği en aşağılık eylemleri de elde edersin —kadın kılığına girip cankurtaran sandalında kendine yer kapan İtalyan erkek havayolu görevlisini hatırlıyor musun? “İnsan kılığında bir köpoğlusu, alçaklığın ve utancın tarihini yeniden yazmak için doğmuş, onun için kurtarılmış.” Sek fazlası varsa bu bir sonrakini beslemeye yarar, ama ilki sahteyse bir bok besleyemezsin. Sekem de çıktı aradan: “Bu sette ışıklar kesik.” Üstüne bir soda içer ve geğirtisinde kaybolur.


Sürüyle insanın Khu’su yok günümüzde. Hiçbir Khu onlarla çalışmaz. Mafya patronu: “Düş yakamdan, Khu kırıntısı! Hadi başka kapıya!”

Ba, yani Kalp: o sekstir. Hep ihanet eder. Adamın bütün Sek’ini emer götürür. Çoğu Ba’nın özsuyu zehirlidir. Ka insanın güvenebileceği tek candır. Sen okkanın altına gidersin, o da gider. Ama gerçek Ka’n ile irtibata geçmek çok zordur.

Sekhu fiziksel bedendir, gezegen çoğunlukla bir sürü ayaklı Sekhu doludur, ayakta kalmalarına anca yetecek kadar Sek’leri olan.


Venüs istilası yönetimi ruhların ele geçirişidir. Hollywood, Ren’i John Wayne hallerine gelinceye kadar ayağa düşürmüştür. Sekem, Şirket’e çalışır. Khu’ların hepsi saydam taklitlerdir. Ba’lar AlDS’lidir. Ka felçtir. Haibit dırdırcı bir karın varmış gibi tepene tünemiştir. Sekhu radyasyon, bulaşıcılar ve kanserle kirlenmiştir. Ruhlar arasında entrika ve hiyanet vardır. Etrafının hain ruhlar tarafından sarılmasından daha büyük felaket gelemez insanın başına. Ya bu ruhlara sahip olan Mr. Sekiz-Top kimdir? Ruhlar onsuz varolamazlar, o ise her değneğin boklu ucunu alır.

Dünya sekizleri, birleşin! Pis, yoz vampirlerinizden başka kaybedecek neyiniz var?


Yüzyıl önce “Gözdeler” adı verilen sıçan avcısı köpekler vardı. Bir “Gözde”nin kaç sıçan öldüreceği üzerine bahse girilirdi. Sıçanlar bir sıçanın tırmanamayacağı kadar yüksek olan daire biçiminde bir arenaya hapsedilirlerdi. Ama bunlar piramitler oluştururlardı, en tepeye ulaşan sıçanlar kaçabilsinler diye.

Sekhu, piramitte en alttaki sıçandır. Bir dizideki olmasa olmaz sayı gibi, o giderse, dizisel evren de duman olur. Hiç var olmamıştır.


Melek yüzlü oğlanlar suyun üzerinde yürüyen, tatlı insanlık dışı sesler uzak bir yıldızdan gelen. Khu, şirin gece kuşu, ışıltılı kanatları ve ışıktan bir başı olan, dolunayın önünden uçarak geçen… dinibütün bir maganda tüfeğini doğrultur…

“Al sana Khu!”


Mısırlılar birçok ölümsüzlük derecesi belirlemişler. Ren ve Sekem ve Khu göreceli olarak ölümsüzdür, ama gene de yara alabilirler. Fizikî ölümden sıyırtan öbür ruhların durumu çok daha sallantıdadır.

Atomik bir patlamanın yakıp kavuran ateş topundan hayatta kalacak ruh var mıdır? İnsan ve hayvan ruhları elektromanyetik güç alanları olarak ele alınacak olursa, nükleer bir patlama böyle alanları tamamen bozabilir. Mumyanın kâbusu: ruhların ayrışması, işte atom bombasının ultra gizli ve süper hassas işlevi tam da budur: durmadan artmakta olan bir ruh tıkanıklığına hafifletmeye yarayan bir Ruh Öldürücüsü olması.

“Yerden tavana kadar dizilmişler, anlıyor musun, çeki çeki odun gibi, Cehennemateşi denen malûm kolaylaştırıcı marife­ tiyle geri kazanımlı da değiller, ağzına sıçtığımın plastiği gibiler.”

Daima kendi kendimizin ve İvanların bir adım önünde olmamız gerekiyor, yoksa şakacının teki şöyle haykırır, ulusal güvenlik tehlikeye düşüverir: “Ruhlarınız var. Fiziksel ölümü yenebilirsiniz!”


Ekranda Hiroşima harabeleri. Kameranın geriye doğru hareketi kontrol tablosunun başındaki Teknisyeni görürüz. Arkasında Robert Oppenheimer, etrafını koyu renk takım elbiseli, ağır gücün buz gibi ölü bakışlarına sahip orta yaşlı üç adam almış. Teknisyen önündeki düğmelerle oynar. Tamam işareti verir. “Her şey hazır.”

“Emin misin?”

Teknisyen omuz silker. “Aletler öyle gösteriyor.”

Oppy der ki: “Tanrıya şükür ki fiyasko olmadı.”

“lı, bak, şu printout’ları bir an önce alsak, Joe.”

“Evet, sır.”

Arkalarından pis pis baktı, aklından şunlar geçti: “Joe’ya şükür ki fiyasko olmadı. Tanrı hangi düğmeye basılacağını nereden bilsin.”

Ne var ki, kimi çok dayanıklı genç ruhlar, korkunç sakatlanmış ve çok kızgın bir halde Hiroşima cehenneminden kurtulurlar ve ulusal güvenliği tehdit etmek üzere geri gelirler. İşte o zaman bilimadamları bir Süper Ruh Öldürücü imal etmek üzere işe koşulurlar. Ağzına sıçtığımın bilimadamları için pis iş diye bir şey yoktur.

İşe hayvanlarla başlarlar. Bazı laboratuar kazaları olur. “Canını seven kaçsın, beyler! Mor kıçlı bir babun Skiddo 23′den kurtuldu!” “Yeryüzünün en vahşi hayvanı!” Akkor halinde bir babun ruhu çelik bir kapıyı patlatır geçer, kapı ıslak kâğıt gibi yırtılır. Pahalı aletler ve personel zayi olur. Bir daha yerine konulamayacak cinstendir bazıları. Ruha gıda konusunda gerçek birer ahçıbaşı denilebilir: Cordon bleu. Eh, deneme, yanılma. Artık ipin ucunu hiç bırakmayan Ruh Öldürücülerimiz var. En son Osuroloji, Dev Osuruk. Sonumuzun nasıl olacağını biliyoruz. İlk ses-son ses. Bu arada Dünya Gezegeninde hiçbir personel yerlerinden ayrılmasın. Ruhların olmadığına ikna edin onları, böylesi daha insanî. Bilimadamları her zaman ruh diye bir şey olmadığını söylediler.

Şimdi bunu kanıtlayacak bir konumdalar. Kesin ölüm. Ruhun Ölümü. Bu Mısırlıların İkinci ve Son Ölüm dedikleri şey. Ruhları ebediyen ortadan kaldırmaya yarayan bu korkunç güç artık Içişleri’ndeki, ClA’deki Pentagon’daki uz görüşlü ve sorumlu şahısların yetkisine bırakılmış durumda.


William S. BURROUGHS (Roll) 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder