“Bulut mu olsam,/ Gemi mi yoksa?/ Balık mı olsam, yosun mu yoksa?/ Ne o, ne o, ne o/ Deniz olunmalı, oğlum,/ Bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.”
Şiirdeki ‘deniz’i devrim olarak okuyabiliriz.
Yakın bir zaman önce ‘Aşk ve Devrim’ filmini izlerken bir kez daha gelmişti aklıma Ursula Le Guin’in, “Devrim yapılmaz, devrim olunur” sözü. “Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrim'i satın alamazsınız. Devrim'i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir.” (U. Le Guin)
Büyük toplumsal dönüşümler gerekiyordu başka bir dünya düşünü gerçek kılabilmek için. Büyük toplumsal dönüşümleri de ‘insan’ gerçekleştirecekti. Var olan insan malzemesiyle başka bir dünya kurabilmek olanaklı mıydı? O dünyaya adım atılsa bile inşa edebilmek, sürdürebilmek, dönüştürebilmek olanaklı mıydı? ‘Daha güzel bir dünya mümkün’ diyen, insanlığın önüne yeni bir toplum projesi koyan insan, önerdiği yenidünyanın örnek yeni insanını yaratmaya önce kendinden başlamalıdır. Kendi içsel devrimini yapamayan insan, yeni bir dünya projesinde de başarılı olamaz.
Bugünün egemenleri, devletin tüm olanaklarını da arkalarına alarak, son 32 yıldır kendi nesillerini inşa etmeyi başardı. Muhalif olduğunu, başka bir dünya istediğini söyleyen birey/ler de sistem içinde erimeyi, kirlenmeyi, sisteme yamanmayı, bölüne bölüne, kanıksaya kanıksaya sürdürdü/ler. Muhalif birey, siyasal yenilgilerin dışında yaşam koşullarına da yenildi ve sistemin sunduğu nimetlerden yararlanma yarışına girdi. Yapılması gereken ilk müdahalenin, ilk mücadelenin kendisiyle olması gerektiği gerçeğinden hep kaçtı ya da düşlediği toplumsal dönüşümlerin sonrasına erteledi.
BELİRSİZLİKLERİN ÇAĞI
Kendi iç devrimini gerçekleştirememiş bireyin toplumsal dönüşümleri gerçekleştiremeyeceğini görmedi. Yenildi, kirlendi, kirlendikçe yabancılaştı. Sistemin tüm dayatmalarını kabullendi. Tüm damarlarını saran bu bulaşıcı hastalıkla kendine de, topluma da, en yakınlarına da yabancılaştı. ‘Çatışma’nın sınıfsal yolculuğunda yaşanan gelişmeler, dönüşümler her zaman güzellikleri, mutlulukları çoğaltarak sürmedi ne yazık ki. Açlıklar, sefalet, büyük savaşlar, insan kıyımları, soykırımlar büyük trajediler olarak kazındı insanlık tarihine, geçmişimize.
Devrimleri de sanatı da yaratan ve uygulayan insanlık, tarihi boyunca devrimlerle bir üst aşamaya sıçradı, hayatı biraz daha anlamlı ve güzel kıldı, fakat eksik giden bir şeyler vardı. Devrimlerin içinde olundu, toplumsal dönüşümler yaşandı fakat devrim olunamadı. Belirsizliklerin çoğaltıldığı yeni bir çağa geçmiştik. Herkesin farklı adlarla tanımladığı ve üzerinde fikir yürütmeye, analizler yapmaya, teoriler üretmeye çalıştığı zemin çok kaygandı artık. Yeniçağın en belirgin özelliklerindendi her şeyi flulaştırmak, belirsizleştirmek.
Gündemi, günceli izlemeye çalışırsanız size sunulanın ötesine ulaşmanızın imkânsıza yakın olduğu, yolların perdelemelerle örüldüğü bir sistem oluşturulmuştu yeniçağda. Yenidünya düzeni ve onun yükselen değerlerinin başlangıcı da bu yeniçağın başlangıç yıllarına denk geliyordu.
İÇİNDEN 12 EYLÜL GEÇEN FİLMLER
Kısa tarihimizin yakın ve kanlı miladı da o yıllara denk getirilmişti. Eylül, telafisi olanaksız acılarla başladığında çoğumuz yeni devrimlere gebe bir dünyada yaşadığımızı düşünüyor, düşlerimizi büyütüyorduk. Öncüllerimiz, tarihin akışını değiştiren devrimler yapmış, güzel miraslar bırakmıştı çünkü. Bize düşen, hayata geçmiş devrim düşünü ‘sürekli devrim’e, devrimlere dönüştürebilmekti.
1986 yılında Şerif Gören’in çektiği ‘Sen Türkülerini Söyle’ filminden bu yana içinden 12 Eylül geçen filmler yapıldı. Bu filmlerin ilk dönem yapılanlarında anlatılan bir yenilgiler tarihidir diyebiliriz. Yenilmiş, çoğu cezaevinde yatmış, işkenceler görmüş, sonunda geçmişinden pişman bireylerin iç sıkıntıları, uyumsuzlukları. İroniyle, mizahi bir dille çekileni de oldu (örneğin ‘Beynelmilel’, ‘Bu Son Olsun’) sonrasında, Ömer uğur’un ‘Eve Dönüş’ünde olduğu gibi darbenin yalnızca muhalif bireyi hedef almadığını, toplumun tüm kesimlerine saldırarak, büyük acılar yaşattığını, travmalar oluşturduğunu, sert işkence sahnelerinin olduğu bir anlatımla yansıtanları da oldu.
12 Eylül toplumu topyekûn yeniden yapılandırma projesiydi; öncesinde ve sonrasında yapılan toplum mühendisliği çalışmalarıyla başarılmış, amacına ulaşmış bir darbeydi.
İçinden 12 Eylül geçen filmlerin ya da genel olarak sinemamızın darbeyle, darbeyi hazırlayan koşullarla hesaplaştığı filmler ürettiğini söylemek zor.
12 Eylül’ü arkasına alan 90’lı yıllarda da büyük toplumsal acılar yaşanmıştı. Faili meçhuller, köy yakmalar, köy boşaltmalar, zorunlu göçler, suikastlar, gazete bombalamalar…
Son yıllarda çekilen ‘Bahoz’ (‘Fırtına’-2007), ‘Sonbahar’ (2008), ‘Press’ (2010), ‘Gelecek Uzun Sürer’, ‘Küçük Günahlar’ (2010), ‘Aşk ve Devrim’ (2011) gibi filmlerle 32 yıllık geçmişin belli dönemlerine tanıklık ettik.
Kazım Öz’ün yönettiği ‘Bahoz’ (Fırtına) filminde, üniversite öğrencisiyken politik olmanın, örgütlü ve Kürt olmanın yarattığı etkiyi ve yaşattıkları anlatılır. Cemal, üniversite sınavını kazanarak, küçük taşra kasabasından İstanbul’a gelir. Büyük şehrin kalabalığı içindeki yalnızlığı, sistem karşıtı devrimci bir grup ile tanışmasıyla sonra erer. Grubun öncülerinden Helin ile yaşadığı çatışma, kimliğini keşfetmesi için de bir başlangıç olur. Benzer bir süreci yaşayan Rojda ve Orhan da zamanla değişip grubun aktif birer üyesi olur. Henüz on sekiz, on dokuz yaşlarında olan bu gençler, koca bir dünyayı değiştirmenin hayalleri ile yaşamaya başlar. ‘Devrim’ fikri içlerindeki genç ve dinamik enerji ile birleşerek eyleme dönüşür.
Özcan Alper ilk filmi ‘Sonbahar’la sinemamıza bir başyapıt kazandırıyordu. Yusuf, 1997 yılında 22 yaşında üniversite öğrencisi iken girdiği cezaevinden, 10 yıl sonra sağlık nedenleriyle tahliye edilir. Yusuf 'u, cezaevinden çıkıp geldiği Doğu Karadeniz’deki köyünde bir tek yaşlı ve hasta annesi karşılar. O, cezaevinde iken babası ölmüş, ablası ise evlenip büyük bir kente taşınmıştır. Ekonomik nedenlerle sadece yaşlıların kaldığı bu dağ köyünde Yusuf, bir tek çocukluk arkadaşı Mikail ile görüşmektedir. Yusuf, Mikail ile gittiği bir meyhanede fahişelik yapan genç ve güzel Gürcü kızı Eka ile karşılaşır. Farklı dünyalardan gelen bu iki insanın birlikteliği için ne zaman, ne de koşullar uygundur. Yine de Yusuf için aşk, son bir kez hayata tutunma ve kendi yalnızlığından sıyrılma çabasına dönüşür. Eka içinse Yusuf bu dünyadan çok uzakta, hatta şimdiki zamanda yaşamayan, Rus romanlarından kaçmış bir karakterdir. 90 sonrasını arka planına alarak bir dönemin ironisini, acımasızlığını ve gerçekliğini ele alan filmde, yakın tarih hem belgeleniyor hem de eleştirel bir süzgeçten geçiriliyor.
ADI KONULMAMIŞ SAVAŞIN ORTASINDA
90’lı yıllar, yakın tarihimizin en karanlık günlerinin yaşandığı acılı, kanlı yıllardı. Jitem’in karanlık eylemleri, faili meçhuller, gün ortası herkesin gözü önünde işlenen cinayetler, suikastlar, devlet içinde örgütlenmiş çeteler, Susurluk… Muhalif gazete çıkarmanın, o gazeteyi okura ulaştırabilmenin neredeyse olanaksızlaştırıldığı, gazetelerin bombalandığı, gazetecilerin öldürüldüğü, kelle koltukta yaşandığı zamanlardı. Bu tür saldırılardan payına düşeni en fazla alan gazete Özgür Gündem’di.
‘Press’ filmi, İstanbul'da çıkan Gündem gazetesinin Diyarbakır şubesinde çalışan 7 kişiden biri olan Faysal, orduyla bağlantısı olan bir çetenin izine rastlar. Birçok faili meçhul cinayetin zanlısıdır bu kişi. Haberden sonra ölüm tehditleri almaya başlayan Faysal, korkmadan bu haberin ve çetenin peşinden gitmeye kararlıdır fakat önünde başta teknik olanaksızlıklar olmak üzere pek çok engel vardır. Bürokratik işlerden tutun da, çekilen fotoğrafları basabilecek bir yer bulmak ya da bunları İstanbul'a gönderilmek için önlerine çıkan tüm engelleri aşmak zorundadırlar. Film, seyircisini ülkenin karanlık dönemlerinden birine, karışıklıkların ve çatışmaların yaşandığı 90'lı yıllara götürüyor.
Özcan Alper, ikinci filmi ‘Gelecek Uzun Sürer’de, biraz deneysel, biraz belgesel bir kurmaca filmle çıkıyor seyirci karşısına. Müzik araştırmaları yapan Sumru'nun ağıtlar üzerine yaptığı tez çalışması için, birkaç aylığına İstanbul'dan ülkenin güneydoğusuna doğru bir yolculuğa çıkar. Başta kısa süreceğini sandığı yolculuk, Sumru'nun hayatının en uzun yolculuğuna dönüşür. Bu yalnız yolculuğa Diyarbakır'da tek başına kalmış eski bir kilisenin bekçisi olan Antranik amca, Diyarbakır sokaklarında korsan DVD satan Ahmet ve bölgede sürmekte olan 'adı konulmamış savaşa' tanıklık eden pek çok karakter eşlik eder. Tanıştığı insanların acıları Sumru'nun sakladığı acılarını da ortaya çıkarır, ertelediği acısıyla da yüzleşir. Diyarbakır'dan Hakkâri’de bulunan boşaltılmış bir dağ köyüne doğru yola çıkarken bu tehlikeli yolculuğa anlam veremeyen Ahmet'in "Neden bu köy, orada ne var?" sorularını yanıtsız bırakır. Yıllar önce inandığı gelecek uğruna kendisini bırakıp dağa çıkan sevgilisinin izini sürüyordur Sumru. Sonunda o dağ köyünün mezarlığında rastlar ona.
Rıza Kıraç senaryosunu da yazıp yönettiği ilk filmi ‘Küçük Günahlar’da 12 Eylül’ün etkilerinin izini sürer. 12 Eylülzede İsmet, Kürt gazetesinde çalışan, Kürt olduğu için sıkıntılar yaşayan Şilan ve apolitik genç Melik’in yolları kesişmesiyle gelişen öykü aktarılır filmde. Yenilmişlerin dünyasında iç hesaplaşmasını yapan, üç farklı dünyadan insanın birbirine etkisi, etkilenmesi yönetmenin edebiyatçılığından aldığı destekle başarıyla aktarılıyor.
İzlerken Ursula Le Guin’in, “Devrim yapılmaz, devrim olunur” sözünü anımsamama neden olan ‘Aşk ve Devrim’ filmini bir başka yazıda daha kapsamlı yazmak isterim. Film, “aşk olmadan devrim olur mu hiç?” gibi güzel bir soruyu içerse de, devrimcilerin aşklarını örgütsel nedenlerle özgür yaşayamadıklarını vererek doğru soruya her zaman doğru yanıt verilemeyeceğini gösteriyor.
“Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrim'i satın alamazsınız. Devrim'i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir.”
Devrim olunmadan aşk da devrim de olur mu?
(BirGün)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder