27 Temmuz 2012 Cuma

ÇAĞIMIZIN 'BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT'LERİNDEN BİRİ - ASLI TOHUMCU

İnsanoğlunun temel sorunu ikiyüzlülük olsa gerek. Yoksa siyaseti bu kadar, ahlakı bu kadar, dini bu kadar, adaleti bu kadar, sevgisi ve hatta sevgisizliği bile bu kadar ikiyüzlü olur muydu? Uçkurunu on yaşındaki kız çocukları karşısında hevesle çözenler ahlaklarına toz konmadan yaşayıp gidebilirler miydi aramızda? Kendi sesinden başka bütün seslere kulakları ve yürekleri kapalı iktidarlar, diri diri yaktıkları, gün ışığında kaybettikleri, karakol pencerelerinden aşağı intihara gönderdikleri, bahçeden sebze toplar gibi keyfi gözaltına aldıkları, sesi fazla çıkıyor diye terörist ilan ederek hapislerde çürüttükleri insanların üzerlerinde hakları yokmuşçasına gönül rahatlığıyla yaşayabilirler miydi? Cehaletlerini kanla ve yoksullukla besleyerek katil, tecavüzcü ve infazcı yetiştirdiklerinin sırtını sıvazlayabilirler miydi?

İktidarın ve dolayısıyla iktidarı elinde tutan erkeklerin en büyük ikiyüzlülüğü, tarihin başlangıcından bile önceye dayandırarak, kadının eline yasak meyveyi verip, onu daha yolun başında “şeytan” ilan etmek değilse, ne! Neyse ki ben mantıklı bir kadınım ve düşündükçe hak veriyorum onlara. Ne de olsa bu şeytanın türlü türlü hileleri var erkeği yoldan çıkaran, iktidarını tehdit eden. Dekolte, gece gezintileri, uluorta kahkahalar, kendini erkekle aynı kefeye koymak, evlilikte, üremede, aile ya da iş hayatında kendi iraden olabileceği yanılgısına kapılmak. Lafı uzatmayayım; cinsel, sosyal ya da politik açıdan “kuyruk sallamak” diye tabir edilen hileleri bunlar şeytanın.

Neyse ki erkeklerde bu hilelere pabuç bırakacak göz yok. Hepimizin kukusuna elektronik çıngıraklı bir kilit takmaları an meselesi. Bir bilseniz, evli ve çocuklu olduğum için ne kadar mesudum. Ancak tek çocuklu olduğum için de bir o kadar tedirginim. Yüce devletimizin saklı emriyle, her an isteğim dışında birileri tarafından karnıma bir sıpa yerleştirilmesinden nasıl da korkuyorum. Bir kadın doğumcuya en son ne zaman gittiğimi hatırlıyorum da, bir daha adımımı atar mıyım: Hiç sanmıyorum. Tabii tecavüze uğrarsam o zaman başka; önce kadın doğumcuya yollanırım, ardından piçimin babası devletin (ne de olsa tecavüzcüleri yaratan ve esirgeyen onlar, kızıştıran biz) söz verdiği bakımı sağlayacak kuruma, artık hangisiyse. Ama asla karakola ya da mahkemeye değil. Asla gerçek suçlularla yüzleşeceğim ve cezalandırıldıklarını görebileceğim bir kuruma değil.

Şimdi burada durup, Amerika’dan bir sese bir kez olsun haklı yere kulak verelim. Amerikalı bir kadın yazarın, Hillary Jordan’ın ‘Uyandığında’ adlı romanı iktidarın kadın bedenini ve ruhunu ahlak ve din kisvesi altında çatır çatır çiğneyerek iktidarını nasıl sağlamlaştırabileceğini, kadını nasıl hemcinsleri tarafından bile sırt çevrilmiş bir halde bırakabileceğini, ikiyüzlülükle borusunu nasıl da kuvvetle öttürebileceğini, erkeğin şiddetini nasıl meşrulaştırabileceğini, kadını toplum hayatında (dolayısıyla kendi kaderi üzerinde) nasıl etkisizleştirebileceğini anlatıyor. Bunu, başrole evli bir adamla ilişkiye girip ondan hamile kalan ve kürtaj olan, aşırı dindar yetiştirilmiş bir kadını, Hannah’yı oturtarak yapıyor. Ama bir dakika, romanın meselesi bu kadar basit değil!

Hapishanelerindeki doluluk oranı Japonya’nın sahte plajlarını tenha bırakacak bir noktaya ulaşan Amerika, suçluları hapsetmenin hem pahalıya geldiğini hem de pek işe yaramadığını fark eder. Oysa onları genetik bir işlemden geçirip işledikleri suçun mahiyetine göre renklendirip, bir süre hapsettikten sonra salıvermek çok daha kolay, ucuz ve mahallelerini suçtan temizlemeyi görev bilen ahlaklı toplumun linç arzusu da düşünülürse daha yapıcıdır.

Ama dinin her şey demek olduğu bu “kurmaca” toplumda, dinden ibaret bir devlet tarafından yönetilen bu “kurmaca” toplumda, evlilik içi ya da dışı ilişki nedeniyle oluşan gebeliğe son vermek en büyük suçtur. Bu suçu işleyenler, Federal Renklendirme Dairesi tarafından Kırmızı ile renklendirilirler.

Başkahramanımız Hannah’nın, kürtaj olduğu, kürtajcının ve öldürdüğü çocuğun babasının adını vermediği için bir ay hapis ve on altı yıl renklendirilme ile cezalandırılmasıyla açılır ‘Uyandığında’. Hannah, renklendirme işlemi ertesinde yerleştirildiği, yerden tavana kadar bembeyaz ve aynalarla kaplı bir odada, topluma canlı yayın aracılığıyla teşhir edilir. Bir ay boyunca işitebildiği tek ses, duvarda açılan bir delikte beliren yemek tepsisini almadığı zaman duyduğu kulak yırtıcı sinyaldir. Kırmızıların çoğu bu hapis sonrasında, intihar eder ya da tımarhanelik olurlar; tabii renklerinin ele verdiği suçları yüzünden bir yerlerde tecavüz edilip öldürülmezlerse! 

Bu otuz günlük hapis süresince, biz de Hannah’yla birlikte aklımızı kaçırmakla, bizi televizyonları karşısında seyreden, hükmünü peşinen ve adaletsizce vermiş kalabalığa karşı başımızı dik tutmak arasında gidip geliriz. Hannah’nın yanlızlıktan çıldırmasın diye hücresine bırakılan kara sineği, kendisini mahkum ettikleri yalnızlıkla başa çıkabileceğini göstermek amacıyla öldürdüğü nokta, bize hem onu ayakta alkışlama, hem de sistemden kaçamasa da ona kurban olmaya razı gelmeyecek bir kadınla karşı karşıya olduğumuzu idrak etme zevkini yaşatır.

Hannah’nın hapisten salıverilmesiyle, her yanı “Renkliler Giremez” tabelalarıyla süslenmiş, kırmızı cildiyle ortada salınanların tacize, tecavüze, öldürülmeye istemeden davetiye çıkardıkları, kiralayacak ev, çalışacak iş bulamadıkları Renkliler dünyasına şahit oluruz. Sistem o kadar iyi düşünülmüştür ki, Renklilerin adını girdiğinizde ağ size kameralar aracılığıyla o an nerede, kiminle, ne yaptığını da gösterir. Yani sistem bulabildiği her kanalla Renklileri işaret etmek sakınca görmez, en büyük ispiyoncu sistemin kendisidir!

Hannah hapisten çıktığında, ne kendisini evlatlıktan reddeden annesini, ne de kocası Cole’un kurduğu korku imparatorluğundan kaçabilen kardeşi Becca’yı bulur karşısında. Çocukluğundan bu yana neden güzelliğini bir utanç gibi saklamak zorunda olduğu, bisikletiyle yokuş aşağı hızlanırken yüzünü yalayan rüzgârla güneşin tadını varmanın neden ibadetten sayılmadığı gibi sorularla annesini sinirlendirdiği, babasını ise hüzünlendirdiği düşünülürse, Hannah’ya sahip çıkmak da, elbette toplumun izin verdiği ölçüde, babasına düşer.

Sokakların Renkliler açısından barındırdığı tehlikeleri düşününce, annesinin araştırıp babasının sunduğu Doğru Yol Merkezi’ne gitmek ve orada altı ay boyunca dış dünyayla iletişim kurmadan doğru yola döndürülmek, merkezin tabiriyle “Yürüyen” olmak Hannah’ya iyi bir çare gibi gelir. Elbette merkezdeki sistem de, dışarıdaki büyük sistemden farklı değildir. İddia edildiği gibi bir ibadethane hiç değildir. Yürüyenler’in birbiriyle en ufak temasına izin vermeyen, işledikleri sözde günahı unutmalarına bir an olsun izin vermeyerek, onları giyim kuşamlarından ruh hallerine kadar tektipleştirerek yalnızlaştıran bir sistemin işlediği bir yer, ancak hapishane olabilir çünkü. Yürüyenler’i kurtarma ideali aslında kendi sesinin tınısını duymak ve dikkatleri üzerine çekmekten başka bir şey olmayan Peder Henley bu hapishanenin sözde müdürüdür. Merkezdeki kızları davet ettiği özel çay partilerinde, kızlardan yere yatıp kürtaj olurkenki pozisyonlarını almalarını ve işlemi bütün ayrıntılarıyla anlatmalarını isteyerek o kızların travmalarını körüklemekten zevk duyan karısı ise gizli patron. Kürtaj suçunun arındırma işlemi ise şahanedir: Merkezin dikimevinde kendi elleriyle diktikleri bebeklere bakmak. O bebeklere isim vermek. Yaşasaydılar yapabileceklerini hayal ettikleri seanslara katılmak. 

Bu kâbus evinde geçireceği altı aya ne olursa olsun katlanarak annesinin sevgisini geri kazanmakla, ezilmeye, aşağılanmaya ve sindirilmeye karşı çıkmak arasında gidip gelen Hannah cekedini alıp oradan çıkmakta gecikmez ve soluğu Becca’da alır. İkiz bebeklere hamile Becca’nın evinde hissettiği güvenlik Cole’un eve gelmesiyle bozulur. Hamile karısını dövmekten gocunmayan Cole’un Hannah’ya ahlak tasladığı sahne, erkeklerin ahlak konusundaki ikiyüzlülüğü sergilemesi açısından, gerçekten takdire şayan. Ama tabii, biz bu ana kadar Hannah’nın annesinin, dininin, hakkındaki hükmü veren hakimin, o hükmü uygulayan adalet sisteminin, onu sözde özgürlüğünde karşılayan kadın ve erkeklerin ikiyüzlülüğünü çoktan anladık, kavradık ve amin dedik, değil mi!

Becca’nın evinden çıkan Hannah, merkezde tanıştığı ve her durumda acı komik şakalar yapabilen, kendisinden farklı olarak cinselliğini açık açık dile getirebilen Kayla’yı bularak, artık tanıdıkları arasında bile bir tanıdığının kalmadığı şehri terk etmeyi planlarken, onlarca Renkli’nin ölümünden, yüzlercesine de işkence edilmesinden sorumlu olduğu bilinen Yumruk örgütüne üye olan Cole peşlerine düşer. Ancak Hannah’yla Kayla, Yumruk’un karşısında yalnız değildirler; “valinin (kürtaj karşıtı) yaşamın kutsallığı yasasını onaylamasından iki hafta sonra Missouri eyalet binasını havaya uçuran, kötü şöhretli, kürtaj yanlısı bir gizli grup”, Kasımcılar arkalarındadır!

Şiddete nadiren başvuran Kasımcılar, “Kürtaj kişiseldir” düsturuyla, seçim hakkına karşı olduklarını söylemekten çekinmeyen bireylere saldırırlar. Rahim Bekçileri’nin kurucusunun genç bir kadınken bir striptiz kulübünde çıplak direk dansı yaparken çekilmiş görüntülerini, bir vali yardımcısının yaşı küçük erkek fahişelere düşkün bir eşcinsel olmasını afişe etmeleri, FBI ’ın en çok arananlar listesine ilk sıradan girmelerini sağlamıştır. Kırmızılar’ı Kanada’ya kaçırarak, orada renklendirme işlemini geriye döndüren ve Kırmızılar’a yeni bir hayat veren Kasımcılar’ın Hannah’yı hapisten çıktığı andan beri takip ettiğini öğreniriz.

Ancak örgüt, kardeşini taciz ettiği için üvey babasını öldüren Kayla’yı kurtarmak konusunda isteksizdir. Hillary Jordan, bu isteksizlikten yola çıkarak feminist örgütlere ufak çaplı bir eleştiri de getiriyor sanki. Bunu da bazı kadınları kurtarmak mı, bütün kadınları kurtarmak mı sorusunu sorarak yapıyor.

Kasımcılar’ın koruması altına girmek de bir kurtuluş değildir elbette. Örgüt içinde, Renklileri egzotik seksten hoşlanan iş adamlarına satmak için kaçıran üyelerin varlığı, Hannah’nın çıkacağı yeni yolun sonunda görünen umudu gölgeler. İkiyüzlülük, kalleşlik her yerdedir anlayacağınız! Tıpkı annenizde, sevgilinizde, devlet babanızda olabildiği gibi, kurtarıcı kılığında da karşınıza çıkabilir.

Hannah’nın akıbetini öğrenmeyi romanı okuyacaklara bırakayım ve olayın başlangıcına, bir kadının tek başına çocuk yapamayacağı gerçeğine döneyim. Hannah’nın ilişkiye girdiği adamın politikada giderek yükselen, kitlelerin hayranlığıyla ödüllendirilmiş bir din adamı olmasına ne diyeceğiz? Bu din adamının, kendi “suçunu” itiraf etmek yerine, kendisini ispiyonlaması için yalvararak topu bir kez daha Hannah’ya atmasına, ona yüklü bir miktar para göndererek iyi niyetini ispatına ne diyeceğiz? Sonradan gösterilen pişmanlığın ya da sonradan gelen itirafın da ilk andakiler kadar etkili olacağını söyleyebilir miyiz? İnsanların doğru yola çekmeye çalıştığına inanan bir din adamının (benim değil, onun açısından) zina yoluyla doğru yoldan sapmasına, ahlak ve dürüstlük dersleri verirken en büyük ahlaksızlığı kendisinin yapmasına peki? Hayat böyle diyeceğiz. Bu, erkeklerin dünyası diyeceğiz.

Hillary Jordan’ın ‘Uyandığında’ adlı romanı bence çağımızın ‘Bir Dokuz Yüz Seksen Dört’lerinden biri olmaya aday. Kadınların ezilmesi, ihanete uğraması, bedenleri üzerinde hiçbir haklarının bırakılmaması üzerinden işleyen sistemin giderek azgınlaştığı, bu cüreti de yönettiği, dinle, yoksullukla, cahillikle uyuşturulmuş erkek tebaasından aldığı bir çağın ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’leri, ancak kadınları anlatan romanlar olabilir çünkü. 
Romanın (belki de kendi karamsarlığım yüzünden) romantik ve eksik bulduğum finaliyle, Hannah’nın suçuna ortak olduğu halde cezasına ortak olmayan sevgilisinin tavırlarını eleştirmek mümkün tabii. Keşke romanın tadını kaçırma endişesi elimi bağlamasaydı da birkaç cümle kurabilseydim bu konuda. Ama kıyısından köşesinden eleştirsek de, Hillary Jordan’ın tam da biz Türkiyeli kadınları endişelendiren ve bazıları halının altına süpürmeye ne çok istekli olurlarsa olsunlar, gündemin en önemli maddesi olarak kalacak kürtaj konusunu, kadının kendi bedeni aracılığıyla hapsedilmesini, sırf kadın olmakla bile mahkum edilebilmesini hakkıyla romanlaştırdığını söylemek gerek. Toplumsal kuralları ve cezaları erkek gözüyle biçmek ve kurgulamak kadar, cezayı çeken kadınların travmalarını ve çoğunluğun çarpık algısını gerçekçi bir şekilde aktarmak konusunda da çok iyi bir iş çıkarıyor bence Hillary Jordan.

Peki biz, bütün roman boyunca kendisine kesilen acıyı çekerken, hayatı boyunca öğrendikleriyle yüzleşerek ahlakını sorgulayan, farklı olmak, özgür olma hakkını sorgulayan, hatta sevgisini sorgulayan Hannah’yla tanıştıktan sonra hangi soruları soracağız? Kadın neden kadının kurdudur, bu sorunu neden hala çözemedik, bunu mu soracağız mesela! Muhalefetimizin işe yaraması için nasıl bir örgütlenmeye gitmemiz gerektiğini mi soracağız kendimize! Kadınlar olarak kendimizin ve başka kadınların akıl sağlığını korumak adına şiddete başvurup başvuramayacağımızı mı soracağız yoksa? Babasının, eniştesinin, bakkal amcasının, okul müdürünün tecavüzüne uğramış ve hamile kalmış beş on kadının, eli sürekli vicdanlarında dolaşanların meclisinin önünde kendilerini yakmalarını mı önereceğiz? Hamilelikleri izinleri alınmadan babaları ya da mesela dayakçı eşleriyle paylaşılan kadınların da onlara katıldığı eylemler mi planlayacağız? Kadınlar için artık utanmazca ve göstere göstere yaratılan bu cehennem karşısında bulanan midemiz için, hala toplatılmadıysa bir ilaç mı isteyeceğiz? Ya da… Biz ne zaman böyle romanlar yazacağız? Bırakın roman yazmayı, benim diyen kadın ya da erkek yazarlar, aydınlar, entelektüeller olarak kendi ikiyüzlülüğümüzden ne zaman sıyrılacağız? Kendimizi kurtarmaktan vazgeçip ne zaman gerçekten kurtarılması gerekenler için bir şeyler yapmaya başlayacağız?

Yoksa… Uslu uslu oturup bu kötü şakanın bitmesini mi bekleyeceğiz? Sanmıyorum.

Her kadın bir tanrıdır (hanımlar) beyler! Bunu bildiğiniz için bizden korkmanızı anlıyorum, ama sizi yaratan ve esirgeyen bir tanrıyla mı, yoksa sizi alçaltan ve çürüten bir tanrıyla mı kol kola yürüyeceğinize karar vermenin zamanıdır.


(Radikal)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder