
Sanat, muhalefetin alışalıgelmiş bir aracı mıdır? İktidarlara ve onların düzenlerine yönelik itirazları örgütler mi?
Yoksa kendine ayrılan alanda, rolünü mü oynar? Türkiye'deki manzaraya YAKINDAN bakalım...
Sanat, Edebiyat Muhaliftir!
Sanat, edebiyat pratikleri özü itibarıyla verili olana karşıdır, bu yüzden de muhaliftir. Her ikisi de muhaliflikle başka bir deyişle verili dünyaya karşılıkla kendini gerçekleştirir. Dönüştürme pratiği olmaları da muhaliflikleri ile ilgilidir.
Verili olanı büyük ölçüde devlet/iktidar belirler, biçimlendirirken edebiyat belirlenmiş ve biçimlenmiş olanın dışında durmaya çalışır. Edebiyat düzen karşısında büyük ölçüde düzensizliktir. Edepten çok edepsizliktir. Bu yüzden de özgürlük talebidir/özgürlüktür. Edebiyatın özgürlüğü devletle/iktidarla çatışması için yeterlidir. Çünkü devlet kendi özgürlüğü dışında kalan bütün özgürlüklere topyekûn karşıdır. İnsanın devlete rağmen kazandığı özgürlüklerin bir zaman sonra elinden gitmesi devletin pek değiştirilemeyen bu niteliği ile ilgilidir.
Bu noktada edebiyatla iktidar arasında olumlu temelde ilişki pek söz konusu edilemez. Edebiyatın sorunu devletledir, devlettir. Çünkü edebiyat devlet karşısında tabiattan yanadır. Başka bir deyişle devlet karşısında edebiyat tabiattır. İdeal olan sanatın kendini devletin olabildiğince uzağında tutmasıdır.
Ne yapılmalı? Ne kadar mümkün olduğu tartışmaya açıksa da iktidarın edebiyatı belirlemeye, düzenlemeye yönelik tavrı geri püskürtülmeli hatta ortadan kalkmalı. Devlet,sanatı himayesine almaya, yargılamaya ve cezalandırmaya dönük tavrından da kurtarılmalı. En iyisi sanat, devletten kurtarılmalı.
Arzularımı ardı ardına sıralıyorum da devletin edebiyatın hiçbir şeyini tartışmayan, denetlemeyen ama bunun yanında tam bir özgürlük ve destek sağlayan bir yapıya kavuşması günümüz dünyasında arzulanabilir bir şey değil. Bu yüzden yazdıklarımı gizlenemeyen bir istihza ile okuyorum! Öyleyse yazının burası “devlet, gölge etmesin başka ihsan istemez” diye bitse olur!
Devam edelim… Edebiyat devletin dışındadır, dışında olması devletin hayrınadır. ‘Şiir devletlerden kovulmuştur’a ‘iyi ki kovulmuştur’ diye bir ekleme yapmak hatta bunu, sanatın geneli için arzu etmek meramımı daha iyi açıklar. Devlet kendi lehine kurmaya çalıştığı ilişki ve ilgilere rağmen tarih boyunca sanata, edebiyata sapkınlık olarak bakmış, reddetmiş; kendi varlığı için tehlikeli bulmuş ve cezalandırmış, imha etmiştir.
Çok gerilere gitmeden okura hemen Pir Sultan Abdal’ı, içeriden bir türlü çıkamayan gazetecileri, özgürlük isteyen öğrencileri hatırlamasını öneririm. Hopa’nın başına gelenler ise örnekler içinde en vahim olanı. İsteyen okur istediği kadar ceza örneğini buraya alabilir. Böyle olduğunda da ihtimal sayfalar devlete dar gelecektir!
Bu bağlamda devletin edebiyata dönük ilgisi ve maddi desteği de görece bir durumdur ve yanıltıcıdır. Birkaç gün önce evlerindeki kitap listesinden dolayı gençlerin örgüt suçundan yargılandığını düşünürsek demeye çalıştığım daha kolay anlaşılır. Daraldığında Başbakanın şiir okumasınınsa konumuzla ilgisi yok.
TOPLUMSAL SORUMLULUKLARI İHMAL EDİNCE...
Şiir devletin eline geçtiğinde baştaki anlamlarından kurtulmuş başka bir anlamlandırmanın çoktan kurbanı olmuştur. Bu yüzden “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” bir Nâzım Hikmet ancak devletin ilgisine mazhar olabilir. Aynı Nâzım Hikmet “Sevdalınız komünisttir” dediğinde bırakalım şairi, şiiri okuyanların bile başı devletle derde girmiştir.
Bunların hepsi edebiyatın devlete/iktidara ve onun günümüzdeki biçimlerine karşı tutumunun olumsuz temelde olacağını söylememizi kolaylaştırır. Bu bağlamda ikisinin de birbirinden kurtulmak için elinden gelenden fazlasını yapmak gibi ortak bir özelliği var. Edebiyat devletten kurtulmanın yollarını ararken devletin de onu cezalandırmak için bütün hazırlıkları tamamdır.
Tarih boyunca devlet, makro ve mikro iktidar ve biçimleri bundan başkasına genelde izin vermemiştir. Devletin otoriter ve totaliter yapısı ve hepsini içine alan kendini sağlama alma tavrı –bunun dışında bir devlet hâlihazırda yok varsa da ben bilmiyorum!- karşısında edebiyatın aynı otoriteryanizme ve totalitarizme direnmek dışında başka seçeneği yok. Edebiyat bunu tam olarak yapamasa bile hiç olmazsa bunların dışında bir devleti isteme arzusunu dillendirilebilir. O da olmuyorsa devletten sonsuza kadar kurtulmayı isteyebilir.
Edebiyatın olumlu temelde ilişki kurduğu devlet/iktidar ancak düşlenip arzulanabilir. Devlet/ler bu arzumuzu boşa çıkarmak için ne gerekirse yapmaktan hiçbir zaman çekinmedi. Bu yüzden asıl arzulanması gereken devletsiz dünyadır.
Edebiyat, devletsiz ve şiddetsiz dünyadan yanadır. Çünkü tabiatın her şeyiyle şiddetle düzenlenmesine karşıdır. Bu noktada devletsiz dünya ütopik gibi görünse de arzusu bile yeterince şehvetli ve kışkırtıcıdır.
Devletin en azından bizdeki durumuna bakarak baştan beri belirttiklerimin tersini iddia etmek uzlaşmalı karşıtlık olarak algılanmaya sonuna kadar açık. Uzlaşmalı karşıtlık öncesinde sonrasında devletin/iktidarın tarafında olmaktır. Günümüzde ‘liberalizm’ temelli devlet ve iktidar ilgisinin en sonunda iktidara dâhil olmanın imkânı haline geldiğini hatırlatırım. Edebiyat da büyük ölçüde bu uzlaşmalı karşıtlığın taraflarındandır. Edebiyat tekten örnekler dışında önce özgürlüğünden sonra da muhalifliğinden olmuştur.
Bu yalnızca devletle açıklanabilir bir durum değil. Belki devletin yanına eleştirinin bugündeki hali de konmalı. Terry Eagleton’un demesiyle eleştiri, toplumsal sorumluluklarını ihmal edince muhalifliğe de olan oldu. Eagleton daha ileri giderek eleştirinin akademik faaliyet olarak kalma ya da kültür endüstrisinin kamu ilişkileri kolu olma ihtimalinden bile söz eder.
Paul Feyerabend’in akademik faaliyeti profesyonelliğin bekçi köpekliği olarak kabul etmesi boşuna değil. Çünkü akademizm akademik faaliyeti büyük ölçüde teknik olanla sınırlayarak eleştirinin farklı disiplin ve düzeylerle kurduğu ilişkiyi geriletir böylelikle de muhalifliği belirsizleştirir. Buysa günümüzde apolitizm üstünden uzlaşmalı karşıtlığın edebiyatın her alanında oluşması için yeterli. Apolitizmin altından çıkan ise sağın bütün halleridir.
Sol bu tartışmaların neresindedir?
Bugün edebiyatı politikanın mücavir alanı olarak kabul eden anlayış büyük ölçüde terk edilmiş ya da etki gücünü biraz olsun kaybetmiştir. Şair/yazar iktidar için yazma arzusunu unutmaya çalışır. Benzer bir tartışma da solun içinde sürüyor. Bu nokta iktidar arzusunun yerine “daha az devlet” hatta “hiç devlet” arzusu konarak aşılırsa aşılacaktır.
Günümüzde genişleme eğiliminde olmamasına rağmen edebiyat kendi politikliğini, bağlı olarak karşılığını üretmeyi sürdürür. Bu sanatın, edebiyatın muhalifliğinin bütün devletleri ve iktidarları içerdiğini öne sürmemizi sağlamıştır ama bu karşılık daha çok bireysel temelde kalmış, toplumsallaşmamıştır.
Öte yandan edebiyatın Cumhuriyetle kurduğu ilişki de kendini solda gören edebiyatçının Kemalizm üstünden devletle ilişki kurmasının/iktidar talep etmesinin imkânı olmayı sürdürmesi devlet karşıtlığını olumsuzlayan olguların başından hiç eksilmemiştir. Bu yüzden 27 Mayıs ‘yeniçağ’ olarak sevinçle karşılanıp alkış yağmuruna tutulmuş Hilmi Yavuz gibi bir dönem ‘ahlaki olarak’ (tabir kendisinindir) Marksist olmuş birisi kalkıp 12 Eylül’ün şiire hiçbir zararı olmadığını söyleyip ‘yeniçağ’ın sürdüğünü ima edebilmiştir. Orada da kalmamış epeyi şair/yazar 12 Eylül faşizmini ‘12 Eylül Askeri Hareketi’ olarak telaffuz etmeye başlamıştır. Aynı şair/yazar en son alarak “yurtseverlere özgürlük” sloganıyla Silivri taraflarında görülmüştür!
Muhafazakârlığın yüzyılında başka bir deyişle muhafazakârlığın, şovenizmin ve dinsel olanın belirlediği süreç karşısında edebiyatçı yalnızlıktan ve azınlıkta kalmaktan kurtulmanın yolu olarak sağın hallerinin edebiyattaki karşılığına dâhil olmayı bulmuştur. Sürece bağlı olarak özellikle sol ve anarşist eğilimli dergilerin, yayınevlerinin azınlıkta kalması ve etki gücünü kaybetmesi 12 Eylül’den beri her şeyi belirleyen apolitizmle birlikte şair/yazar için kendini nasıl konumlandırırsa konumlandırsın sağa çark etmenin imkânı olmuştur. 12 Eylül 1980 tarihinden bu yana ulusal ve yerel iktidarı büyük ölçüde elinde tutan sağ, şair/yazarın popüler olanla kurduğu ilişkiyi de arkasına alarak kimi gördüyse/kimi duyduysa çağırmış ağırlamıştır.
Şiddetin ikinci uzun yüzyılında devlet/ler her geçen gün daha da totaliterleşir ve otoritesini güçlendirirken edebiyatla devlet/iktidar arasında ilişkiye dönük yapmaya çalıştığımdan başka bir değerlendirme en azından benim için mümkün değil. Şimdilik, belki daha sonra da en son devlet de yıkılıncaya kadar sanat ve edebiyat muhalif olmak zorundadır demek dışında devletin bize başka bir seçenek bıraktığını sanmıyorum. Sonrasında ne olacağını yaşarsak öğreniriz.
HALİM ŞAFAK\ BirGün Pazar
Siyaset, Felsefe, Sanat
Sanatçı duruşunu ve bu duruşun nasıl olması gerektiğini tespit edebilmek için sanatçının ürettiği şeyin, yani sanatın ne olduğunu çözmeye çalışmaktan başlamak gerektiğini düşünüyorum.
Bir edebiyatçıya; “Yazmak eylemi hayatınız neresinde duruyor?” sorusu çokça sorulmuştur. Soruyu ‘sanat, hayatınızın neresinde duruyor’ olarak değiştirip kendi kendimize soralım ve monolog biçiminde cevaplayalım: ‘Hayatı gözlemleyen ve sorgulayanlar hayat tarafından tekrar tekrar gebe bırakılır. Hayata dair sözler doğar o gebelikten. Bu sözler doğuran kadar, hayatın kendisine de benzer.’
Bu soruya verdiğimiz yanıtın girişini bir ölçü alırsak, sanatın ne olduğunu çözmenin, biraz da hayatı çözmek anlamına geldiğinin sonucunu çıkarabiliriz. Kestirebileceğiniz gibi, hayatı çözümleyebilmek de ‘ha’ deyince olacak türden bir şey değil!
Hepimizin bildiği gibi, hayatı/evreni makro ve mikro ölçeklerde anlayabilmek ve diğer insanlara anlatabilmek filozofların işi. Sanatçılar da kendi algıladığı hayatı başkalarına anlatma kaygısı duyan ve bunu anlatırken filozoflardan farklı olarak işin estetik boyutunu da hesaba katan kişiler.
Pekâla ‘A’ filozofunun çözümüne ‘B’ filozofu katılmayabilir ve soruna ya da sorulara başka açılardan bakıp farklı yorumlar getirebilir. Bu durum felsefi görüşleri kavramamızda karmaşa yaratırken, sanatta ise tam da istenen bir şey gibidir. Yaratılan ürünün yakın durduğu dünya görüşünün, estetik anlayışının kendine özgü olması ve farklılığı o eseri biricik kılan özelliklerin hemen başında gelir.
Filozof kendine deli dedirtmemek için evreni belli bir mantık çerçevesinde ve felsefenin incelediği birbirinden farklı sorulara/sorunlara bulduğu her yanıtta bir önceki yanıtıyla aynı tutarlılığı göstermek, daha önceki çözümlemeleriyle çelişmemek zorundadır. Sanatta ise bu sınırların felsefedeki kadar keskin hatlarla ve katı kurallarla belirlenmediği bir gerçektir.
Felsefeyle ilgili yayınların okunup, popüler hale gelmesine sebep olan “Sofi’nin Dünyası” adındaki, bir dönem kimsenin elinden düşürmediği, filozofları ve onların dünya görüşlerini roman kurgusuyla anlatan kitapta, filozofların diğer insanlardan farklılıklarını gösterebilmek için çok hoş bir benzetme yapılmıştı. Bu benzetmeyi sanatçılar için de yapabileceğimizi düşünerek bunu paylaşmak ya da hatırlatmak istiyorum:
O benzetmede bir sihirbaz vardır. Sihirbaz, Tanrı’yı temsil eder. Bir de sihirbazın şapkasından çıkan bir tavşan... O tavşansa içinde yaşadığımız evrenin ta kendisidir. Tavşanın tüyleri arasında ise milyarlarca bit yaşar. Bitlerse biz insanlarızdır. Bitlerin çoğunluğu tavşanın tüyleri dibinde gündelik yaşamın telaşına dalmış, hayatlarını sürdürürken, bazı bitler diğerleri gibi yapmaz; tavşanın tüylerinin tepesine tırmanıp sihirbazı (Tanrı’yı) görmeye çalışır. Bunlar filozoflardır ya da bizim yakıştırmamızla (ki yerinde bir yakıştırmadır) sanatçılardır. Tüylerin zirvesine tırmanıp tavşanı şapkadan kimin çıkardığına bakmak isterler; çünkü hayat onları her an merak içinde bırakır ve hep şaşırtır. Onlar vurdumduymaz olmazlar. Neme lazımcı hiç değildirler. Bu yüzden de doğal, sosyal, kültürel olguları gözlemleyip çözümlemesini yaparak diğer insanlara algıladıkları hayatı anlatma gibi kaygıları vardır onların. Hatta bunu yapabilme uğruna Sokrates gibi baldıran zehiriyle zehirlenerek ölürler, Nâzım gibi sürülürler, otel odalarında topluca katledilirler. Ama hiçbir şey onların, ‘yaşadıkları çağın en güvenilir tanıkları’ olma gerçekliğine ket vuramaz.
Televizyonlarda gösterilen sözde (tümünü kastetmiyorum) sanat içerikli programların paraya dönüşümü reklamlar aracılığıyla yapılıyor. Bu yayınlarda toplumun bilinç seviyesini yükseltmek, yaşam kalitesinin artmasına katkıda bulunmak gibi sorumlu bir anlayıştan çok, sadece dikkat çekici olabilmek ve bu sayede reklam pastasından en büyük payı kapmak baş amaçtır.
Bertrand Russell ‘İktidar’ adlı yapıtında; sanatı üretmek ve tüketicisi olmak için, gün içinde belli bir zaman parçasını o işe ayırmak gerektiğini, çağımız insanınınsa gününün büyük bir bölümünü işyerinde çalışarak geçirmek zorunda olduğunu (ki bugün işi olan şanslı) bu kişilerin ancak temel ihtiyaçlarını karşılamaya vakit ayırabildiğini vurgular. Bu da, vakti ve bütçesi kısıtlı olan kapitalist toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan dar bütçeli bireyin en ucuz yoldan ve niteliği tartışmaya açık sanat ve eğlence programlarına televizyon yoluyla ulaşabildiği gerçeğidir.
Orhan Pamuk’un ‘Benim Adım Kırmızı’ isimli romanında pek iyi anlattığı gibi, İslamî inancın suret çizmeyi yasakladığı, bu yüzden resim sanatının Müslüman toplumlarda gelişmediği; heykellerin, başta cinsel uzuvları olmak üzere yıkılıp kırıldığı bilinen bir gerçek. Dolayısıyla, İslam coğrafyasındaki sıradan bireylerin ya da etkin siyasetçilerin bu sanatlar üzerine yapacakları yorum, çözümleme ve saldırının mesnetsiz olduğu gün gibi ortada.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, dünyanın tanıdığı (bizim tanımadığımız) Heykeltıraş Mehmet Aksoy’un yaptığı Kars’taki ‘İnsanlık Anıtı’na ‘Ucube’ deyip yıktırması; yıllar önce de Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Melih Gökçek’in meydanlardaki heykeller için benzer tavrı takınması ‘Müstehcen’ deyip eserlerin kolunu kanadını kırmasının sebebi, yukarıda yaptığımız açıklamayla bağdaştırılabilir.
Hakkı Devrim, yaptığı televizyon programında konuğu Müjdat Gezen’e sorduğu bir soruyu mizahi bir üslupla yöneltiyor ama, o soru insanı hem ağlatıyor, hem de güldürüyor. Hakkı Devrim sorduğu o soruyla, bir sanat eserine biçtiği değerin ve aynı zamanda o eseri üreten sanatçının sanat dünyasında kapladığı yerin ağırlığını tartabildiği trajikomik teraziyi bize de göstermeye çalışıyor sanki: “Ya Müjdat! Beni o dönemde (12 Eylül) ne sorguya aldılar, ne de içeri attılar. Yoksa ben iyi bir yazar, iyi bir gazeteci değil miyim?”
Bu soruyu bugün hâlâ birileri birilerine soruyor mu, ne?
ÖZDEN GÜNAY\ BirGün Pazar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder