26 Haziran 2012 Salı

ÖZLÜYORUZ SENİ ŞAİR CEKETLİ ÇOCUK...


Bir Devrimcinin En Güzel Müjdesiydi Sesindeki 

"Ben bir müzisyenim, ondan sonra biraz Karadenizliyim, ama hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim. Ve gerçekten doğru bildiğim bir şeyi en azından çok zorlanırsam ortaya koymaktan çekinmem" diyen “Dina K’ak’i” lakaplı Kazım Koyuncu, ölümünün 7. yılı geride kalırken sanatı ve mücadelesi ile anılmaya devam ediyor. Koyuncu memleketi Hopa’da mezarı başında anılacak. Bunun yanı sıra devrimci müzisyen Kocaeli, Bursa Ankara gibi birçok ilde de sevenleri tarafından unutulmuyor... 

Lazca müziğe aşina kulaklar yakından tanır Dina K’ak’i'yi. Müziği kadar karakteriyle ve duruşuyla da önemli bir yer edindi sevenlerinin gönlünde. 33 yaşında kansere yenik düşen Koyuncu'nun yaşama veda edişinin 7. yılı geride kaldı. 25 Haziran 2005’te yaşamını yitiren “denizin çocuğu”, dağların çocuklarına devrimci bir selam gönderen ezgilerin de unutulmaz sesi. Koyuncu için ölümünden bugüne Dünya Horon Günü etkinlikleri düzenleniyor. 

Ölümünün ardından bile ezgileri halen en sevilenler arasında yerini korumaya devam eden Koyuncu için İstanbul ve Ankara başta olmak üzere birçok yerde etkinlikler gerçekleştirilecek. Ankara’da Yüksel Caddesi’nde bugün düzenlenecek bir dizi etkinlikle anılacak. Şair Ahmet Telli, Mehmet Özer’in de yer alacağı etkinliğe Koyuncu hayranlarının yoğun katılım sağlaması bekleniyor. 



ÇERNOBİL’DEN HES’LERE 


Çevre sorunlarına da duyarlı bir sanatçı olan Koyuncu. Çernobil nükleer faciası nedeniyle Karadeniz’de yaygınlaşan kanser hastalığının mağdurlarından aynı zamanda. Karadeniz Sahil Yolu inşaatına karşı Rize’nin Fındıklı ilçesinde düzenlenen eylemlere destekte bulunan Koyuncu’nun yer aldığı çevre mücadelesi halen sürüyor. Bugün Karadeniz’de Sinop nükleer santral ve Rize Çamlıhemşin’de bulunan doğa harikası Fırtına Vadisi de HES tehlikeleriyle karşı karşıya. 


'Onun her daim söyleyecek sözü vardı'


Devrimci duruşu ve yaşamıyla bütünleşen sanatıyla halkların kardeşliğinden yana kimliğiyle ön planda olan Koyuncu’nun şu sözleri aynı zamanda Türkiye gerçeğinin de bir tezahürü: “Kürt’üm dedim, hadi lan bölücü dediler. Laz’ım dedim, hadi lan devşirme Rum dediler. Çerkes’im dedim, hain Ethem’in torunları dediler. Alevi’yim dedim, dinsiz Kızılbaşlar dediler. Ezidi’yim dedim, Yezid’in pis soyu dediler. Arap’ım dedim, pis yobazlar dediler. Ben dedikçe onlar da bir şeyler dedi. İnsanım diyecektim ama insanlığa ait her şeyi yok ettiler…” 


Kazım hiçbir şey değişmedi ama şarkılarınla direnmeye devam ediyoruz 


Enternasyonalist müzisyen Koyuncu’nun hayatını kaybettiği dönemde söylediği yaşama dair şu sözler ise halen hafızalardaki yerini koruyor: "Güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlara, ateş hırsızlarına, Ernesto Che Guevara'ya, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya…" 


'Hey Gidi Karadeniz' 


1992 yılında 20 yaşındayken kurduğu Grup Dinmeyen ile birlikte profesyonel müzik serüveni başlayan Koyuncu, 1993’te ise Zuğaşi Berepe (Denizin Çocukları) adlı Laz rock müzik grubunu kuranlar arasında yer alıyor. “Bir şey ürettim ben, üç beş kişilik değil, sevgi denen şey herhalde. Bütün dünyanın, bütün toprakları hepimizindir. Bütün şarkılar, dünyadaki tüm insanlarındır, tüm topraklar da memleketimizdir” diyen Koyuncu, sosyalist ve devrimci bakış açısıyla yoğurduğu Laz halk ezgilerinin unutulmaz isimlerinden. Lazca rock yapma iddiası ile Zuğaşi Berepe grubuyla yola çıkan Koyuncu, 1995'te Va Mişkunan (Bilmiyoruz), 1998'de İgzas (Gidiyor) adlı albümlerde yer aldı. 1999 grubun dağılmasıyla birlikte Koyuncu’nün 3 solo albümü bulunuyor. 

Salkım Söğüt adlı projelerin ikincisinde 3 şarkıyla yer alan Koyuncu 2001’de “Viya” adlı ilk solo albümünü çıkardıktan sonra iki televizyon dizisinin müziklerine de imza attı. Koyuncu, 2004 yılında çıkardığı “Hayde” adlı albümüyle daha geniş hayran kitlesine ulaşırken, Laz müziğinin de popülaritesini arttırdı. Büyük beğeni toplayan ve kendisinin de öncülük ettiği Hey Gidi Karadeniz konserler dizisinde Fuat Saka, Volkan Konak ve Bayar Şahin ile birlikte konserler verdi. Ölümünden sonra 16 şarkının 4’ü konser kaydı, 4’ü demo kayıt, geri kalanı ise farklı albümlerde yer alan “Dünyada Bir Yerdeyim” albümü Halkevleri tarafından Ocak 2007 yayınlandı. Bu albümün geliriyle Kazım Koyuncu Kültür Merkezi çalışmaları başlamış ve halen çeşitli atölye çalışmalarıyla katılımcılarına ücretsiz eğitimler vermeye devam ediyor. 2008 yılında Koyuncu'nun hayat hikâyesinin yanı sıra bir kısmı hiçbir yerde yayınlanmamış görüntülerle anlatılan "Şarkılarla Geçtim Aranızdan" belgeseli de yayınladı. 


Biyografi


Artvin'in Hopa ilçesine bağlı Sugören Köyü'nde 7 Kasım 1971 tarihinde doğduğu belirtilen ancak nüfusa geç kaydedildiğinden dolayı resmi doğum tarihi 10 Mayıs 1972 olan Koyuncu, müziğe ortaokul birinci sınıfta mandolin çalarak başladı. Çocukluğu, "üstadım" dediği, "Kemençeci Yaşar" lakabı ile tanınan Yaşar Turna'nın yanında türkü dinleyerek geçen Koyuncu, İstanbul'a üniversite eğitimi için geldikten sonra müzikle yoğun olarak uğraşmaya başlamışsa da İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden siyasi nedenlerle ayrıldı. 1992 yılında profesyonel müzik hayatına giriş yapan Koyuncu, 2004'ün sonlarında akciğer kanseri teşhisi konulmuş ve kanser tedavisi görmeye başlamıştı. Koyuncu, 25 Haziran 2005'de, tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi.  




Roll dergisince Kazım Koyuncu ile yapılan söyleşi;


Bizim şarkıları Laz fıkrası sanıyorlar*



Konuşmaya albümün ikinci şarkısından başlayalım mı? Yaşlı bir kadının ağıtıyla modern gitar riff’leri bir arada… Ne anlatıyor “Domivamis”? 


Kâzım Koyuncu: Yirmi sene önce köyde yapılan bir kayıttan yaşlı bir kadının sesini aldık şarkının girişine. Şarkı kıtlık dönemini anlatıyor; bizim ulaşabildiğimiz Laz halk müziğindeki toplumsal konulara değinen tek şarkı. Sözler şöyle: “Kaymakamın iki gözü kör olsun / Karısı da benim gibi olsun / Açlıktan takatsiz kalsın / Bitmiyor derdim sıkıntım // Ekmek yok, paramız yok / Mısır bulmak için bir sürü köy dolaştım / Elim boş geri döndüm / Bitmiyor derdim sıkıntım…” Muhtemelen ‘20′li, ‘30′lu yılları anlatıyor… Babaannem de fındık kabuklarından ekmeğe benzer bir şey yapıp yediklerini anlatırdı. Fındıktan, mısırdan bol şey yoktur bizim oralarda. Fakat şarkıda mısırın bile yokluğu anlatıldığına göre, ciddi bir kıtlık dönemiymiş. Hem siyasal açıdan hem de iklimsel açıdan acı bir dönem. 


Normalde kemençeyle söylenen bir şarkı mı bu? 


Hayır. A capella. Laz müziğinde tulum, bazen de kemençe kullanılıyor; kavalın da kullanıldığı görülmüştür. Fakat ağırlıklı olarak şarkılar tek insan sesine, vokale dayalıdır. 


Kadının sesine karışan harika bir gitar riff’i kullanmışsın. Beğenen de beğenmeyen de sana şu soruyu soracaktır: O gitarın orda işi ne? 


Biz bu melodinin en otantik halini kadının sesinden koyduk, böylece tarihsel sorumluluğumu orada tamamlamış oldum. Ordan yırttım. Günyüzüne çıktı şarkı. İlk defa yayınlanıyor çünkü. Çok etkilendiğim bir melodi, çok etkilendiğim bir ses ve harikulâde sözler… Onun hemen yanına kendi kişiliğimizi koymak mecburiyetindeydik. Kendi hislerimi, gitarı çalan arkadaşın hissettiklerini… Sadece arşivlik bir şey olması mümkün değildi. O gitarları çok sert biçimde koyduk, üstelik senkrona hiç dikkat etmedik. Ritmler de hiç Laz ritmleri değil, daha çok Bektâşi-Alevî müziğindeki ritmler gibi… 


Sence o gitar ne diyor? Kadının anlattıklarını pekiştiren bir unsur mu, yoksa farklı şeyler mi söylüyor? 


Orda aslında kaval da enteresan. Kaval kadına daha yakın bir şeyi çağrıştırıyor. Gitarsa yırtıyor. Bir taraftan geçmiş var, bir taraftan biz varız. Gitar bizi ifade ediyor. Bence gitar orda kadının hissettiklerine dair bir duyguyu vermiyor, belki bir nebze kızgınlık veriyor, ama bana hissettirdikleri serbestliğe, özgürlüğe, geleceğe dair bir şey. Ama neticede o gitar sesi, o kadının sesinin bizde uyandırdığı etkilerden ortaya çıktı. O kadın olmasaydı, o riff de olmayacaktı tabii. 


“Bir tarafta geçmiş, bir tarafta biz varız” dedin. Ama neticede “biz” dediğin şeyi belirleyen şeylerden biri de senin geçmişin. 


17 yaşıma kadar Hopa’daydım ben. Ama Hopa’dayken neredeyse hiç Laz değildim. Hep söylerim, babamın çok muhteşem bir insan olduğunu düşünüyorum. Sezgileriyle, sağduyusuyla, hayat görüşüyle benim için büyük şans. ‘90′larda etnik birtakım değerlerin yükselmesiyle de ilgili olabilir ama, o güne kadar Lazlarla ilgili konulara çok duyarsızken, İstanbul’a gelip müzik yapmaya kalkıştığımda, babaannemle birlikte geçirdiğim zamanlar daha fazla aklıma gelmeye başladı. Yok olan şeylere karşı genel bir tepkiselliğin parçasıydı benim açımdan herhalde. Babaannem 90 yaşındaydı, üç sene evvel öldüğünde. O öldüğü zaman sanki her şey bitti sandım: Çocukluğum, bizim dağlar, konuşmalar, ilişkiler… Ama böylesi daha iyi, baştan beri Laz kimliğimle tam bir uyum sağlasaydım, hayatımda belki de birçok şey eksik olacaktı. 


Nasıl bir hayatın oldu 17 yaşına kadar Hopa’da? 


O dönemde ahlâklı, iyi Müslüman olma modası vardı, 12 Eylül sonrası. Kısa da sürse, ben de çok enteresan bir Müslümanlık dönemi yaşadım, namaz falan kılıyordum. Babam, söylemek doğru mudur bilmem, ateistti. Ama babam bendeki bu değişime hiç karşı çıkmadı. Ailem solcu bir ailedir. Abilerim de öyle. Babam Hopa’da doğal önder niteliği taşıyan bir insandı. 


Ne iş yapardı baban? 


Berberdi. Bir ara bakkalı vardı, 12 Eylül’den sonra iflas etti… Tom Miks’leri bitirdikten sonra, babam Yaşar Kemal kitapları almaya başlamıştı bana. Ondan sonra çok yoğun bir kitap ve ansiklopedi okuma sürecine girdim. (gülüyor) An­ siklopedilerden küçük küçük şiirler çıkarıyordum, şairlere ait maddeleri, orada yapılan alıntıları okuyordum… En çok da Fransız şairlerinden etkilenmiştim, Baudelaire, Rimbaud… Sonra Milan Kundera’nın “Yaşam Başka Yerde” kitabını buldum, o kitapta Jaromil diye bir delikanlı vardı, firarlarla geçiyordu hayatı. Onunla bayağı bir gittim geldim. Bereket, İstanbul’da üniversite kazandım da, firar etmeme gerek kalmadı. 


Babaannenden bahsetsene biraz… 


Çok sert bir kadındı aslında. Dışarıdan bakıldığında sevgi dolu olduğu görülemezdi, ama biz bilirdik. Babamla yan yana geldiklerinde Lazca konuşurlardı. Annem Laz değil, Gürcü de olabilir, Türk de. Gürcüce bilmezdi ama… Bir şey hatırlıyorum; o zamanki “anarşi” denilen ortama babaannemin verdiği bir isim vardı: “Anaşkvit”. Anaşkvitler derdi anarşistlere… Bunu bilinçli mi söylüyordu, yoksa diline öyle geldiği için mi, bilmiyorum ama, bence de anarşizmin karşılığı Lazcada “anaşkvit” olmalı. “A naşkvit”i Türkçeye direkt çevirdiğinde şu demek: “Bir serbest bırakın!” (gülüyor) 


İstanbul’a geldiğinde solculuk tecrüben epey vardı herhalde… 


Daha 12 Eylül gelmeden köyde yürüyüşler yapıyorduk küçük çocuklar olarak. Memlekette bütün herkes solcudur. Oylar da genellikle CHP’ye giderdi. Hâlâ da CHP ve ÖDP oyları yüksektir Hopa’da. Millet kitapları yakmıştı, yok etmişti ama, toprağın altından gidip buluyorduk o kitapları… “Çayeli’nden öteye giderum yali yali” durumu olmuyordu 12 Eylül’den önce. (gülüyor) Biz gidemiyorduk, Çayeli’nden öteye sağcılar vardı çünkü. Daha batıda Fatsa filan var tabii ama, aradaki bölge tutulmuştu… ‘72 doğumluyum ben. Ortaokulda artık iyice politikleşmiştim, lisede azılı faşistlerden bir müdürümüz vardı. Aslında babası hoş adammış, babamın çok yakın arkadaşıymış. Ama oğlu bildiğin faşist; okuldan atmaya çalışıyordu beni. Gerizekalılık şurada: İsmail Cem’in “Nasıl Bir Sosyal Demokrasi İstiyoruz” kitabını bahane etmeye kalktı. Daha komiği, üstümde bir kitap buldu, kırmızı kaplı, siyah yazılı, “Bir Terör Efsanesi” diye bir kitap, “işte buldum, seni yaktım” dedi, aldı götürdü. Oysa Milliyet Yayınları’ndan çıkmış, Ermeni sorununa tamamen devlet görüşüyle bakan bir kitap. Babama “senin oğlun terörist” demiş. Babam da “siktir” çekmiş. (gülüyor)


Hopa’dayken Lazlığının pek farkında olmadığını anlattın, kendini özellikle Laz olarak tarif eden insanlar var mıydı çevrende? 


Arhavi’de bir tek Yaşar Turna vardı. Lazların tarihteki en büyük ozanlarından biri. Yasal olarak Lazca albümleri yayınlanmış en nadide insanımızdır. O bizim komşunun kızını oğluna almıştı. (gülüyor) En çok Lazlıkla ilgili durumum budur: Yaşar Turna köye geldiği zaman onun dizlerine otururdum, kemençe çalardı, kendi türkülerini söylerdi. Düğünlere gittiğimiz zaman, muhakkak bir tulum, bir kemençe olurdu… Albümdeki ilk şarkı “Koçari” bir düğün şarkısıdır, kendimi bildim bileli duyarım… Hopa, liman kenti olmasının etkisiyle, daha kozmopolit bir yerdir diğer Laz yerleşimlerine oranla. Hemşinliler de var, Türkler de… Benim arkadaşlarımın çok büyük bir bölümü Hemşinlilerdendi. 


Onlar kim? 


Ermeni kökenliler; dilleri Hemşince, Ermeniceye çok benzer. Hemşinliler daha ezilen tarafı temsil ederler. Psikolojik olarak Lazlar egemenmiş anlaşılan. Lazlar şehirliliği, Hemşinliler dağlılığı temsil ederlerdi. 


O dönemde Hopa’da tanıştığın solculuk, Lazların kültürel değerleriyle bir araya gelen bir solculuk değildi herhalde, değil mi? 


Hayır. Hiç aklıma gelmemişti o dönem. Ama birilerinde böyle kaygılar da olduğunu yıllar sonra anladım. Yurtdışında tanıştığım, artık zorunluluktan orda yasayan insanlar arasında öyleleri varmış. Kendi siyasî hareketleri içinde Lazlığın kültürel değerlerini de savunan bir insana hiç rastlamadım. Sadece ‘70′li yıllarda Laz olduğundan dolayı rahatsızlık duyanlara rastladım. Türk solunda da böyle bir şovenizm söz konusu. Hatta buna “beyazlık” diyebilirim. Laz olduğunu yüksek sesle söylemen pek hoş karşılanmaz. Ama ben şimdi de Lazlığımdan bahsederken milliyetçi bir noktayı kastetmiyorum. Milliyetçi olacak kadar salak bir insan olma ihtimalini hiç görmüyorum kendimde. Herkesin kendini ifade etme özgürlüğünü savunuyorum, herkes şarkısını, türküsünü söylesin, ama yeni sınırlar, yeni devletler filan gibi bir duygum yok. Zaten varolan sınırlarla, devletlerle başım yeterince belada. 


Lazlığınla olan ilişkini nasıl tarif ediyorsun? 


Benimki çok duygusal bir şey. Lazlıktan da öte, babaannemle, babamla olan bağlarım önemli. İkinci bir boyutu da müzikler. Zuğaşi Berepe döneminde halk şarkılarıyla o kadar ilgilenmiyorduk, daha çok dil önemliydi, Lazca önemliydi bizim için. Daha sonra Birol’un (Topaloğlu) yaptığı çalışmalar, bizim yaptığımız araştırmalar müzik noktasında da bir coşku yarattı… Lazların kendi dillerini, kültürlerini sonuna kadar yaşayabilmelerini istiyorum. Benim bu konuda Lazlara vereceğim destek, başkalarına vereceğim destekten daha az değil. Ama daha fazla da değil. 


Kimdir Lazlar? Bazen bütün Karadenizlilere kestirmeden Laz deniyor. Böyle bir örtüşme var halk arasında…


Yıllardan beri bizimle çalışan, bizi çok iyi tanıyan arkadaşlarımız bile hâlâ Karadeniz’in herhangi bir yerinden bir insanla karşılaştıları zaman bize haber getirirler: “Geçen gün bir Lazla tanıştık.” 150 milyon kere söylemişizdir halbuki bir Samsunlunun Laz olmadığını. (gülüyor) 


Hopa’nın kozmopolit olduğunu söylemiştin. Lazlığın daha yoğun yaşandığı, kozmopolit olmayan nereleri var Türkiye’de? 


Arhavi, Ardeşen, Pazar, Fındıklı… Arhavi, Hopa gibi Artvin’e bağlı, gerisi Rize’ye bağlı. Göçler sonucu Düzce, Sapanca civarında da Laz nüfus yaşıyor bugün. Ve tabii İstanbul’da. Toplam 1.5 milyon Laz olduğunu sanıyorum Türkiye’de. 


Türkiye’de 20 milyon Kürt olduğu söylenir. Ama bu sayı mümkün olduğu kadar azaltılmaya, yok sayılmaya çalışılıyor, ya da “onlar da Türk” denilip konu kapatılıveriyor. Lazlarsa topu topu 1.5 milyon, ama bütün Karadenizliler Laz oluveriyor. Niye böyle sence? 


(gülüyor) Çok enteresan bir çekiciliği var Laz olmanın hakikaten. Devletin tavrı da enteresan oldu. Zuğaşi Berepe’nin ilk albümü “Va Mişkunan”da şöyle şarkı sözlerimiz vardı: “Ayağa kalkın, yan yana gelin, gidin fabrikaları işgal edin, özgürlük, aşk ve devrim için…” Bu çok radikal bir söz, üstelik bir de Lazca söylüyorsun! Doğrusu, ben bu sözlere “rakip takım”dan çok fazla tepki bekliyordum. (gülüyor) Olmadı. Lazlığın, Karadenizliliğin verdiği başka bir durum var, ciddiye mi almıyorlar nedir? Bizim şarkı sözlerini Laz fıkrası gibi dinlediler galiba. (gülüyor) Zuğaşi Berepe çok devrimci gruptu bence. Lazlığın da ötesinde, yaşayış biçimi, ödünsüzlüğü, konserlerdeki davranışları… Ona rağmen yeterince olumsuz tepki kazanamadık. (gülüyor) 


Geçenlerde TRT’de, radyoda canlı yayına çıkıp Lazca türküler okuduğunu duyduk. Oysa RTÜK yerel dilde şarkı yayınını yasakladı. 


Bizi ağıranlar çok iyi niyetli yaklaştılar olaya, bunu bilmemelerine imkân yok, inşallah onların başını belaya sokacak bir şeye sebebiyet vermemişizdir. TRT’de Lazcanın yayınlanması zaten tarihsel bir olaydı, bizim için büyük bir olanaktı. Program esnasında Ağrı’dan bir öğretim üyesi aradı. Adam dedi ki: “N’oluyoruz? Binlerce yıldır Lazdınız da, şimdi mi aklınıza geldi? Biz bin yıldır Türklük üst kimliğini yaratmaya çalışıyoruz. Siz bu alt kimliklerle ne yapmaya çalışıyorsunuz?” (gülüyor) Ben de programcıların başına bir şey gelmesin diye kestirme bir cevap verme gereği duydum: “Türküler üstünden siyaset yapılmamalıdır, türküler siyaset gibi ufak tefek şeylerin çok üstündedir” filan dedim. Daha da ötesine geçip adamla Siyaset Meydanı tartışması yapmanın âlemi yoktu. Programcıları gözetmek zorundaydım, yumuşak konuştum. Yoksa “ne diyon lan lavuk” da diyebilirdim yani. (gülüyor) 


Laz fıkraları dediğimiz şeyler sahiden Laz fıkraları mı, yoksa Karadeniz fıkraları mı? 


Bazen gerçek Laz fıkralarının etkisini görüyorum Karadeniz fıkralarında. Genel bir Karadenizlilik kültürü söz konusu bence. 


Temel ismi Laz ismi mi? 


Ben Hüseyin, Arif, Nusret gibi isimlere çok daha fazla rastladım Lazlar arasında. Hatta Temel isimli bir Laza hiç rastlamadım. 


Dursun? 


Dursun’a da rastlamadım. (gülüyor) 


Var mı bir tane gerçek Laz fıkrası aklında? 


Hiç de komik değildir öbür Karadeniz fıkralarına göre. Lazlar arasında Besim ismi çok vardır, Besim Tibuk da Lazdır mesela. Duthe diye harbi bir Laz köyü vardır. Besim, bir gün Duthe köyünden iniyor aşağı, sinemaya gidiyor. Sinema da yeni gelmiş oralara. Tabancası da belinde tabii. İzliyor, izliyor, izliyor. Filmde gangsterler, kötü adamlar var. Besim kendini tutamıyor, çıkarıyor silahı, grav, grav, grav basıyor, perdeyi dağıtıyor. Tutuklanıyor tabii. Hâkim geliyor, “oğlum Besim, ne yaptın sen?..” “Hâkim bey, sen görmedin mi, adam bin türli puştluk yapti. Ben ne yapayım, dayanamadim, çektim, vurdim oni daa” diyor. Hâkim diyor ki “oğlum, resim o, resim”. Bizimki “bana ne yahu” diyor “o resimse, ben de Dutheli Besim”. (gülüşmeler) 


Ne zaman Kürtlerin taleplerinden bahsedilse, muhakkak biri çıkar der ki, “şimdi Kürtlere verirsek yarın öbür gün Lazlar, Çerkezler de ister.” Sence bu geyiğin aslı astarı var mı? 


Lazların kalkıp da kendileriyle ilgili politik bir hareketlilik içine girmelerine hiç ihtimal vermiyorum… 


Lazcaya karşı yükselen bir ilgi var mı son zamanlarda? 


‘90′lı yıllara kadar ciddi bir tarihsel ve kültürel kompleks söz konusuydu. Fakat Zuğaşi Berepe’nin çıkışı ve Ogni dergisi bu kompleksin kırılmasına çok yardım etti. Bizler uzun saçlı, gayet modern gençlerdik, televizyonlarda gördükleri “sanatçı”lara benziyorduk ve Lazca şarkı söylüyorduk, ve biz halk şarkılarından başlamadık, rock şarkılarımıza Lazca sözler yazarak girdik bu işe. Her türden televizyonlara çıktık. Halkta dillerine karşı bir güven yarattık. Çünkü insanlar bilse de konuşmazdı, küçük görürdü Lazcayı. Bu kırıldı. Şu anda Lazları çok rahat buluyorum. Bunun kahramanının Zuğaşi Berepe olduğunu düşünüyorum. Lazlara duygusal olarak ulaştık. Ama gençler hariç Lazların müziğimizi sevmeleri mümkün değildi. Ama bizi sevdiler, bunu biliyorum. İlk defa Pazar ilçesine konsere gittiğimizde, en sert parçayla konsere başladık. Gitarımdan kafamı kaldırmaya cesaret ettiğim anda gördüğüm manzara şuydu: Yaşlı amcalar, teyzeler alkış tutuyorlardı… Hem de Zuğaşi Berepe’de müzik eksikti bence. “Va Mişkunan” albümü bayağı kötüdür. Birdenbire girmişiz bu işe, nasıl bir cesaretse? Teknik olarak, dünyanın hiçbir yerinde bize albüm yapmazlar diye düşündüm sonradan. Ama ikinci albüm “İgzas”ı çıkarmak için yıllarca çalıştık. Çünkü artık iyi bir şey yapmamız lâzımdı. Ama “İgzas” daha az sattı. “Va Mişkunan” herhalde 30 binin üstüne çıktı. Düşünsene, hem Lazca yapacaksın, hem rock yapacaksın, hem de başarısız bir müzik yapacaksın. Çok iyi bir rakam. 


Senin rock’la tanışman nasıl oldu? 


Hopa’dayken Almanya’dan amcamın gönderdiği bir gitarım vardı, çok şanslıydım. Radyodan başka bir şeyimiz yoktu tabii. İstanbul’a geldiğimizde direkt kitapçı ve kasetçilere yüklendik. Pink Floyd’u filan biraz biliyorduk. Arpalığın içine arpayı fazla kaçırırsan at fazla yer, deliye döner ya, öyle bir süreç yaşadık. Serde solculuk vardı, saçlar da uzadı, gitar çalıyorduk, Che tişörtleri, boğazlı kazaklar, kırmızı atkılar… ‘70′li yıllarda öldürülmüş bir devrimcinin parkası geçti elime, hiç çıkarmıyordum sırtımdan. Postallar, yırtık pantolonlar… Meğer kızlar da bunlara hasta oluyormuş, sonradan farkettik. Pink Floyd, Deep Purple’lar, Zeppelin’ler, Rainbow’lar, hep klasik şeyler dinledik. Sonra da U2… Köprüaltı’nda ilk canlı müziği yapanlardan bir tanesiydim, Arzum birahanesinde çalıyorduk. Köprü yıkıldı, Beyoğlu’na taşındık, birkaç sene serseri serseri dolaştık ortalıkta. Sonra da Zuğaşi Berepe çıktı. 


“İgzas”taki modern sound, bu saydığın klasik gruplarla açıklanabilecek gibi değil. 


Doğru. Ama ben yine de çok fazla şey dinlediğimi söyleyemem. Bende Bono’nun sesine karşı bir hayranlık vardır. Çok severim U2′yu. Cure’u da çok severim. Fakat “İgzas”ın sound’u bunların hepsinden çok farklı oldu. Son dönem grupta yer alan gençlerin büyük katkısı var: Klavyeci Uğurcan’ın, gitarist Gürsoy’un… 


Hepiniz Laz mıydınız grupta? 


Hayır, ikimiz Lazdık: Mehmedali Barış Beşli ve ben. Daha çok aramızdaki ilişkilerden kaynaklanan sorunlarla ayrıldık. Ben bıraktım grubu. Sonra diğer arkadaşlar da grubu dağıtma kararı aldılar. Gerçi hâlâ görüşüyoruz, hepsi dostum… Aramızda apolitik insanlar bile oldu. Ama dostluğumuz hiç bozulmadı. Bazı yerlere çıkarken sorun olmadı değil ama, karşılıklı tavizler verildi. Sonuçta Med TV’ye bile çıktık, Belçika’da onların stüdyolarında canlı çaldık, hâlâ o konser yayınlanır. Zaten buraya bir geldik, Beyoğlu’ndaki pilavcı çocuklar tanıdı bizi. “Seni televizyonda gördük abi.” (gülüyor) 


Mehmedali çocukluk arkadaşın falan mıydı? 


Hayır, ama bu işlere başlamamı o sağladı. Üniversitede karşılaşırdık, ortak arkadaşlarımız vardı. Grup fikri onda zaten vardı. “Laz müziği yapan bir grup kursak” diyordu. Ben de destek olurum diye düşünüyordum, ama tam içine dalıverdim. Hesapta halk türküleri söyleyecektik ama, ortaya rock besteleri çıktı. Mehmedali’yi ben Lazların bir numaralı şarkı sözü yazarı ilan ediyorum. Lazcanın en modern şiirlerini yazdığını düşünüyorum. Gruba arkadaşlarım Metin ve İlhan da dahil olunca, olay iyice rock’n'roll oldu. 


Zuğaşi Berepe besteleri Laz müziğine tamamen uzak mıydı sence? 


Laz müziğinin melodilerini yakalayalım diye bilinçli bir kararımız olmadı. Ama belki Lazca sözler bizi biraz oralara doğru yöneltmiştir. Lazcanın dışında da bir Lazlığın olabileceğini düşünüyorum aslında. Kemençe ve tulum çok az kullanmıştık. Bu “Viya” albümünde mesela daha çok. Daha çok dediğim de, dört şarkıda filan var. 


“İgzas” albümüyle solo albümün “Viya” arasında ne gibi farklar var? 


Bu albüm akustik gitar ve perküsyon ağırlıklı oldu, vokaller daha ön plana çıktı. Daha sade, daha sakin. Şarkıların büyük bir bölümü halk şarkıları. Hiç bilinmeyen şarkıları gün ışığına çıkarma çabası söz konusuydu. Zuğaşi Berepe döneminde hayalini kurduğumuz bir çalışmaydı aslında. Fakat Birol Topaloğlu’nun yaptığı albüm beni arşivlik bir çalışma yapma fikrinden uzaklaştırdı. Çünkü Birol bu işi çok iyi yapıyor, çok emek veriyor. Ben o yüzden kendimden bir şeyler kattım, biraz daha modernize ettim bu şarkıları. Grubun etkisinin devam ettiğini düşünüyorum. 


Müzik bakımından Karadeniz türküleriyle Laz türküleri arasında bir paralellikten söz edilebilir mi? 


Edilebilir. Karadeniz’in bazı türkülerine de hastayım. Kont Adnan’ın söylediği “Kuş Foli Koma Foli”nin melodisi Fuat Saka’da da vardır mesela. Birçok yörede farklı sözlerle söylenir. O ritmi çok iyi buluyorum, Karadeniz türkülerinin çok enteresan bir groove’u olduğunu düşünüyorum. Ritmler modern müziklere çok açık. Melodileriyse çok tutucu ve inatçı. Fakat modern müzikte trip haline sokulabilecek melodiler bence onlar. Laz türkülerinin çok uzağında sayılmaz bunlar zaten. 


Karadeniz türküleri sözel olarak da zengin geliyor mu sana? 


Sıkıştırılmış bir melodi var, sözlerle çok şey anlatabiliyorsun, ritm de ona çok müsaade ediyor. Ayrıca Türk halk müziğinde müstehcen bulunan sözler, Karadeniz bölgesinde, hele hele Lazlarda hiç de müstehcen değildir. Bir türküde şu laf geçiyor, Türkçesini söyleyeyim: “İki öptüğün yerden bir de dişler misin?” Fuat Saka’da da şöyle sözler var mesela: “Ben mi daha iyiydim, senin domuz kocan mı?” Ahlâken çok parçalayıcı bir şey. Aile kurumuna, erkekliğe büyük darbe; Türk müziğinde söylenmeyeceğini düşünüyorum… 


Karadeniz türkülerinde dörtlükler genellikle makinalı tüfek gibi sayılıp dökülüyor, bir anlamda “geveze” türküler, kelime hazneleri de çok geniş… Bir gün Karadeniz FM’de bir türkü duymuştuk: Yine dörtlükler gırla gidiyor, “gözleri kara / ara beni ara” şeklinde sürekli tekrarlanan bir nakarat var. Adam “gözleri kara / ara beni ara” diye diye en sonunda kıza telefon numarasını verdi: 232 43 56. Resmen türkünün içinde böyle bestelenmiş harika bir dize var: İkiyüzotuziki kırküç ellialtı. 



(gülüyor) Tövbe estağfurullah. Nasıl bir eylemmiş bu yaa! 



“Viya” nedir? Albümün adı neden “Viya”? 


Albümün isim babası Mehmedali. Viya hakkında güzel şeyler de yazdı albümün kapağına. Laz sörfü de denebilir. Ama aletsiz sörf, vücut sörfü. Bizim oralarda “viya inmek” derler, kendini dalgaya bırakmaya… Ben hiç viya yapmadım, çünkü yüzme bilmiyorum. Benim bir “dağ Lazı” olduğum söylenebilir. Albümün adının “Viya” olması biraz da Samsun – Sarp Sahil Yolu Projesiyle ilgili bir gönderme. Eskiden çocukların viya indiği sahillerin artık taş ve asfaltla doldurulmasına karşı bir tavır. 


Albümde “Sarpi Moleni” diye bir şarkı var, sınır köyü Sarp’tan, portakal-limon bahçelerinden bahsediyor… 


Sarp köyü, 17 Ekim devriminden sonra Batum – Gürcistan tarafına geçmişti. Köy ortadan ikiye bölünüyor, bir Hopa Sarpı var, bir de Batum Sarpı var. Xasan Helimişi’nin bir şarkısı bu. Bu şair solcu olmasına rağmen Stalin tarafından sürülen bir adam. Adamın söylediği, öbür Sarp’a duyduğu özlem. Öbür Sarp’taki bir kıza olan aşkını anlatıyor zaten. Hiç siyasî gibi gözükmüyor ama, korkunç bir siyasî şarkı bence. Müzikle siyaseti bir arada düşündüğüm zaman, siyasî müzik olamaz diye düşünüyorum. Ama müzisyen siyasî olabilir… Geçen ay, küreselleşme karşıtı bir eylemde, Lazca bir aşk şarkısı söyledim. Ama, adettendir, böyle yerlerde bir de konuşma yapılır. Küreselleşme filan, yeni konular bunlar. Tamam, karşıyız ama, ezberimiz yok bu konularda. (gülüyor)Aklıma ilk gelen, sadece Lazca konuşmak oldu. Sadece Lazca konuştum, sadece Lazca şarkı söyledim, bir de şöyle bağırdım: Skudas xalkepeşi cumapoba!.. Sonra indim aşağı. Bir arkadaşla konuşurken “Seni dinlerken ‘yaşasın halkların kardeşliği’ sloganı atasım geldi” dedi bana. Oysa işte ben o sloganı atmıştım bile. 


* Söyleşi: Derya Bengi, Roll, sayı 57, Eylül – Ekim 2001 






Kazım Koyuncu'nun Kardeşi Niyazi Koyuncu İle yapılan Söyleşinin bir bölümü;



Ağabeyim iyi Devrimciydi...



Ağabeyiniz Kazım Koyuncu’nun müziğe başlamanızda etkisi oldu mu? Müzikle ilgilenmeniz için size birçok müzik CD’si verdiğini biliyoruz. 


Her şeyden önce iyi bir müzik dinleyicisi olmamı istiyordu. Onun sayesinde bunu başardığımı düşünüyorum. Aramızda çok yaş farkı vardı. Gitar çaldığım dönemde yanında şarkı söyleyemezdim. Onun yanında utangaçlık vardı aslında. 

Sonuçta ağabeyin Kazım Koyuncu’ydu ve onun karşısında onun şarkılarını söyleyemezdim. Kısaca utanırdım. 

Şu anda gitmediğim, şarkı söylemediğim yer kalmadı ama ben hala ailemin karşısında şarkı söyleyemem. 


Bir ağabey ve bir sanatçı olarak Kazım Koyuncu’yu nasıl tanımlıyorsunuz? 


Öğretici tarafı çok fazlaydı O’nun. Benim açımdan Kazım Koyuncu öncelikle ağabeydi. Ağabeyim müzisyende olmayabilirdi. Her zaman bunu söylerdi, siyasal okuyordu, kaymakam da olabilirdi. 

O zaman da yine bu kadar severdim ağabeyimi çünkü başlı başına bir insandı her şeyden önce. 

Müthiş bir öğretici tarafı vardı ve çok iyi bir devrimciydi. Bunlar bir bütün olduğunda üstüne bir de onun müziği eklenince… 

Benim için başka bir şeydi O… 


Türkiye’de gündemden hiç düşmeyen bir konu da iktidar ve sanat üzerinde kurduğu baskı. Sokak müziği yapmaktan tutun konserde söylediğiniz türkülere kadar her şey ceza olarak size dönebiliyor. Böyle bir ülkede müzisyen olmayı nasıl tanımlıyorsunuz? 


Zor ama inadına söylemek, inadına oynamak lazım. Şu anki başımızdaki insanların geçici olduğunu bilmemiz gerekiyor. Sanatçıları, emekçileri her zaman ezmek isteyenler iktidardayken, biz inadına şarkılar söyleyeceğiz ve inadına onların istediklerini yapmayacağız. 

Sistem buraya gidiyor diye biz böcek, çiçek demeyeceğiz. Biz onlardan korkmayacağız, çünkü şurası çok açık biz onlardan çok daha değerli insanlarız. 

Onlar bizden korkuyorlar ve haklılar da korkmaktan. Karanlık bir dönemden geçerken “Muço pa” diyecek insanlar, Lazlar sıkıştığı anda “Muço pa” diyorlar, dinleyenler de öyle diyecek… 

Röportaj: Ali Ufuk Arikan (soL) 




Express Dergisince Kazım Koyuncu ile yapılan söyleşi;

Güzel Şarkılar Yapmamız Lâzım

Taner Öngür: Barışarock’a kadar Coca Cola, Pepsi Cola, softdrink’ler masallardaki yağ çeşmesiymiş, bal çeşmesiymiş gibi algılanıyordu, son derece doğal bir kaynak akıyor, şişelere doldurulup satılıyormuş gibi… Bunu sorgulama diye bir şey yoktu bugüne kadar. İlk defa bu olayla birlikte bu içecekler sorgulanmaya da başlandı. Rock’n Coke festivalinin son tutunduğu dal olarak görüyorum “haydi kızlar okula” kampanyasına verdikleri maddî desteği. Televizyonda da her beş dakikada bir bu çıkıyordu. Çocuklar konusunda duyarlılıklarını gösterdiler, çok güzel, o festivalin bence tek olumlu yanı bu. Ama şöyle bir teklifte de bulunuyorum: Coca Cola’nın çocuklara zararlı olduğu laboratuar analizleriyle ortaya çıkmış durumda. Eğer çocuklar konusunda duyarlı iseler, kutuların, şişelerin üzerine “çocuklardan uzak yerlerde muhafaza ediniz”, “çocuk sağlığına zararlıdır” şeklinde, aynı sigaralarda olduğu gibi bir ibare düşsünler, çocuklara yönelik vahşi reklam kampanyalarını da durdursunlar. Böylece samimi olup olmadıklarını anlarız… Bu tip içecekler bu gezegende hiç ortaya çıkmasaydı, kimse bir eksiklik hissetmeyecekti. Ama sanki çok gereklilermiş gibi saldırgan reklam kampanyaları var senelerdir. Adamların kendi söyledikleri bir şey var: “Biz gençlerdeki müzik eğilimleriyle Coca Cola imajını birleştirerek beyinlere yerleştirmek istiyoruz” diyorlar açıkça.

Bir sözünü okuduk, “rock’un kolayla ne alâkası var, pop olsa neyse” gibi bir şey. Burada zımnî bir rock tanımı var. Rock nasıl bir şey sence?

Taner: Son senelerde kimseye uymuyor bu tanım tabii… Burada benim kendimce savunduğum, hâlâ bir parçası olduğum bir rock tanımı var. ‘60′larda, hatta ‘50′lerde sisteme bir karşı çıkış olarak başlayan, her on senede bir, rant kapasitesi farkedilip, hemen manipüle edilip endüstri tarafından kullanılmaya çalışılan, fakat hemen arkasından aynı temel çerçevede, ama başka isimlerle —punk, grunge gibi akımlarla, ama temelde rock olarak— yeniden ortaya çıkan bir müzik var. Böyle sürekli bir devinim. Ben bunu hep görüyorum ta o zamandan beri. Ve bunun hep böyle süreceğini düşünüyorum. Elli sene böyle sürdüğüne, hâlâ böyle gündemde olduğuna göre…

Yani rock’un doğasında muhalif bir çekirdek var…

Taner: Tabii, isimleri saymaya gerek yok, Frank Zappa, John Lennon… Belki Kurt Cobain’in ihtiharındaki, kendi iç çelişkilerindeki nedenlerden bir tanesi de bu; endüstri tarafından kullanılmaya dayanamadı. Kimi intihar etti, kimi hayatı boyunca kavga etti… 68 Kuşağı diye bir kavram var, değil mi? Yani Woodstock festivali, Vietnam savaşı, o dönemin özel siyasal şartları… Büyük bir kitle olarak anlaşılmıştı, fakat o kitlenin büyük bir kısmı aslında kandırılmaya çok müsait insanlardı. Zaten büyük bir çoğunluğu da kandırıldı. Bir ara Vietnam savaşına karşı çıkan, yürüyüşlerde yer alan kitlenin büyük bir kısmı, bir süre sonra karşı çıktıkları kurumların içinde çalışmaya başladılar. O insanlar çocuklarını alıp gidiyorlardı festivallere, müziği, müziğin neşe, eğlence tarafını seviyorlardı, ama sistem karşıtı, anarşik fikirler bunlarda pek kalmamıştı. “68 Kuşağı, siz karşı çıktınız da, hiçbir şey değişmedi, her şey daha kötüye gitti” diye eleştirirler, ama bunun nedeni de o tip insanlar. Mesela bir Frank Zappa ölene kadar olayını sürdürdü, veya John Lennon bir şekilde. Bob Dylan bazen uyum sağladı, bazen sürdürdü… İyi ki bunlar vardı, iyi ki bunlar uyum sağlamadı ki, bak bugün bile böyle bir şey yapılabiliyor, o ruh ayakta kalıyor. Azınlıkta olan bir kesim her zaman var, onlar bir şekilde çevrelerini organize edebilme yeteneğine de sahipler. Ben mesela Ömer Madra’yı da seviyorum, kimisi beğenmeyebilir, ama kendince elinden geleni yapıyor. Veya başka birileri var, hepsi birbirini eleştirebilir, ama o ruhu sürdüren tek tük insanlar, o zaman nasıl yaptılarsa, ‘70′lerde de bir şeyler yapmaya çalıştılar, ‘80′lerde de. Bazen bu büyüdü, belli bir noktaya vardı, bazen geri çekildi. Ama hep sürüyor. Bu tek tük insanlar yaşadıkça, onların söyledikleri de yaşadıkça, bu hep sürecek.


Rock’un eleştirel, muhalif bir içeriği var ve dönem dönem bastırılsa da, bunu yeniden üretecek dinamiklere sahip mi sence?

Taner: Benim anladığım rock bu. Ama başka türlü rock anlayışları da, özellikle ‘80′lerden beri, reklam endüstrisinin yoğun manipülasyonlarıyla ortaya çıkıyor. Bu manipülasyonlar sadece bu alanda değil, hayatımızın her alanında yaşanıyor. Kavramların içi boşaltılıyor, yan boşaltılıp yan dolduruluyor, iki taraftanmış gibi gözüküyorsun, çeliskiye düşünce çeşitli oyunlar yapıyorsun… Bugünkü gençlere hak vermemek de elde değil. Kavram kargaşası yaratmak konusunda uzmanlaştı artık endüstri. Harvard üniversitesinde, Yale üniversitesinde “iyi yönetici nasıl olunur” tekniklerini bayağı iyi geliştirdiler. O yüzden, on sene önce Amerikan şirketlerinin yöneticilerinin maaşları kırk işçi maaşına denk gelirken, şimdi 1400 işçi maaşına denk. Demek istediğim, belki bugün benim anladığım anlamda bir rock mevcut değildir, ama mevcut olması için olmayan bir muhalefeti varmış gibi göstermek de benim için neşeli bir oyundur. Nükleer santral karşıtı bir festival yaptık, Akkuyu’ya gidildi, Ecevit o gün çıkıp “nükleer santral ihalesi iptal edilmiştir” diye açıklama yaptı. Herkes sevindi, “bunu biz mi başardık” diye. “Bizim başardığımız şey” dedim, “olmayan bir muhalefeti bir şekilde varmış gibi göstermek; etkisi de oldu”. Ama şu son iki senedir, kriz, deprem, Irak savaşı, hepsi Türkiye’nin her yerinde, en ücra köşeye kadar genel bir muhalefetin oluşması için yeterli ortamı sağladı. Böyle bir ortam da şimdi çeşitli gruplar tarafından kullanılıyor.

Kâzım, sen nasıl tanımlıyorsun rock’u?

Kâzım Koyuncu: Türkiye için işler biraz daha zor ve farklı diye düşünüyorum. Modern, gelişmiş yerlerde bazı şeyleri yaşamak, tırnak içinde daha kolay, daha gerçekmiş gibi görünüyor. Ama burada gerçek olmayan bazı şeyleri gerçekmiş gibi göstermekte bir zorluk var. O gerçeğe ulaşmak için de daha kocaman bir zorluk var. 

Türkiye’de rock müziğinin ayakları üstünde duran, üreten bir hal almasının zor olduğunu düşünüyorum.
Sence de özünde muhalif midir rock?

Kâzım: Bu bizim arzumuz. İlk çıkışı ve ‘68 , ve hatta daha çok devrimci potansiyelin yeryüzünde yaşandığı ‘80′lere kadar gelinen süreçte genel olarak o devrimci durumlardan etkilenen birçok müzisyen vardı. Fakat ‘80′den sonra herkesin bir sponsoru olduğu bir dünya yaşandığından ötürü, rock müzik için bir takım potansiyeller sponsorlarla birlikte daha soft’laştı, sistemin içine daha çok girmeye başladı. Zaten ‘80′den sonra genel olarak toplumsal muhalefette ciddi bir düşüş meydana geldi.

Bir sponsor parantezi açalım mı? Eskiden de konser oluyordu, turneler oluyordu, ama sponsora ihtiyaç duyulmuyordu. Sponsor yeni bir şey, ama sanki onsuz olmazmış gibi bir hava var…

Kâzım: Sponsorların yeryüzüne indiği noktada şöyle bir problem de başladı: İşleri çok kolaylaştırır gibi görünen bu süreç, aslında bazı şeyleri çok zora soktu, işin içindeki insan emeği ve ısrarı azaldı. Böylece bu işin anlamı da, hem kendinize, hem başkalarına daha azalarak ulaşmış oldu. Dört konserin ikisinde batınca, insan ister istemez böyle şeylere yöneliyor. Fakat şunu hiçbir zaman unutmamamız gerekiyor: Aslında en değerli olan şey, insanlarla ve her türden sorunla birebir yüzleşmek ve onu insanın kendisinin çözmesini sağlamak…

Acaba toplumla bağlar zayıfladığı için mi sponsorlar devreye girmiş oldu? Eskiden konserleri finanse eden toplumdu sonuçta…

Taner: Sponsorlardan başka alternatifler de var, bizim Barışarock’ta yaptığımız gibi. Dayanışma diye bir alternatifimiz var, birlikte çalışma, birbirine destek olma… Burada bir deneyim kazandık. Barışarock’ta ses sistemine 20 milyar lira gitti, başka şeyler de vardı tabii ve bunlar ödendi. 10 milyonluk cüzi biletler karşılığında ödendi. Bu, önümüzdeki başka olanakları da gösteriyor. 20 milyarlık ses sistemi değil de, 2.5 milyarlık bir sistemle dört grubun rahatça sahne alacağı konserler yapılabilir ve gruplar da kendi kazançlarını sağlayabilirler rahatlıkla. Bu, gönüllü çalışmasıyla olabilecek bir şey. Biz de çok dağınıktık bugüne kadar, herkes kendi işinin peşinde koşuyordu. O da çok doğal bir şey.
Kâzım: Hâlâ bence yapılacak çok şey var, sponsorlu veya sponsorsuz. Fakat nerede durduğumuzu ve ne yapmaya çalıştığımızı çok iyi bilmek gerekiyor. Türkiye’deki rock müziğin de bu noktada çok ciddi bir problemi olduğunu düşünüyorum. İster istemez, Türkiye’de rock müziği yapanlar daha okumuş yazmış çocuklar, ailelerinin durumu daha iyi, daha modern insanlar. Böyle bir sınıfsal durumun daha aşağıya, daha halkın içinde bir yere gelebilmesinin koşullarını ilk önce şarkılarımızdan aramak üzere geliştirmek durumundayız. Rock’n’roll dünyanın en devrimci unsuru da olabilir, fakat Türkiye’de böyle bir gerçek varken, Türkiye’de yoksullar rock müzik yapmıyor ve dinlemiyorken, Türkiye’de rock müziğinin çok fazla da devrimci ya da muhalif ya da akıllı olmasının koşulları ortadan kalkıyor diye düşünüyorum. Bizim festivalde de çok iyi çaldı insanlar izleyebildiğim kadarıyla, ama bence müzikal olarak çok önemli bir sorun vardı: Birçok şarkının çok geçerli olmadığını düşünüyorum. Şarkıların daha geçerli hale gelmesi gerekiyor. Yaşamayan ya da insanlarla paylaşamayacağın bir şeyden zevk almanın sadece çok kısa süreli oyunlar olduğunu düşünüyorum.

Taner: Rock müziğin özünde de yaşanan hayattan çıkan gerçek şarkılar vardır. Dylan’ın, Lennon’ın söyledikleri hep oradaki hayattan kaynaklanmış şeylerdir. Bizde öyle bir noktaya daha tam gelinemedi, ama bu yapıdan oraya doğru gidilecek. Bu ülkede yaşanan hayatla ilgili şeyler söylenmesini ben de senelerdir bekliyorum, hayal ediyorum, çıktığı zaman da hayran kalıyorum. Moğollar’ı rock sayabilirsek —ben öyle kabul ediyorum ama—, biz Anadolu’da çeşitli şehirlerde 10 bin, 20 bin kişiye çalıyoruz. Ne sponsor var, ne bir şey. Sürekli doluyor konserler. Rock grubu kabul edilirsek, demek ki bu bir çelişki. Bizim halk müziğiyle eskiden gelen bir bütünleşme var ya, o da tabii insanları çekiyor. Çorum’da yaşlı amcalar teyzeler de, sözleri de anlayarak coşup katılabiliyorlar. Bu tip araştır­ malara girme zamanıdır diye düşünüyorum.

Kâzım: Eğer bir şeyler yapacaksak, bir şeyleri değiştirebileceksek, güçlü olmamız gerekiyor. Ama o güç sponsor gücü değil. O güç, direkt kendi yaptığınız şarkıların kendi gücü olursa gerçekten halka ulaşacak.

Taner: Sponsorun markasına hizmet ediliyor gibi bir içerik olmamalı, yapan kişiler bunu hesaplamamalı. Bir firmanın satış mümessili, reklamcısı gibi dolaşıyor gruplar… “Sanata ve kültüre destek” gibi bir kavram vardır ya sponsorlukta, o saygı duyulabilecek bir şey. Sponsorun isminin grupların, müzisyenlerin önüne geçmemesi lâzım. Ama Coca Cola gibi bir firmanın bunu bu şekilde yapması zaten imkânsız.

Kâzım: Her zaman her şeyi çözmek için bir yol muhakkak vardır. Ama modern dünya bize şunu söylüyor: Çok fazla düşünmeyin, en kestirme yol zaten hazırsa bunu tercih edin… Oysa o yollar sürekli bitiyor, sınırlar var. Eğer biz gerçek yolu aramaya biraz emek sarfedersek, bu, şarkıları yapmaya da emek sarfetmek anlamına gelecek, yaşadığımız aşklara da, yaptığımız konserlere de emek sarfetmeyi ortaya çıkaracak. Türkiye’ye geç geliyor her şey, sponsorluklar ve başka şeyler de geç geldiğinden ötürü tuhaf bir şeylerle karşılaşıyoruz. Oysa hakikaten yapacak çok şey var… Teknik olarak rock müziği terkettiğim bayağı bir zaman olduydu, bu süreç tekrar bendeki canavarı uyandırmaya başladı. Fakat her zaman konserlerimde, sahnede elektrik gitarı, mümkün mertebe diğer enstrümanları kullanmaya çalıştım. Ama Barışarock’ta benim sadece bir rock’çu olarak bulunmam söz konusu olamazdı, çünkü benden çok daha fazla rock yapanlar oradaydı, belki rock’la en az anılması gereken adam bendim.

Taner: Ama rock’un yelpazesi o kadar geniştir ki… Çok bilinen bir örnek, Beatles’ın “Eleanor Rigby” şarkısı mesela: Hiç gitar yok, davul yok, bas yok, oda orkestrasıyla çalınıp söylenen bir şarkı. Yani enstrümantasyon kavramları o kadar da keskin değil. ‘80′lerde başlayan distortion gitarlar, sivri burun çizme, deri pantolon, uzun saç, bunlar belki endüstrinin kalıplaştırmaya çalışmasından ötürü. Gerçek rock’un içinde neler neler var, blues’un en otantik özellikleri de var, her şey var. The Band diye bir grup vardı, Bob Dylan’ın arkasında çalmıştı, Kanada folklorunun en güzel özelliklerini yaşatıyorlardı. Rock çok geniş bir yelpaze. “Benden daha çok rock yapıyorlar” diye bir şey bence doğru değil. Temeldeki düşüncen önemli, içerik önemli.

Gelenekselle rock ilişkisi yabancı değil, ama rock’la pop arasına bir sınır bölgesi çiziliyor. Barışarock boyunca özellikle Pet Shop Boys’un şahsında pop da hedef alındı. Halbuki Pet Shop Boys, hem cinsiyet mücadelesinde, hem Thatcher’a karşı muhalefette, şarkılarına da sinen bir protestoyu bayrak yaptı yıllarca… Pet Shop Boys rock değil mi, ya da pop olması ayıp mı?

Taner: Rock değil, ama şimdi belki kendi söylediğimize ters düşeceğiz. Dead Kennedys, Türkiye’den Rashit veya Simple Minds… Oraya katılan insanları tümüyle reddetmek kesinlikle söz konusu değil. Ama o festivale katılan da öyle bir rock. Ben onu reddediyorum. Oraya katılanların yaptıklarını reddetmiyorum, olayın sunuluş biçimini reddediyorum, sunuluşa kananlar beni üzüyor. İKSV’den Görgün Taner veya Pozitif şirketindekiler de tümüyle reddettiğim insanlar değil. Yaptıkları bazı yanlışlara karşı çıkıyorum kişisel olarak.

Bu iki festival bağlamında onlar da şöyle bir şey diyemez mi: Onlar barışı temsil ediyor da, biz savaşı mı, küreselleşmeyi mi temsil ediyoruz?..

Taner: İçinde bulunduğun konumla, istesen de, istemesen de bir şeylere hizmet ediyorsun. Rock’n Coke festivalini organize ettikleri sırada Türkiye’den Irak’a ilk demiryolu açıldı uzun süre aradan sonra. Giden trenin içinde en az dört tane vagon Coca Cola şişeleriyle dolu. Irak’taki insanların, çocukların her şeyden fazla Coca Cola’ya mı ihtiyacı var?.. Senin söylediğin şeyler, niyetlerin güzel olabilir, ama sen o konumun içinde bulunduğun zaman, dolaylı olarak buna hizmet etmiş oluyorsun. Kullanılmana izin vermeyeceksin, veya nereye kadar kullanılabileceğini hesaplayacaksın. Bunları düşünmüyorlar. Ne MFÖ düşünüyor, ne Cardigans, ne Simple Minds, ne Görgün Taner, ne Pozitif… Onların da, hatta bir sürü katılımcı genç insanın da hayali şuydu: Batı’da bunlar var, bizde de olsun… Bir aşağılık kompleksimiz vardı ya Batı’ya karşı her konuda… Bir özlem var Türkiye’deki gençlikte. Televizyonda H2000′i filan izlerken çok üzülmüştüm o gençliğe. Herkeste öyle bir özlem var: “Niye bizde olmuyor?” Teknik olarak oldu, ama içerik olarak tam anlamıyla oldu mu?

Bu arada, Cardigans’ın günahını almayalım, “bil­ seydik Barışarock’a katılırdık” demişler…

Taner: Evet, bir kısmının öyle söyleyeceğine de eminim.

Kâzım: Daha bu işler hiç olmadan o festivale beni çağırmış olsalardı, muhtemelen ilk heyecanla, çevredeki insanların “ne güzel” gazlarıyla evet diyecektim. Ama eğer fırsatım olsa, tek başıma konuşmuş olsam, bütün bunlar aklıma gelirdi, bir-iki tane akıllı arkadaşıma sorardım ve böyle bir şeyi hatırlatırlardı. Biz hatırlayamıyoruz, aklımıza gelmiyor, hayat çok hızlı gidiyor. Oradaki arkadaşlar için de, Pozitif organizasyonu için de söyleyebilecek bir şey göremiyorum. Onlar çok doğru şeyler de yaptılar Türkiye’de. Genel bir uyuma halimiz var, düşünmek için yorulma halimiz var.

Harun Tekin: Sanatçılarla dinleyicilerin buluştuğu andan bahsetmek istiyorum. O buluşma, biraz da o anda hissedilen bir şey. O duygu oluyor veya olmuyor, çok alâkasız bir yerde de olabiliyor. Eminim, Rock’n Coke’ta çalan bir sürü sanatçı da hissetmiş olabilir bunu. Bunun karşılıklı olarak hissedildiği anda, ortada sponsor, o bu şu kalmıyor. Biz de sponsorlu konser yaptık, ama o birleşme duygusu her şeyin önüne geçebiliyor… Yabancı bir grup olarak Türkiye’de bir festivale gelmek de bambaşka bir şey. Türkiye’ye gelmek, burada insanlarla buluşmak duygusu da var. Barışarock’ta kısıtlı zamanda çok iyi bir iş yapıldı, ama Cardigans’a, başkalarına ulaşıp ayarlamalar yapmak zor bir iş. Belki gelecek senelerde yapılabilir. Ama gelen yabancıları da, hatta buradan çalan Türkleri de performanslarıyla, orada yarattıkları duyguyla değerlendirmek lâzım… İkincisi, festivaller özelinden daha geniş bir yere çıkmak gerektiğini düşünüyorum, “Barışarock / Savaşarock” ikileminden hareketle. Anlamların çok iç içe geçtiği bir dünyada yaşıyoruz artık, ortadaki her şeyin iki, üç, beş, on tane alternatif okuması var. Zaten şu veya bu festivale gitmeye hazır bir kitle var, o kitle zaten oraya gidecek gibi görünüyor şu anki dinamikler çerçevesinde. Oraya giden kitle Simple Minds’dan alacağı bir şeyi hayatına daha farklı geçiremez mi, öyle bir gelişim söz konusu olamaz mı? Siyah-beyazdan, kamplaşmadan kaçınmamız lâzım. Kendi kuşağım için de söylüyorum, büyüklerim için de, daha büyük, geniş bir buluşma yaratmamız lâzım. Athena diyelim, orada çalan gruplardan biri, 12 Dev Adamları filan var, ama Athena, savaşa karşı duruş sırasında, ortak müzik çalışmasına katılmak dışında da hiç kimsenin beklemediği bir şey yaptı. Ödül töreninde “bu savaşı protesto ediyoruz, şu şarkımızı çalacaktık, ama çalmıyoruz” deyip “Amerika sahibim, ne isterse” yazılı tişörtle çıktılar. Her yerden çok hoş destekler alınabiliyor. Kimseyi dışlamamak, diyalog kapısını açık tutmak gerektiğini düşünüyorum ve buna kişileri veya şirketleri de dahil etmek istiyorum. Her şeyin farkında olduğunu, kötü niyetle işbaşında olduğunu düşündüğüm insanlar ve kurumlar var dünyada. Fakat bir de her şeyin o kadar farkında olmayan, ama kendini akışa kaptırmış, makinenin dişlisi durumunda olan, fakat konuştuğunda seni anlayabilecek olan, hatta kendi bulunduğu çerçeve içerisinde makûl bulduğu şeyleri olumluya çevirebilecek bir güç arz eden insanlar da var.

Taner: Milyonlarca var. Esas çoğunluk orada.

Harun: İşin tuhaf ve bence heyecan da verici tarafı, o büyük şirket mantığı içerisinde de böyle insanlar var. Hatta Coca Cola’nın da içinde var, her yerde var. Bizim temel dinamiğimizin sevgi olması gerektiğini düşünüyorum. Bir hareket olacaksa, bir yere gidilecekse, öfkeden çok sevgi olmalı. Barışarock’taki sevgi atmosferi çok güzeldi… Dünyada çok çok büyük bir sevgi açılımına ihtiyacımız var. Kendi dışındakini dışarıda bırakırsan, kaç kişi olduğun, ne yapacağın, ne edeceğin zaten belli… Satanizm tartışmasında hasbelkader ön planda olduğumuz bir dönem oldu. Kimsenin üstüne alınmamasından, kötü etiket olarak düşünmelerinden dolayı ilk akla gelen gruplar hep reddetti konuşmayı. O sıralarda Istiklâl’de gezerken iki çocuk annesi bir kadın gelip de “aferin evladım, ne güzel bildirdin haddini o adama” dedi, Kanal D’deki programı kastederek. O insanlar normalde bizim hiç ilişki kurmayacağımız insanlarken, belki “kapşonlu çocuklar ne kötü durumda, bu gençler eroin batağında” diye düşünürlerken, bakış açılarını değiştirebiliyorlar. Çeşitli aydınlanma yollarını bulmamız lâzım, bunu yaparken de kimseyi dışarıda bırakmamamız lâzım… Bütün anlamları “Barışarock / Rock’n Coke” ikilisine yüklemeden, “nereye gidebiliriz, ne yapabiliriz” diye düşünmemiz gerek. Beleş bir davetiye bulup şu Rock’n Coke’un ne menem bir şey olduğunu göreceğim diyordum. Öbür tarafta hasbelkader yer alan birisi olarak bunu “duyumsamam” lâzımdı. Pet Shop Boys’un performansını izlemek üzere gittim ve orada tahmin ettiğim şeyi gördüm. Ortada müthiş bir enerjisizlik vardı. Hiç öyle bir festivalde olmaması gereken bir şeydi bu. Belki öbür taraftan biraz daha fazla seyirci vardı, fakat bir enerji yoktu ortada.

Taner: Sevgi ve heyecan yoktu. Sevgi çok önemli… Geçenlerde Neşet Ertaş’ın bir röportajını seyrettim. “Altı yaşımdayken bir kıza âşık oldum” diyor, sonra babası ona bir bağlama almış, birlikte köyleri dolaşıyorlarmış. “Babam âşıktı, ikimiz de biliyorduk, ama birbirimize söylemiyorduk” diyor. “O zamandan beri, ne zaman bir köye gitsem o köye âşık olurum, ayrılmak istemem, bütün köylere âşık olurum, bütün güzel kadınlara âşık olurum” diyor. Türk folklorundaki aşk, sevgi kavramı var ya, köye âşık olmak, güzel kadına âşık olmak, söze âşık olmak… Bu mükemmel bir şey, bizim ülkemizde var bu. Bunu yaşatmamız lâzım. Müziğin yarattığı heyecanda o sevgi var. Fakat “bizde de uluslararası kalitede, profesyonelce bir festival olsun” niyetiyle gitti insanlar Rock’n Coke’a. Coca Cola’nın müdürü de aynı niyetteydi, kötü niyetli olmadıklarını ben de biliyorum. Organize edenlerin de niyeti, İstanbul’da dünya çapında bir festival yapabilmekti. Ama o heyecan, o sevgi, bu tip kavramlar hep geri planda kalıyor işin içine böyle paralar girince.

Harun: Paralar girdiği zaman mı böyle oluyor, yoksa bilinçler giremediği zaman mı?.. Coca Cola’nın yan anlamlarından, küreselleşme / yerellik boyutunda nerede durduğundan falan bahsediyoruz, saatlerce de konuşabiliriz. Ama bu yöneticilerin bunlardan haberi olmayabilir. Hatta baktıkları zaman anlamlandıramadıkları bir karşı çıkışa karşı çocuksu bir üzüntü ve şaşkınlık da duyabilirler. “Biz sadece gazlı içecek yapıyoruz” zanneden önemli yöneticiler olabilir.

Barışarock’u Rock’n Coke’la eşzamanlı yapmak sizce iyi bir fikir miydi?

Taner: Sansasyondan, kavgadan o kadar hoşlanan bir medya dönemi yaşıyoruz ki, başka türlü haber değeri taşımayabilirdi. Bu hınzırca bir şey esasında. Bence o açıdan faydalı oldu… Aslında ben Harun’a bir şey sormak istiyorum, merak ettiğim bir şey. Siz Rock’n Coke’tan çekildiniz, Barışarock’a katıldınız. Kariyeri yükselen bir grubun böyle bir şey yapması inanılmaz tehlikeli bir şey. Çeşitli farklı eleştirilere ya da alkışlara maruz kaldınız. Böyle bir şeye nasıl giriştiniz?

Harun: Teklif gelince, “ne güzel” dendi ilk tepki olarak. Festivalin içeriğini belirleyecek isimler sayılmaya başlandı, aralarında ciddi muhalif isimlerin olduğu, “şunların da gelme ihtimali var” denen bir liste… Fakat sonraki dönemde daha farklı şeyler gelmeye başladı kulağa. Pazarlamanın nasıl yapılacağı, sanatçıyla sponsorun ilişkisinin nasıl tutulacağı konusu biraz muğlaktı. Başka türlü bir konsept kurulması gerekirdi. Sonra şunu söyledik: “Böyle kurulan bir şeye ait olmadığımızı hissediyoruz, festivali, ürünü veya markayı lanetlemiyoruz, sadece orada olmayı istemiyoruz, çekiliyoruz…” Ve madem oradan çekildik, burada da böyle bir şey var, burada olalım dedik. Genel olarak çok takdir edilmediğini düşündüğümüz bir huyumuz var, biz bağımsızız. Bu bağımsızlığa değer veriyoruz ve kararlarımızı böyle alıyoruz, tam demokrasi içerisinde tartışıp oy birliği veya oy çokluğuyla karar alıyoruz. O kararı aldıktan sonra, o kararın yan etkilerini zaten düşündüğümüz için hiç gocunmuyoruz.

Taner: Benim hoşuma giden de buydu. Kendim de gruplar içinde çalıştığım için biliyorum. Böyle bir karar aldığınız zaman, hem o taraftan “madem katılmayacaktın, niye geldin”, öbür taraftan da “sen oradaydın, şimdi nedir bu” gibi saçma eleştiriler çıkar. Bütün bunları göze alarak böyle bir şeye girmek hakikaten bir cesaret işi. Bunu saygıyla karşılıyorum. Bu bence ilkelerin her şeyden daha önemli olduğunu gösteriyor, oyunu kaybetme pahasına olsa bile.

Harun: Tehlikeyi de çok abartmamak lâzım, çünkü son kertede olaylara olduğundan çok fazla anlam yüklememek lâzım. Bir festivalden çekildik, başka bir festivalde çaldık. Sonuçta işimiz müzik.

Sizin bir de Fanta sponsorluğundaki turne meseleniz var. Aynı duyarlılığı neden orada göstermediniz?

Harun: Fanta için çok farklı iki durum vardı. Birincisi, sanatçıyla sponsor dengesi farklı kurulmuştu, sanatçının yaptığı işle birlikte tanıtımına ve yayılımına olanak veren bir yapısı vardı. En basitinden şöyle söyleyeyim: 200 bin tane karışık albüm basıldı ve bizim iki tane şarkımız 200 bin kişiye ulaştı. Yaptığımız konserlerle 23 gün içinde 420 bin kişiye ulaşıldı ve daha önce gitmediğimiz dokuz kente gittik. Bütün bunları reddetmek için gerçekten çok fazla rahatsızlık duymamız lâzım, ama o kadar rahatsızlık duymadık. Gittiğimiz yerler, özellikle Trabzon mükemmeldi. O duyguyu yaşamak için bu bedel hiç sayılırdı. Diyarbakır’daki, Erzurum’daki, Aydın’daki kalabalıklarla buluşma hissinde bizim için orada kimin olduğu çok önemli değildi, biz ve seyirci vardık.

Yani Fanta’nın altında çıkmak, Fanta’nın mümessili olmak gibi değil miydi?

Harun: Hiç öyle hissetmedik. Gruba alan açtı o turne. 17 kentte 420 bin kişiye ulaştığınız zaman, bu çok daha sağlıklı bir işbirliği gibi geldi. İstanbul’un merkezinde yapılan ve tahakkümcü bir tavırla sunulan bir hadisenin karşısında, Anadolu’ya yayılan, gruba nefes alma ve ses çıkarma imkânı tanıyan bir hadiseydi. Tabii ki sponsorluk kurumuyla ilgili şöyle bir şey var: Sponsoru ya tümden reddedeceksin ya da zaman zaman seçimler yaparak ilerleyeceksin. Tamamen sponsora karşı olmadıktan sonra, hepimiz aynı çorbanın içindeyiz diye düşünüyorum. Bir kere en azından Türkiye’de herhangi bir barda çaldığın zaman ya bir içki ya bir sigara markasının zaten sponsoru olduğu bir mekânda çalıyorsun demektir.

Taner: Biz Moğollar olarak zaman zaman bazı sponsorlarla çalışmak istedik, ama onlar bizi iste­ medi. (gülüyor) Doğal olarak sponsorsuz yapmak durumunda kaldık.

Arada Fanta olmasaydı ve siz kendiniz o kentlere, oradaki insanlara ulaşabilseydiniz…

Harun: Öyle isterdik tabii. Şunu düşünmeden edemiyorum, ne kadar uyar, bilmiyorum: Bir takım şirketler var, bunların da sponsorluk bütçeleri var. O bütçelerin nasıl harcandığı da aslında önemli. Gidip de hayatla hiç ilgisi olmayan, saçma sapan bir gruba veya sanatçıya yayılma hakkı verileceğine, daha olumlu, daha belki ilerici bir şeylerin o pastadan pay kapması da aslında az şey değil. Belki de devrimin dönüşümle de olabileceği hissinden hareketle… Ben mesela haşırt diye IMF’nin kapısına kilit vuramıyorum, ama yapılabilecek bir şey belki Dünya Bankası ve IMF’yi küresel eylemlerle dizginleyip, zaman içerisinde yok edip biraz daha kısa vadede ehlileştirmek olabilir. Bunu şirketler için de düşünebiliriz. Bu şirketler de eninde sonunda, on sene içerisinde dünyanın böyle gitmeyeceğinin, en geç 2040 yılında birilerinin bizim topumuza basacağının, bunu da büyük ihtimalle doğanın yapacağının farkında olmalılar. Bu süreç içerisinde insanlığın yok olmak veya varolmak şeklinde bir tercih yapması gerekiyor. Kolombiyalı işçilere ne talep ediyorsunuz diye sormuşlar, onlar da ölen sendikacıların anısına bir insan hakları günü düzenlenmesini ve o günün de Coca Cola tarafından sponsorluğunun yapılıp duyurulmasını istemişler. Buradan bir yerlere gidilebilir. Bu şirketler de tüm insanlık gibi ya yok olacaklar, ya adam olacaklar.

Taner: Bana sorarsan, ilk başta yok olması gereken şirketler, hakikaten hiçbir anlamı olmayan şeyler üreten bu şirketler. Bu bir içecek sonuçta. Olsa da olur, olmasa da…

Ama orada da haz faktörü var…

Harun: İlk başta yok olması gereken şirketler, silah üreticileri…

Taner: O da doğru.

Rock’n Coke’ta enerjisi düşük ve soğuk bir ortam olduğundan bahsettin. Bunda Barışarock’un katkısı var mıdır sence?

Kâzım: Ben gitmedim ama, bence öyle bir şey olmamıştır. Zaten oraya gitmiş olan insanların çok da Barışarock’la alâkalı insanlar olmayabileceği ihtimali üstünden söylüyorum bunu. Eğer oradaki soğukluk gerçekten bizim yaptığımız etkinlikten dolayı ise, acayip mutlu ve huzurlu olurum.

Harun: Ben de Barışarock’tan dolayı olduğunu sanmıyorum. Festivalin sunumuna, tasarımına dair sorunların su yüzüne çıktığını düşünüyorum. Çok daha ihtişamlı bir sahne bekliyordum ben, madem bu kadar paralar harcandı… Bir kasaba yaratılacak deniyordu mesela, 2002′deki H2000 festivali bence çok daha iyiydi.

Televizyon haberlerinde organizasyonun ne kadar başarılı olduğu vurgulandı, ama müzik konuşulmadı…

Taner: Bunun da temelinde bizim insanlarımızın Batı’ya karşı duyduğu aşağılık kompleksi yatıyor.

Mazhar Alanson sahnede “Coca Cola’ya çok teşekkür ederiz, kendimizi Avrupalı gibi hissediyoruz” dedi…

Taner: O söylem de ona açılıyor: “Biz de yapıyoruz aynı şeyi, biz de Avrupalıyız…” Barışarock’la Türkiye’de senelerdir hayali kurulan, bir türlü yapılamayan bir şey ilk defa yapıldı. Ben kendim de denedim iki defa nükleer santraller için festivaller düzenleyerek. Türkiye’de bir Woodstock havası yaşamak!.. O da bir şekilde aşağılık kompleksi, entelektüel bir aşağılık kompleksi olabilir. (gülüyor) Ama burada bir şekilde yaşandı, ruhuyla, içeriğiyle, sahnesiyle, çamuruyla… Anarşistler de geldi, siyah bayraklarını açtılar; Siya Siyabend “Yar-rock” diye bağırttı; Cem Karaca sahneden düştü, yine çıktı… Bunlar güzel, keyifli şeyler…

Cem Karaca’nın orada olmasının sebebi neydi? Söylediği her sözü geri almış bir adam…

Taner: Yok, ben ona katılmıyorum. Cem Karaca’yı çok yakından tanıyorum. Cem Karaca eskiden de pek bir şey söylemiyordu. (kahkahalar) Cem Karaca sürekli çelişki içinde yaşayan bir adam. Ama inanılmaz bir kültür birikimi vardır. Dürüsttür. Kendi çelişkilerinin peşindedir, “şöyle yaparsam bilmem ne derler mi” gibi bir iç hesabı, dışa karşı görünme hesabı hayatında aklından geçmemiştir.

MFÖ ve Cem Karaca konusunda anlaşamayacağız galiba…

Taner: MFÖ başka bir şey. MFÖ kendince bir oyun oynuyor, ben oynadıkları oyuna saygı duymuyorum. Kişileri seviyorum, o ayrı. Sen onları Coca Cola şişesinin içine tıksan bile, delikler açıp gidip hemen bir reklam kampanyasında, bir dizi filmde oynayabilirler. Buna kaptırmış adamlar. MFÖ kötü değil, ama bana sorarsan çok saçma işlerle uğra­ şıyorlar. Yine inanılmaz şarkılar yazıyorlar, ama işte onların düşüncesi şu: Bu ülkede bir şey olmaz, biz bir oyun oynayalım, paramızı kazanalım… Ama vurgunu vurayım şeklinde değil, hiç başkalarına benzemiyor onların oyunu, başka türlü bir şey.

Rock’u tanımladık, bir de kolayı tanımlayalım. Nedir Coca Cola sizce?

Kâzım: Para varsa problem de vardır, ama para, problemleri çözen de bir şeydir. Eğer çok para varsa, problemler de artıyor. Bütün dünyaya egemen olan şey, çokuluslu şirketler ve paranın kendisi. Şöyle bir bakınca herkeste bir şey buluruz şüphesiz, ama en öne çıkan unsurlar Coca Cola, McDonald’s vs… Fakat dediğim gibi, insanın aklına her şey anında gelmiyor. Mesela “Coca Cola emperyalizmin yarattığı en güzel şey” diyebilirdim, “çok güzel bir tadı var”.

Fakat emperyalizmden önce de var. Aslında bir hazım ilacı olarak, soda muadili bir içecek olarak üretiliyor ve önce eczanelerde satılıyor…

Kâzım: Valla ben sigara içiyorum, sigaranın ne kadar zararlı olduğunu biliyorum. Emperyalizmin veya şirketlerin ürettiği gıdaların sağlıklı olup olmaması aklıma gelmiyor. Fakat genel olarak ne ifade ettiğinin önemli olduğunu düşünüyorum. Ama çok da kendimizi temizleyen, çok ayrı tutabilen bir hayatı yaşadığımızı da düşünemiyorum maalesef. Coca Cola olayı çıkmadan önce Coca Cola içerdim, hâlâ içiyorum, ama daha az. Beş-altı senedir et yemeyi bıraktım, tamamen vicdanî bir karardı bu, kimseye de bunun propagandasını yapmıyorum. Kendi içimde çok ikna olduğum takdirde, Coca Cola da içmeyebilirim, birçok insan da içmez, ama Coca Cola bu yüzden batmaz. Coca Cola’nın veya başkalarının batmasından ziyade, bizim yapabileceğimiz başka şeyler, insanlara hatırlatabileceğimiz şeyler var. Bizler de yapacağımız şeylerle, çalacağımız şarkılarla Barışarock’ı devam ettirelim. Gelecek sene Coca Cola olmasa da başka bir problem muhakkak olacaktır.

Şu anda Türkiye’de sendikalar ayakta, Ankara’da daha yeni açlık grevi yaptılar, özelleştirmeye karşı bir mücadele var, ama sendikalar yalnız. Müzisyenler sendikalara arka çıksa fena mı olur?

Kâzım: Başta söylediğim, rock’n'roll’un Türkiye’de ne kadar başka bir yerlerde durduğunun bir karşılığıdır bu. Aslında daha baştan söylemek istediğim bir şey vardı. Barışarock’ın en önemli etkisi, benim hayatımda şu oldu: Mesela Taner abiyle çok görüşmezdim, bundan sonra onu, Harun’u daha çok görürüm… Olayın gerçek sahiplerinin daha fazla yan yana gelmesini sağlayabilir bu festival. Bu da hepimizin olduğu yere bir başkasını çekmeyi sağlayabilir. Hayatın içine daha fazla gitmek için birbirimize daha da yaklaşabiliriz. Bu festival sayesinde sadece rock’çular insanlarla buluşmadı, insanlar da —mesela sendikacılar da— rock’çularla buluştu. Bu durum biraz karşılıklı. Aslında her şeyin biraz üzerinde duran bir şey var: Cesaret. Entelektüeller olarak biraz daha bilgilerle, fikirlerle buluştuğumuz için, daha fazla bilgi ve fikir sahibi olduğumuz için bazı şeyler çok zor oluyor, korkuyoruz. Paramız olsa belki o kadar korkmayız ama, fikirlerimizden dolayı belki korkuyoruz, bir takım şeyler engel oluyor. Oysa çok acayip şeyler düşünmeye gerek yok, müzik yapıyoruz, —tırnak içinde— her yerde müzik yaparız, ama bir yerler var ki oralara gitmek çok da kolay değil, ama oralara gitmek zorundayız. Bunun kapısını tamamen açmayacaktır Barışarock, ama en azından aralamış olabileceğini düşünüyorum.

Rock’çular, müzisyenler sendikacılarla mücadele­ lerinde buluşamaz mı, hatta destekte önceliğin sendikal mücadelede olması gerekmez mi?

Taner: Müzik mucizeler yaratamaz, ama yaşadığımız krizden bu yana, sadece sendikalar, işçiler değil, genel bir özelleştirme harekâtı var. Çiftçiler, köylüler var, kırk-elli bin köylü Konya’da, Meriç ovasında mitingler yaptı, haber değeri olmadığı için medyada çıkmadı. Türkiye değil sadece, bizim gibi bütün ülkeler bir saldırı altında. Yanımızda savaş var. Sadece özelleştirmeler ve paranın küreselleşmesi gibi şeyler değil, iklim felaketleri boyutunda da insanlık bir saldırının altında. Bu, iki senedir bütün dünyadaki insanlar tarafından daha iyi görülüyor. Coca Cola bir sembol. Böyle bir karşı çıkış olayı başka noktalara götürüyor. Sanatçıların, müzisyenlerin direnme zamanı artık. Dilenmezsek, her şeyimizi kaybedeceğiz hızla. Yaşadığımız ülke, Türkiye, her şeyini kaybetti. Çok hızlı değişimlere gebe bir dönem yaşıyoruz. Olayı daha geniş boyutlara yayabilmek gerek. Petrol-İş ve Tekgıda-İş festivale katıldılar, konuşmalar da yaptılar, bu olay oralara doğru gidecek. Rock dünyası son dört-beş senedir ne halde, malûm: Tamamen sinmiş, elinden gelenler bir şeyler yapmaya çalışsa da çok fazla sessiz… Buna bir hız kazandırmak, olayı daha geniş boyutlara yaymak gerek. Bir de diğer sanatçılarla —tiyatrocularla, sinemacılarla, res­ samlarla, yazarlarla— beraber, sanatçıların, aydın­ ların bir araya geldiği etkinlikler yapabilmek, bunun getireceği güçle insanlara bazı şeyleri anlatabilmek gerek. Buralara doğru gidebilmek için bir deneyimdi Barışarock, belli bir ölçüde de başarılı oldu.

Harun: 2005 yılında 12 Eylül’ün 25. yılını idrak edeceğiz. Çok süper bir konser yapılmalı bence bunun için, paşaların, herkesin ipliğini pazara çıkaracak bir etkinlik Ankara’da veya mümkünse Marmaris’te yapılmalı. YÖK’ün yıldönümü için de geçerli aynı şey. Darbenin ve YÖK’ün özellikle bizim kuşak ve bizden sonra gelenler için ne biçim bir yıkım olduğunu ve bunun ne kadar farkedilmediğini acı içinde gözlemliyorum. Bir genç çocuk gelip saçma sapan şeyler söylüyor, ben “sen darbe yüzünden böyle oldun, yazık” diye düşünüyorum, ama ayıp olacağı için çocuğa da böyle bir şey söyleyemiyorum.

Taner: Anlatmak gerek ama…

Harun: Öyle anlatmak mümkün değil belki ama, o konsere, o çocuğun normalde orada olacağını tahmin etmeyeceği birilerini de çıkarıp bunu böyle anlatmak lâzım. Moğollar’ın zaten çok düzgün olduğunu hepimiz biliyoruz. Abi, siz ne kadar iyi bir grupsunuz ki, herkes sizden saygıyla bahsediyor. Ama böyle bir konser için bu kitlenin dışına çıkmamız lâzım. İstanbul’da mesela öyle bir kitle var ki, onlara ulaşmak için Moğollar’dan başka birilerini bulmamız lâzım.

Taner: Biz zaten İstanbul’a ulaşamıyoruz. Anadolu’ya ve Avrupa’daki Türklere ulaşabiliyoruz. İstanbul’da son senelerde konser veremedik, bu sene verebildik. Bahsettiğimiz çevreler bizi pek benimsemiyorlardı, olsa da engelleniyorduk. Bu önemli değil, ama İstanbul’da da sen olursun, Nejat (Yavaşoğulları) olur, Karadeniz’de Kâzım olur. Herkes kendi bulunduğu konumdan katılıyor.

Bir de kendini devrimci, muhalif bir pozisyonda konumlayanlar var. Sizce daha genel anlamda muhalif olan rock gruplarının sol, sosyalist çevrelerle İlişkisi nasıl?

Harun: Muhalif kitlenin de meseleye mesleksel yaklaşmaktan öte, bir parça daha açılmaları gere­kiyor.

Kâzım: Problemler sadece bizlerde değil, ben kaç yıldır bu çevrelerin konserlerine ısrarla gidiyorum, ama o kadar kötü şeylerle karşılaşıyorum ki…

Harun: O kadar kapalı kalmamaları lâzım.

Taner: Biz o çevrelerle sık sık bir araya geliyoruz, sert sol gruplarla aynı konserlere çıkıyoruz. Her seferinde oturup konuşuyoruz, bazen fena halde eleştiriyorlar, sabahlara kadar beraber içiyoruz, sohbetler ediyoruz. Sonuçta hakikaten içten sarılarak ayrılıyoruz. Bunu onlar da hissediyorlar, onların da buna ihtiyacı var. “Siz çok katısınız, sertsiniz” diye onları da itmemek lâzım. Aynen öbür taraftan da itmemek gerektiği gibi. Onların içinde çok büyük bir potansiyel var, en azından içgüdüsel bir adalet kavramıyla ortaya çıkıyorlar ama, o kadar kötü şeylerle karşılaşıyorlar ki, o kadar çok baskıyla, terörle karşılaşıyorlar ki, sonuçta bir şekilde katılaşmak zorunda olduklarını hissediyorlar.

Harun: Baskının, şiddetin en büyük zararı da, va­ rolan bir dönüşüm potansiyelini kör bir yobazlığa çevirme konusundaki rolü…

Taner: Moğollar’ın Grup Yorum’la enteresan bir iletişimi var. Konserlerde sık sık bir araya geliyoruz. Çok sertler bir kere. (gülüyor) Biz gülüyoruz, içiyoruz, eğleşiyoruz, hepsine sarılıyoruz, onlarsa hep hafif irkilerek bakıyorlar bize. Ama gizliden gizliye de arkadaşlık hali var. Sembolik anlamda söylüyorum tabii, onları kötülemek adına değil, yoksa onları çok seviyorum, yaptıkları şeye de saygı duyuyorum. Ama bu tip duyguları var. Çok ezildiler, çok baskıya uğradılar. Yürekteki şeyi eritip o sevgiyi yakalamak gerek.

Harun: Daha büyük amaçlar uğruna herkesin ortak bir yerde buluşması gerektiğini düşünüyorum. Ortak bir yer derken faşizan bir şeyi de kastetmiyorum. Barışarock’ta eleştirebileceğim şey şuydu: Kolombiyalı işçi temsilcisi geldiği sırada, o kadar acının, şiddetin merkezinden gelen bir adam bile soğukkanlı ve çok makûl bir sayılabilecek bir konuşma yaparken, Türkiye’den bir arkadaşımız “onu da lanetliyoruz, şunu da lanetliyoruz” diye bağırdı mikrofondan. Ben orada irkildim, çünkü “lanetlemek” kavramı o kadar dinsel imgelerle örtüşen bir şey ki benim kafamda… Daha makûl ve işe yarar şeyler söylememiz lâzım, öbür türlü bir yere gidemeyiz. Eğer lanetse söz konusu olan, o taraf da lanetlemeye karar verebilir ve bunu yapabilir. O söylemde bir problem var bence. “Kınıyoruz” doğru bir kelime, nefreti de kınayabilirsin, ama lanet?.. Kazanmanın faydalı olacağını düşündüğümüz, ama bizim dışımızda kalan kitleyi böyle şeyler itiyor.

Taner: Nefretle öfke arasındaki fark gibi…

Harun: Yaratıcı bir öfke olabilir, ama yaratıcı bir nefret ne kadar olabilir? Tabii refleksler var, her zaman başvurulan davranışlar var, ama belki kitleyi büyütmek ve muhalefeti kitleselleştirmek için birazcık daha farklı bir dil bulmak gerekiyor. Bir de tabii “reklamcıların dilini bulduk, kapağa sapan atan çocuk koyduk” gibi de olmuyor Rashit’teki gibi.

Taner: Neşet Ertaş’ın dediği çok basit bir şey, bunu gerçekten yaşamaya çalışmak lâzım.

Kâzım: işler tabii öyle yürümüyor. Aşk için cinayetler işleniyor ve herkes çok âşık oluyor Türkiye’de. Türkiye’de çok ciddi bir sevgi sorunu yaşanıyor, sevgisizlik yaşanıyor daha doğrusu. Yetmiyormuş gibi, Türkiye en çok acıların yaşandığı ülkelerden biri. Fakat çok dar bir kesimde insanlar bunun için mücadele veriyor. Türkiye’de bu şekilde mücadele verenlerin, kendini buna adayanların sayısı o kadar az ki… Çok tuhaf bir ülkede yaşıyoruz. Bu noktada dönüp sürekli kendimize bakmamız gerekiyor.

Taner: Bunları yaşayan ülke sadece biz de değiliz. Benzeri şeyler Tayvan’da da yaşanıyor, Endonezya’da da, Güney Amerika’nın bütün ülkelerinde de, hatta Avrupa’da da… Bunun suçlusu çokuluslu şirketlerdir demek de tam olarak doğru değil, çünkü onların senelerdir yarattığı ortamın neticesi bunlar.

Kâzım: Ama İngiltere’de de bir milyon tane insan yürüyebiliyor savaş çıkmasın diye… Bizde kaç kişi toplanabiliyor böyle?

Harun: Bizde de o kadar kötü değil. Daha büyük olmalı ama, Sıhhiye’deki tarihsellik de çok başkaydı. Orada bence çok önemli bir şey yaşadık. Kaderin cilvesi, Meclis’in oylaması o güne denk geldi ve o gün oradan çıkan sesleri Meclis’in duymamasına imkân yoktu. En azından alkış seslerini, ıslık seslerini duydular. İngiltere’de bir sürü insan yürüdü belki ama, hükümetleri hiç tınmadı. Bizde belki iktidarın acemiliğinden de kaynaklanan sebeplerle tezkere kabul edilmedi. Büyük bir kazanımdır bence bu. Gerçek olmayan bir muhalefetten gerçek bir muhalefete gidildiğini de hissetmedik mi orada? O kadar medya baskısına rağmen yüz bin kişi geldi Ankara’ya. İlk dakikalarda televizyonu açmıştık, CNN-Türk’te birisi mutlu mutlu tezkerenin kabul edildiğini anlatıyordu. Birkaç dakika sonra suratları asık geri döndüler, “sayın seyirciler, garip bir durum var” diye…

Kâzım: Yine de bir problem var bizde, bir türlü çoğalamıyoruz, ilerleyemiyoruz, ses çıkaramıyoruz.

Fakat şarkıların böyle bir gücü olabilir…

Kâzım: Evet, şarkıların böyle bir gücü var. Belki bir de futbolda böyle bir güç var, ama onun da Türkiye’de hiç şansı yok.

Taner: Şarkılar hem beyinde, hem kalpte bir şeyler yaratabiliyor. Bazı şeyler lafla söylenemiyor, ama o duygu insanlarda heyecan yaratabiliyor. Normal hayatın katı şartları içinde düşünülemeyen şeyler yaratılabiliyor şarkılarda.

Kâzım: Güzel şarkılar yapmamız lâzım. “Rock müzik = ruhsuz müzik” denebilir bazen bazı şarkıları dinleyince. Biraz fazla kendine dönük duran şarkılar yapıyoruz, bu şarkılar da hayatta kendine yer bulamayabiliyor. Bunun sorumlusu o müziği dinlemekten hoşlanmadığını düşündüğümüz kocaman halk yığınları değil, bizim şarkılarımız.

Söyleşi: Yücel Göktürk – Merve Erol

Express, sayı 29, Eylül-Ekim 2003










Acaba Türkiye kadar kayıplarına duyarsız bir memleket daha var mıdır?

Bunca değerli evladını hiçbir eksiklik duygusuna kapılmadan bu dünyadan yolcu etmiş, hattâ bizzat yok etmiş kaç ülke daha vardır?

İşin en tuhaf taraflarından biri, bu memlekette, toplum hayatını zenginleştirebilecek, bireylerin ufkunu, ruh dünyasını genişletebilecek birçok insanı kaybetmemizde bu ülkeyi yönetenlerin ya doğrudan ya dolaylı sorumluluğunun bulunması.

Kazım’ı devletin karanlık dehlizlerinden çıkıp gelen soğukkanlı katil çeteleri öldürmedi. Kazım kansere yakalandı ve muhtemelen, kısacık ömre onca faaliyet sığdırmasını sağlayan muazzam enerjisi, bedenindeki mikroskobik katillerin de hızla örgütlenip çoğalmasına yolaçtı.

Büyük ihtimalle, bugün adını sanını bilmediğimiz binlerce insan gibi o da, 1982’deki Çernobil faciası sonucunda Karadeniz bölgesine yayılan tehlikeli dozdaki radyasyonun kanseri tetikleyip yaygınlaştırmasının kurbanı oldu.

İşte tam da bu noktada Türkiye’nin kendine has bahtsızlığı karşımıza çıkıyor. Bunu bile tam bilemiyoruz. Çünkü Çernobil faciasını izleyen günlerde, ülkede emrine karşı çıkılamaz bir darbe yönetiminin bulunuşunun da verdiği pervasızlıkla, yöneticiler, derhal kolları sıvayıp radyasyonun muhtemel ölümcül etkilerine karşıtedbirler alacaklarına, televizyonlara çıkıp çay içerek, “Azıcık radyasyondan zarar gelmez,” demeyi tercih ettiler. Bizimle alay ettiler ve devletin sahipleri için hayatımızın en ufak değerinin olmadığını bir defa daha kafamıza kaktılar.

Ve o zaman, her şeyi göze alabilen üç-beş solcu dışında, kimse onlara karşı çıkmadı. Karşı çıkanın da sesi çıkamadı.

Bugün, Çernobil öncesinde Karadeniz bölgesinde ne gibi kanser vakalarının ne sıklıkla görüldüğüne dair hiçbir veri bulunmadığından, Çernobil sonrasında ciddi herhangi bir tarama, karşılaştırma yapılmadığından, olan bitenin sahici bilançosu bile çıkarılamıyor.

Bu, Karadeniz’de her ailede mutlaka en az bir kanserli insanın bulunduğu gerçeğini değiştirmiyor. Alt katta, üst katta, yan komşuda, “yengemlerde”, “dayımlarda”... bir kanserli mutlaka var.

Sebebi Çernobil faciası mı? Muhtemelen! Belki!

“Kamu vicdanı” diye bir şey varsa, bu sorunun cevabı tartışmasız evet.

Peki kamu vicdanı diye bir şey var mı?

Olsa, birilerinden hesap sorulmuş olurdu. Üstelik bu konunun Türkiye’nin mâlûm tabularıyla falan da ilgisi yok. İnsanların sağlığı sözkonusu, o kadar.

Evet, “o kadar”.





Kazım Koyuncu’nun genel olarak müzik ve kendi müziği hakkında konuştuğu birçok röportajı ardarda dinleyince, aklınızda yer edecek şeyler şunlar:

• Kazım esas olarak rock altyapılı bir şehir müziği yapmak istiyor. 
• Ama akustik yerel enstrümanlardan vazgeçmeye de niyeti yok. 
• Dolayısıyla, ya bunları birarada barındırabilen bir müziğin peşinde ya da olmazsa ikisini ayrı ayrı sürdürme arzusunda. 
• Müzik yapmanın bir yaşama biçimi olduğuna çok önceden karar vermiş. 
• Müziğin tılsımını ustalıktan çok hareket ve izleyiciyle ilişkide arıyor. (Niye “dinleyici” değil de “izleyici”? Aşağıda izah edeceğim, kısaca şundan: çünkü karşılaşmak istiyor.)


Ses dalgaları


Bir müzisyen olarak Kazım Koyuncu’ya yapılabilecek en büyük haksızlık, onu sadece “Karadeniz müziği şarkıcısı” saymak. Ne yazık ki insanların büyük bölümü, onu son dönemdeki faaliyetiyle tanıdı ve bu faaliyet içerisinde ağırlık Karadeniz müziklerindeydi.

Ama nasıl Karadeniz müzikleri? Derlenmiş Laz ve Megrel halk şarkılarını öyle bir yorumladı ki, ona yalnız yorumlama diyemeyiz. Kazım’ın söylemediği bir Didou Nana, meselâ, “sayılmaz”. Aynı şeyi Tsirave daha çok Ou Nana için de söyleyebiliriz.

“Bildiğimiz türküler” için de benzer bir durumdan bahsedebiliriz. Onları Kazım söylediğinde ortaya çıkan tını da farklı, hava da, türkünün bize ettikleri de. Tabiî tek fark Kazım’ın sesinden kaynaklanmıyor.Uy Aha-Koçari “paketini” o üslûpla konser açılış şenliği haline getirince o koçari başka koçari oluyor. Rock mantığında senkoplarla, birçok farklı şekilde icra edilen Avlaskani Cuneli artık ne kadar bildik eski türküdür, şüpheli.

Kazım’ın şarkıcılığını, yorumculuğunun özgün yanını en bariz gösteren örneklerse, rock takıntılı, “Beyoğlu elemanı” bir Laz şarkıcı için pek tuhaf bir yerde, daha da “bildiğimiz” şarkıları türküleri söylediği zamanlarda karşımıza çıkıyor. “Kaldım duman içi dağlarda” veya “Ben bir Romen kızıyım”, onun ağzından, başka bir güzellikle tınlıyor. Kayıtların kötülüğü nedeniyle filme alamadığım bir bantta MFÖ ya da Erkin Koray şarkıları söylüyor ve hepsi bir anda “Kazım parçası” haline geliyor. Güzellikten daha önemlisi, şahsiyetini terk etmeden, aynı zamanda başka bir şey olabiliyor.

Kazım’ın özel bir ses eğitimi almadığını biliyoruz. Ama bazı insanlar hazine gibi bir sesle ve yalnız bazıları onu ilginç bir şekilde kullanabilme yeteneğiyle doğuyor. Kazım’ın sesindeki bazı dalgalar, şüphesiz o sesin daha bir içimize işlemesine yolaçıyor. Evet, bu onun doğal avantajıydı; o da kullanmayı bildi. (Filmde, Bumerang ile birlikte söylediği türkülerden kısacık bölümler var, bu dediklerimi örnekleyecek. Ses kaydı çok kötü olduğu için ne yazık ki kısacık kullanabildim.)


Hiç aynı olmamalı


Kazım’a şöhreti getiren ama esas olarak tam da istediği müziği yapamadığı son döneminden devam edelim. Önce bunu nereden bildiğimi açıklayayım: kendi açıklıyor. Hattâ son zamanda, birçok şarkıyı her konserde aynı şekilde söylüyor olmaktan ötürü utanmaya başlayabileceğinden bahsediyor.

Bunda samimi olduğundan eminim. Çünkü izlediğim onca kayıtta, birçok konserinde, bazen de işgüzarlığa kaçıp, her şeyiyle oturmuş bir parçayı bambaşka şekilde çaldırmaya, söylemeye uğraştığını gördüm. Artık kendi yerini açmış, etkisi garantili olanDidou Nana’yı bile her seferinde –belli ki asıl olarak kendisini memnun ve tatmin etmeye yönelik- farklılıklar yaratarak söylemeye uğraşıyordu.

Burada bir parantez açmalıyım. Kazım için konserler, grubuyla birlikte marifetlerini sergileme fırsatları değil. O sahici bir ilişki arıyor. İnsanlarla yüzyüze gelmeyi, yüzlerine bakarak şarkı söylemeyi, tepkilerini almayı istiyor. Bu kadar da değil. Çoğu zaman, onlarla birlikte söylemeyi istiyor. Seyirci doğru söyleyemediğinde durup tekrarlarla parçayı yeniden rayına oturtmaya çalışıyor. Seyirciden yalnız eşlik değil katılım bekliyor.

Bu arayışın müzikle ne kadar ilgisi olduğu bile tartışılabilir.

Şahsen bu tavrını çok soylu buluyorum. Çünkü bu tavır hem büyük riziko barındırıyor hem de normal olarak bir sahne sanatçısının asla üstlenmeyeceği sorumluluklar bindiriyor onun sırtına. İnsanın onbinlerce hayranı olması da kolay değildir; ama o insanlarla bir tür grupdaşlık, hattâ arkadaşlık, ahbaplık ilişkisine girmeyi göze alabilmek için insanın dünyayla başka türlü, derin ve çok boyutlu bir ilişkisi olması gerekir. Sadece alınabilecek bir yerde vermeyi gerektirecek bir konumu bizzat oluşturmak için başka dertler gerekir. Nedenini, kaynağını bir yana bırakalım, Kazım’ın “müzik yapmak” deyince daha çok anlamak istediği şeyin kılı kırk yararak birtakım albümler hazırlamak ve dağıtmak değil, bütün aksaklıklarıyla, rizikolarıyla konserler vermek, insanlarla, karşı karşıya da değil, yanyana gelmek olduğunu tekrarlayalım. Böylelikle her konser değişik bir yaşantı oluyor. Bir şarkıyı her seferinde aynı şekilde söylemek, insanlara ısmarlama bir şey sunmak –onlar buna razıyken bile!- bu yüzden Kazım’ı tatmin etmiyor. Öbür yandan insanlar istediği için yapmak zorunda kaldığı şeylerden duyduğu huzursuzluk derhal belli oluyor.

Belli ki bu Kazım’ı bir bunalımın eşiğine sürüklemiş. Bunları filmde kullanamadığım çeşitli röportajlarda anlatıyor, yukarıda da söyledim.


Anahtar kavram: arayış


Bir röportajında, “daha çok elektriklenmiş”, “daha temiz çalınan”, ama otantik enstrüman ve tınılardan uzağa düşmeyen bir müzik aradığını söylüyor. Kafasındaki müziğe en çok yaklaşan parça olarak,Hayde albümündeki Hayde'yi gösteriyor. Kendi hesabıma, bu parçaya ötekilerden farklı bir anlamı Kazım’ın bu sözlerini işitmeden önce yüklediğimi belirtmeliyim. Kendisinin reggae ritmli bu parçaya sanki yüz senedir orada duruyormuş gibi tınlayan bir tulum melodisi yazmış olduğunu, bunu çift tulumla çaldırdığını ve konserlerde, bütün ses düzeni ayarlarını altüst etmeyi göze alarak, sıra bu ara melodiye geldiğinde kendi mikrofonunu da tulumculara tutarak onların sesini yükseltmeye çalıştığını ekleyeyim.

Ve eğer bunu yaparken duymak istediği, havayı yırtan bir rock elektrogitarının cayırdamasından -mana ve ifade bakımından- farklı bir şeyse ben de bu işten hiçbir şey anlamıyorum demektir. Bunu tulumla, çift tulumla yapmaya kalkışmasını onun Lazlığına bağlayabilir miyiz? Kesin bir şey diyemem, ama kendisinin bir röportaj sorusuna verdiği cevap belki bize yol gösterebilir. Şöyle bir soru geliyor: “Va Mişkunan’a Lazların tepkisi nasıl oldu? Çünkü ilk kez bir Lazca albüm çıkıyor, o da rock!” Kazım’ın cevabı: “Lazlığın kendisi de biraz böyle bir şey galiba zaten. Etnik-otantik ağırlıklı yapsaydık daha normal bir şey olurdu.”

Kazım Koyuncu’nun müzikal yönelimini anlamak için bu parça elbette önemli bir malzeme. Ama onun müziğine özellik katan her şeyi buradan çıkaramayız.

Başka yerlere bakalım. Fadime, değişik bir miksajla, 90’ların, 2000’lerin rock esintili ilginç şehir müziklerinden biri gibi dinlenebilir, ska’ya dönüşmesi an meselesidir. Daha önce başkaları tarafından çok daha hızlı bir tempoyla ve bu yüzden epeyce duygusuzlaştırılarak çalınan-söylenen “Koyverdun Gittun Beni" (Gelevera Deresi), Kazım’ın elinde öyle bir şekle bürünmüştür ki, rock baladı olmasına ramak kalmıştır. Hayde albümündeki Denizde Karartı Var,girişine katılmış klarnetlerle, âdetâ İstanbul’un da Karadeniz’e kıyısı olduğunu hatırlatmak üzere tasarlanmış, hiçbir sınıfa sokulamayacak bir hale gelmiş, bir de Kazım’ın sesiyle bezendiğinde, artık kimse tarafından tekrarlanamayacak bir parça olmuş çıkmıştır.

Zuğaşi Berepe’nin enfes bir sert rock parçası halinde karşımıza çıkardığı Hemşince Ka Tun Mita Xendasoç’un girdiği kılıkları sıralayamayız bile.

Belki Kazım’a da sorabilseydik aynı şeyi söyleyecekti, bilemiyorum: Evet, ortada hâlâ bir sonuç yok, arayış var.

Arayış kavramı, Kazım’ın müzikal macerasının herhalde anahtar kavramıdır. Son dönemde “hazır mamuller” sunmak zorunda kaldıkça mutsuz oluşu buradan da açıklanabilir şüphesiz. Bir röportajında şöyle diyor (özetleyerek aktarıyorum): “Geçenlerde bir konser çıkışı, yanıma bir delikanlı geldi, ‘abi sen ne ayaksın’ dedi, ‘yani ne bu, ne yapmaya çalışıyorsun’. Haklı tabiî. Ama ben de bir parçanın içine bir melodi koyarken, acaba bu şimdi ne tarz oldu, hangi tür oldu falan diye düşünmüyorum. Umarım hiçbir zaman ‘tamam, ben şu tarz müzik yapıyorum’ demek zorunda kalmam.”

Evet ama biraz daha şansımız olup da Kazım biraz daha aramızda kalsaydı, muhtemelen bir süre sonra bizzat onun tarzından bahsedebilecektik sanırım.

Ve ben bu tarzın öyle müthiş bilinçli bir şekilde, ince ince ayarlanarak oluşturulduğunu düşünmüyorum. Kazım belli ki kritik durumlarda doğru ve geliştirici kararlar verebilen bir müzisyen. Ama müziğindeki gelişim yalnız onun kararlarına bağlı olmamış. Zuğaşi Berepe’de de sonrasında da gruptakilerin kendi enstrümanlarını çalış biçimleri, parçalar düzenlenirken önerdikleri, araya kattıkları her zaman işe rengini verecek kadar etkili olabilmiş. (Filmde, Kazım’ın son dönemdeki müziğinin nasıl ortaya çıktığını anlatabilmek için belki de azıcık uzun tuttuğum, prova kayıtlarından derlenmiş bir bölüm var. Kazım’ın hangi noktalarda devreye girip çalınacakları şekillendirdiğini anlayabiliyoruz buradan. Herkesin katkısına çok açık bir çalışma biçimleri var.)


Teknik, kalite, Va Mişkunan-Igzas


Kazım bir röportajında şöyle diyor (filmde de var, yine özetleyerek aktarıyorum): “Müzik yapmak zor değildir. Gitarın belli bir çalınma biçimi vardır. Acayip çalmana bence gerek yoktur. Çalıyorsan da ekstra bir şeydir. Esas sorun, istediğin müziği teknik olarak çalabilecek aşamaya olabildiğince çabuk gelebilmek ve bunu çalacak grubu ayakta tutup sürdürebilmektir.”

Akademik veya teorik bakımdan gayet sakıncalı olan bu yaklaşım, genç yaşta müzik yaparak yaşamaya karar vermiş, yine kendi deyişiyle, “akorları falan öğrendikten sonra ilk iş grup kurmuş”, başlangıçta olanca “cehaletine” rağmen insanların karşısına yapabildiği kadar müziğiyle çıkmaktan çekinmemiş, işin tekniğinden çok ruhuyla ilgili bir adamın yaklaşımıdır. Yıllar sonra, Zuğaşi Berepe’nin Va Mişkunan albümündeki müzikal yetersizlikten muzdarip olacak, elinden gelse albümü herkesin elinden toplayacağını söyleyecek, her fırsatta, “sound ve teknik bakımından” daha üstün olduğuna inandığı Igzas ile Va Mişkunan arasındaki farklara dikkat çekecektir. Fakat, bunlar, kötü yapılmış bir müziği asla dinlemeyecek olan birçok insanın Va Mişkunan’ı hâlâ hayranlıkla dinlemesine engel olmayacaktır!

Çünkü Va Mişkunan’ın tek özelliği, “dünyanın ilk Lazca rock müziği” olması değildir. Bu albüm, sound’u ve sözleriyle, Türkiye’de yapılmış en harbi rock albümlerinden biridir. Kimileri ayağa dolansa da, barındırdığı rock atraksiyonları, samimi bir rockseverin bu albümü derhal benimsemesine yolaçar. Yapılmış olandan çok yapılmak isteneni çağıran yapısıyla Va Mişkunan, her şeyden önce dinleyende müzikal umutlar yaratan bir albümdür.

Hakikaten becerilememiş çok fazla şey var bu albümde. En çok kulağıma batan örnek, Golas Empula Yulun. O türküyü kendi yapılarına nasıl uyduracağını bilememiş rock’çılar çıkar o parçada karşımıza. Türkü başka yerde, elektrogitarlar, ritm başka yerdedir. Aynı oturmamışlığın hemen kulağa battığı başka yerler de vardır. Ama albüme adını veren Va Mişkunan’da, çok daha karışık işlere kalkışılmış olmasına rağmen bütünlük sağlanmıştır. Bu albümün dünya müziğine hediyesi –ve bence Zuğaşi Berepe’nin de simgesi- olan Ernesto ise, her şeyiyle dört dörtlük bir parçadır. Sözleri, yalınlığıyla garip bir derinlik taşır, müziği, kırk yıldır bu tarz müzik yapan bir grubunki gibidir.

Va Mişkunan’dan esas olarak akılda kalan şey, bir ifade arama çabasıdır.

Igzas, bütün müzikal olgunluğuna rağmen, bu arayışa konmuş yanlış bir noktadır. Keşke Kazım’la bunu tartışma şansım olabilseydi. Çünkü o Igzas’ı, büyük ihtimalle Va Mişkunan’daki teknik yetersizlik ve müzikal aksaklıklardan azade olduğu için, hep övüyor. Ama Igzas, Zuğaşi Berepe’nin, ruhunu “günümüzün” rock’sızlaştırılmış, “akan giden”, girinti çıkıntılarından arındırılmış, “kafa” müzik imalatına terk etmesi gibidir. Barındırdığı olağanüstü parçalara rağmen.

Nitekim Kazım’ın sonradan yürüdüğü yolun Igzas’ın düzenleme mantığıyla uzaktan yakından ilgisi yok, ama Va Mişkunan’daki bir sürü şeyle yakınlığı çoktur.

Dizginlenemez duygularını kirli-çapaklı ve soylu bir şekilde ifade eden, sokaklardan bize doğru sesleniyor izlenimi veren Zuğaşi Berepe, Igzas’ta, çalacağı salon için mecburen temiz-şık giyinmiş gibidir. Evet, aykırı bir gruptur, ama şimdi burada, biraz edepli davranması gerekmiştir.

Igzas albümünün, ZB’yi “rock’çılıktan” uzaklaştıran “moody” atmosferini meşru kılan tek parça Sopez Gulur’dur. O parçaya bu hava çok yakışmış ve grubun bizzat varlığıyla ifade ettiği “yamukluğu” dolaba saklamayan bir parça olmuştur Sopez Gulur. Buna karşılık, o cânım Ma A Koçi Vore’nin -ki, ZB'nin en şahane parçası olup olmadığı sorusunu cevaplamak zordur-, dinlerken yaklaştıkça heyecanlandığınız basit ve haysiyetli davul ataklarını bile yok eden bir “ütüleme” maalesef bütün albüme yayılmıştır. Igzas’taki düzenlemeyle ilgili neyi bu kadar sorun ettiğimi merak edenlere, bir süre Radyo Lounge falan tipi şeyleri dinlemelerini öneririm. Her şey güzeldir o tür müziklerde: ritm, tınılar, akor gelip geçişleri... Fakat hiçbir şey olmaz. Her şey öyle akar gider. Rock müziği, kolunuzdan yakalayıp suratınıza birşeyler haykıran bir müziktir. Igzas, yumuşak bir ses tonuyla konuşan düzgün bir adamdır.

Fakat başka bir sebep olmasa bile, sırf sözü ve müziğiyle olağanüstü bir parça olan Igzas’ı içerdiği için değerli sayılmalıdır. Ayrıca, K3aperi Oropa(çürümüş aşk) ve Ar Tilifoni (bir telefon), Zuğaşi Berepe’nin, Lazca rock yapan bir büyükşehir grubu olarak tarihe adını yazdırışını kesinleştiren parçalardır.

Igzas’a derinden itirazımı anlatabilmek için, size Ka Tun Mita Xendasoç’un bu albümdeki versiyonu ile bu parçanın ZB tarafından çeşitli konserlerde çalınmış versiyonlarını ardarda dinletebilmek isterdim. Zuğaşi Berepe, bu Hemşin halk şarkısından, belki de Türkiye’de şimdiye kadar yapılmış en sıkı rock parçalarından birini çıkarmıştı. Oysa parçanın Igzas albümündeki düzenlemesinde, davulu bası elektrogitarıyla bütün rock aletleri âdetâ bir kürenin içine doldurulmuş ve birarada yuvarlanıyor gibidir; üstelik vokal de beraber!


Aslında sözettiğimiz, bir tılsımdır


Tam burada esas konumuza dönebiliriz: Ve Kazım bu türküyü Viya albümünde, rock’la falan alâkası olmayan bir tarzda, olabildiğince türkü haliyle söyledi. Ama bu defa da türkünün orijinalinde asla bulunması ihtimali olmayan ritm sazlarıyla bambaşka bir sound yaratarak.

ZB, Va Mişkunan’da aramış, Igzas’ta bulduğunu sanmış ama aramaya devam etmişti, şimdi de Kazım arıyordu. “Şarkılarla Geçtim Aranızdan”ı yaparken, kimbilir kaç konser kaydı izledim. O Narino, reggae mi olmadı, tek gitarla mı çalınmadı? Sahiden, arayıp durmuştu Kazım.

Grup arkadaşları, son dönemde, onlarca gaydayı tulumlarla biraraya getirerek denemek istediği bir müzikten sözediyorlar. Gaydacıların tulumcuların yanında kemençe de olacak mıydı? Herhalde. Çünkü Selim Bölükbaşı ile birlikte çalmaya başladıktan sonra, özellikle durgun atmosferli parçalarda elektrogitarla tuhaf ilişkiler içerisine giren kemençenin onun müziğinde boyunu aşan bir yeri oldu. (Balkanlar’dan gelme bir Roman orkestrasındaki trompet gibi, meselâ.) Ama bana sorarsanız, elektrogitar, bas ve davul mutlaka olacaktı. Kazım onlarsız müzik yapar mıydı? Sanırım yapmazdı. Gaydacılarla bir yere varılmadığını hissederse mutlaka başka bir şey deneyecekti.

Onun hem hoşuna gidecek hem gitmeyecek bir gerçek: Önde onun sesi olduğu sürece biz yaptığı her şeyi böylesine etkilenerek dinleyecektik. Ben, meselâ, Karadeniz “havalarını”, Laz türkülerini severim. Ama elbette yüz defa ardarda dinleyemem. İki yıl boyunca, Kazım’ın hangi parçalarını –üstelik bir yandan dans ederken çekilmiş ya da dev kolonlarının dibinden yapıldığı için devamlı çatlayan, kötü kötü kayıtlardan- kaçar defa dinlemiş olduğuma inanamazsınız. Tanıdığınız, kurguyla uğraşan birileri varsa, onlara, yaklaşık yüz saatlik malzemeden yapılan üç buçuk saatlik bir filmin kurgusu sırasında bu sayının nerelere ulaşabileceğini sorun. Bir saniye bile sıkıldığımı hatırlamıyorum, buna da inanamazsınız belki. Öyle.

Bunu sağlayan elbette Kazım’ın o müziğe kattığı şeydi.

Bu tılsımlı bir şeydi. Bu yüzden, sizi bunun etrafında dolandırıp duruyorum, ama bunun ne olduğunu somut olarak anlatamıyorum.

Çünkü onu yazıyla anlatamayız. Duyabiliriz.







Ma a koçi vore 

Ben bir adamım


Albüm: Zuğaşi Berepe, Igzas 

Söz: Mehmedali Barış Beşli 

Müzik: Kazım Koyuncu


deniz kuşlarıyla kayıyoruz 
denizin üstünde 
ben bir adamım 
erken sabahlarda yarım akıllı 
sen uykusuz bir çocuksun 
ölümle beşik kertmeli 
diyorsun mutlu olacaksın 
ya da mutsuz 
diyorsun 
yaşam ne kadar yakınsa 
ölüm de o kadar 
evet ben bir adamım 
geç akşamların 


Va Mişkunan

Bilmiyoruz


Albüm: Zuğaşi Berepe, Va Mişkunan


Bilmiyoruz bilmiyoruz 
Ne söyleyeyim şimdi 
Bilmiyoruz bilmiyoruz 
Gelecek günler bizim için 
Nasıl olacak 
Bilmiyoruz bilmiyoruz 
Yarına ne diyeceğiz? 
Biliyoruz 
Yollarda şarkılar söyleyeceğiz
Gelinler bize çocuk büyütecek
Çocuklarımız şarkılar söyleyecek 
Dilimiz ölmeyecek 
ölmeyecek 
ölmeyecek 
Bilmiyoruz bilmiyoruz 
Yarına ne diyeceğiz 
Bilmiyoruz bilmiyoruz 
Korkuyoruz 
Yaşlı kadınlarımız hep ölüyor 
Artık bulunmuyor kukumboli 
Bilmiyoruz bilmiyoruz

Domivamis
Yokluk


Albüm: Kazım Koyuncu, Viya 

Söz-müzik: Anonim


Domivamis yokuşları çıktım 
Beş köyü de mısır için dolaştım 
Sonunda elim boş geri döndüm 
Bitmiyor derdim sıkıntım 
Kaymakamın iki gözü kör olsun 
Karısı da benim gibi olsun 
Açlıktan takatsiz kalsın 
Bitmiyor derdim sıkıntım 


Ernesto



Albüm: Zuğaşi Berepe,

Va Mişkunan 

Söz: Mehmedali Barış Beşli 
Müzik: Kazım Koyuncu


Biliyorum 
Toprak çökecek 
Bir yıldız yağmuruna tutulacağım 
Başım dönecek 
Arkamda seni bulacağım 
"Haydi" diyeceksin 
Ernesto gibi 
Gidelim 
Yıldızların çok olduğu 
Bir gökyüzü altına

Bozo 
Kız


Albüm: Zuğaşi Berepe, 

Va Mişkunan

Söz: Mehmedali Barış Beşli 
Müzik: Kazım Koyuncu


"Kız seni seviyorum 
Ne yapacağım söyleyemiyorum" 
Seviyordum 
Seni görmesem bir gün 
Dünya yıkılıyor sanırdım 
Hey 
Hayır 
Şimdi aşk nedir unuttum 
Ben kimdim unuttum 
Unuttum geçmişi 
Rüyamda görüyorum yalnız yüzünü 
Akşamdı 
Yıldızlar kendilerini göstermiş miydi? 
Öpmüştün beni 
O sen miydin? 
Nerede o fotoğraflardaki çocuk? 

K3aperi oropa
Çürümüş aşk


Albüm: Zuğaşi Berepe, Igzas 

Söz: Mehmedali Barış Beşli 

Müzik: Gürsoy Tanç


düşünüyorum 
ne kaldı 
seninle bitirdiğimiz 
günlerden 
seni gömdükten sonra 
bir şey değişti mi 
seni gömdüm ama 
biliyorum 
çürümedi bedenin 
ben varım ama 
çürümüyor bedenim 
peki ne 
yine yerden bir koku 
vuruyor 
kalbim başım kırılıyor 
çürümüş zaman 
çürümüş aşk

Ar Tilifoni 
Bir telefon


Albüm: Zuğaşi Berepe, Igzas

Söz: Mehmedali Barış Beşli 

Müzik: Kazım Koyuncu


neden aşk böyle ölümlü

bir telefon konuşması 
sesin ne kadar uzak 
sevgili 
seviyorsun ama 
gideceksin bir güneş bitimi 
sesin hep kulaklarımda 
gözlerin hep gözlerimde 
ışığım 
gideceksin, gideceksin beni bırakacaksın 
vahşi atlar gibi

Ou Nana 
O nana


Albüm: Kazım Koyuncu, Viya 

Söz-Müzik: Megrel halk şarkısı


Haydi şimdi çal çonguri 
Söyleyeyim çilemizi o nana 
Dida voi nana 
Ne gelir elimizden çonguri 
Sen veremezsin hükmümüzü 
O nana 
Öldüreceğim kendimi 
Yazan yazmış kaderimi 
O nana...



Ali Paşa Avcı'nın (İsmana Paşa) Kazım'a Ağıt'ı

Erken içine oturdu kanser illeti 
Senin için ağlıyor her millet 
Sonra anlayacaklar senin kıymetini 
Sen ölmedin idi Kazım’ımız

Doktora gittin İstanbul’da 
Kanser yakaladı seni akciğerinden 
Cenazeyle geldin Hopa’ya 
Sen ölmedin idi Kazım’ımız

Büyüktür geçmiyor günler 
Döküldü başının saçları 
Daha gezmezsin Hopa yollarında 
Sen ölmedin idi Kazım’ımız

Toprağın altında geçmiyor geceler 
Senin için verecekler konserler 
Yetim niye bıraktın Deniz Çocukları’nı 
Çok genç öldün Kazım’ımız

Çok ağlayacak ablan baban 
Yetim niye bıraktın anneni 
İyi bakacaklar kaldırıp gitarına 
Böyle olmasaydı Kazım’ımız

Buzlukta nerdeydin bugün bir gece 
Sonunda kaderinmiş öyle kanser 
İkbalin yok küçüklükten beri 
Böyle niye yaptın bana Kazım’ımız

Çernobil’den gönderdiler zehiri 
Senin gibi bizimkiler herkes 
Senin ölümün herkese uyku geliyor 
Çok genç öldün Kazım’ımız 

Trabzon’da verdiniz de konser 
Herkes darmadağın oldu ölüyor diye 
Cenazen önde İsmalar arkada 
Kardeşleri bıraktın Kazım’ımız

Koca Paşa dayı yazıyor destan 
Erkenden bıraktı sizi Kazım’ınız 
Destan yazmak o senin işin 
Unutmayalım Kazım’ımızı

Yüzün oldu yumurta sarısı 
O dünya iyi olur bekar 
Geride bıraktın da sen küçük yari 
Böyle olmasaydı Kazım’ımız

Hep görüyorum büyük dertler 
Çoğu ölüyor genç çocuklar 
Çok yerde sönüyor ocaklar 
Biz de öleceğiz Kazım’ımız

Senin gibi ben de verdim toprağa 
O dünyada buluştunuz bir yerde 
Çok kötü oluyor gencin ölümü 
Herkes ölecek Kazım’ımız

Çok kötü oluyor gencin ölümü 
Herkes yaşayacak elbet bir zaman 
Kimse yaklaşmıyor ölüyor güneş 
Dünya da ölecek Kazım’ımız

Hopa dağlarından çıktı duman 
Yaz Ali Paşa yaz ferman 
Türkiye duydu senin destanını 
Yaşlandık artık Kazım’ımız


 Igzas
Yürüyor


Albüm: Zuğaşi Berepe, Igzas

Söz: Mehmedali Barış Beşli 

Müzik: Kazım Koyuncu


yürüyor 
yalnız 
gidiyor 
hayat soluğunu esirgedi ondan 
kalbini dinledi 
gel, dedi ona 
dağ, deniz ve nehir 
düşündü 
gideyim 
mutlu etmedi bu dünya beni 
bulacak mıyım acaba? 
bir yer 
huzur içinde yatacağım 
bir parça toprak 
gitsem mi acaba Petra'ya(*) 
olsam mı toprağa yem
————— 

(*) Lazca'da "Petra'şa na idare! / Petra'ya gidesice" diye bir beddua var. Petra ulaşılması zor bir yer olduğu için Lazlar'ın gözünde en uzak şehir sayılırmış. Filmde böyle bir dipnot koyamayacağımız için bunu "gitsem mi dünyanın bir ucuna" diye çevirdik.





VA MİŞKUNAN'da


...hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, arasıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlara, Ateş hırsızlarına, Ernesto 'Çe' Guevara'ya, yollara, yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiklerimiz, olamadıklarımıza, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük, savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi kültürünü, kendi dilini, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya.IGZAS'ta


Fırtına'da santral istemiyoruz! 

Dünya, her yandan insanların verdiği zararlarla bir tükenişin içinde. İnsanın doğaya karşı doğa dışı müdahaleleri sonumuzu hazırlıyor. Bu bağlamda Türkiye de anti-ekolojist politikalar izlemekten geri durmuyor. Bergama ve Artvin'de siyanür zehiriyle altın aranması, Akkuyu'da nükleer santral, yargı kararlarını hiçe sayarak Gökova'da termik santral yapılmaya çalışılması, diğer birçok evrensel yanlışın önünde duruyor. Şimdi de dünyanın sayılı doğal alanlarından biri olan Fırtına Vadisi'nde hhidrolik santral kurulmaya çalışılıyor. Bu santralın coğurafyamıza kurulmasının sonucu vadide yaşayan hayvan türlerinin yok olması, terihî evlerin yıkılması, binlerce ağacın kesilmeis, iklimsel değişiklik, velhasılı kelam, kültürel ve doğal mirasımızın yok olması olacak. Çocukken yakaladığımızda olağanüstü güzelliğiyle büyülendiğimiz inexi (denizalası) artık ancak hafızalarımızda yaşatacağımız bir eski zaman balığı haline gelecek. Fırtına Vadisi ile birlikte çocukluğumuz da yok olacak. Çay endüstrisiyle başlayan iklimsel değişiklik santralle birlikte çığırından çıkacak! Evet ya santral ve felaket ya da "çocuklarımızdan ödünç aldığımız" bu dünyanın cenneti. Hayır, Fırtına'da santral istemiyoruz!VİYA'da


Nereye????

Artvin ve Bergama'da siyanürle altın arama belası, Akkuyu'da nükleer santral, Gökova'da termik santral... derken şimdi de -ki aslında çok zaman önce başlayan- Samsun-Sarp Sahilyolu projesi. Bu proje kapsamında yok edilen ve durdurulamazsa tümüyle yok edilecek olan sahillerimiz ve çocukluğumuz ve geleceğimiz ve tarihimiz ve... YAŞAM! 
İnsan hayatının hiçe sayıldığı, kendinden olmayanın değersiz görüldüğü, barışın ve kardeşliğin önemsiz sözcükler, insanın en değersiz şey olduğu ülkede yok olan sen, yok olan ben, yok olan sevgi, yok olan zaman, yok olan insan, yok olan... YAŞAM!



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder