31 Temmuz 2012 Salı

SANATIN FİNANSALLAŞMASI, SANATÇININ PLORETERLEŞMESİ

Varşova’da Abbey House isimli müzayede evi, temsil ettiği az tanınmış 12 Polonyalı sanatçının eserlerine kısa sürede sağladığı inanılmaz değer artışlarıyla dikkatleri üzerine çekerken, yerel galerileri şaşkına çeviriyor. Abbey House aslında melez bir kuruluş: hem müzayede evi, hem galeri, hem de sanat fonu. Dahası, 2010’da Polonya’nın yegâne sanat pazarlama dergisi Art & Business ve onunla bağlantılı altı internet platformunun %60 hissesini satın alarak Polonya sanat piyasasının egemenlerinden biri oluveriyor. Varşova borsasında 2011 Mayıs’ında boy gösteren şirket, bu yaz Berlin’e yayılmayı tasarlıyor. Oradaki Kempinski Otel’inde bir galeri açmaya hazırlanıyor.

Abbey House, yalnızca aylığa bağladığı 12 sanatçıyla çalışıyor. Ve davetli katılımcılara düzenlediği müzayedelerde bu sanatçıların eserlerini, fiyatlarını kimi zaman iki yılda 40 kat artırarak satmayı başarıyor. Aynı sanatçıların eski galerileri bu durumu hayretle karşılıyorlar çünkü onlara göre iki-üç yıllık süreçte eserlere değer katacak bir şey yaşanmış değil – ne önemli bir sergi, ne de hatırı sayılır bir yayın. Dolayısıyla durum sanata değil, pazarlamaya dair. Bu galericilere göre, Polonya’daki hiçbir önemli kurum, “lekelenmiş” addettikleri bu 12 sanatçıyla ileride çalışmayı düşünmüyor. Abbey House’un başkan yardımcısı Jakub Kokoszka ise “bu pazarlama başarısı ve finansal performans karşısında eski kafalı galeri sahiplerinin eleştirilerini zaten beklediklerini” dile getiriyor. Sanatçılarının şaşırtıcı fiyat artışlarını “iyi hazırlanmış ve uygulanmış bir iletişim ve tanıtım kampanyasının doğal sonucu” olarak açıklıyor. Şirket, kültür alanındaki kurumlar ve kişiler, ve daha da önemlisi, büyük koleksiyonerler tarafından kabul gördüğüne göre, beis yok. Onun tabiriyle, kendi şirketleriyle çalışan sanatçılar, çalışmayanlara göre “daha akışkanlar” ve bu durumdan yarar sağlıyorlar.

Şirketin güdümündeki sanatçılar beş yıllık kontratları boyunca her ay belli sayıda, genellikle iki ila üç eser üretmekle yükümlüler. Sonraki 15 yıl boyunca da her ay bir eseri Abbey House’a teslim etmek zorundalar. Karşılığında aldıkları ücret, 1180 dolar civarında. Bu da Polonya’daki ortalama aylık ücretten biraz fazla. Oysa şirketin sanatçılarından Agata Kleczkowska’nın bir eserinin müzayedede ulaştığı değer $47.300. Sanatçılar satışlardan tabii ki komisyon almıyorlar. Yükselen fiyatların sağladığı yarar, Abbey House’un stoklarında bulunan aynı sanatçının başka eserlerinin fiyatlarının ve dolayısıyla şirketin kârının artmasından ibaret.[1]


Abbey House’un hikâyesi, zamanımızda sanatın özerkliğini kaybetmesinin, sanat piyasasının giderek sanata ve sanatçıya hükmetmesinin vahim bir örneği. 19. yüzyıl başlarından itibaren müze, galeri, akademi, tarih, estetik, eleştiri gibi ortamlarda özerkliğini örgütlemeye başlayan sanat, bir yandan da, rasyonalizm, endüstrileşme, ilerleme gibi egemen mitlere karşı çıkarak, onların gücünü sorgulayan bir etkinlik kazandı.[2] “Modernizm döneminde sanat, piyasaya mecbur, ama tam da bu nedenle piyasaya karşı olmasıyla sanat vasfı kazanırdı.”[3]Kültür ile ekonominin bir olduğu postmodern zamanlarda, özellikle son otuz yılda ise fiyatlarla birlikte çağdaş estetiği ve beğeniyi manipüle eden Abbey House türü şirketler; kendi koleksiyonundaki sanatçıların fiyatlarını tırmandıran ve giderek speküle ettiği sanatçılardan bir ulusal akım –Young British Art– örgütleyen Charles Saatchi gibi koleksiyonerler sanat alanının egemenleri, sanatçıların efendileri oldular. (NAA)


                                                                                 

[1] Bu bölüm Julia Michalska”nın “Eyebrow-raising Price Hikes for Polish Artists”, The Art Newspaper, sayı 236 (Haziran 2012), s. 83’teki yazısından derlenmiştir.

[2] Ali Artun, “Sanatın Müzayedeleştirilmesi”, Çağdaş Sanatın Örgütlenmesi, Estetik Modernizmin Tasfiyesi (İstanbul: İletişim, 2011), s. 146. Yazının bu ikinci bölümünün kaynağı, bu makale ve özellikle “Piyasa Oyuncusu Olarak Çağdaş Sanatçı” kısmı, s. 181-187.

[3] A.g.e., s. 182.


(E-Skop)





“JOHN HAYRANLIK UYANDIRICI BİR AD” - Oscar WILDE

Oscar Wilde, sansasyonel özel hayatının yanı sıra sivri diliyle tanınan bir yazar. Şubat 1892′de, bir tiyatro eleştirmeni oyunlarından birini yerden yere vurunca, Wilde editöre aşağıdaki şikâyet mektubunu yazıyor. Yanlış anlaşılmasın, şikâyeti eleştirilmek değil, eleştirmenin kendisine inatla “John Wilde” demesi.

Wilde’ın neredeyse tüm eserlerine –biraz düzensizce de olsa– Türkçede ulaşılabiliniyor. İlgilenenler bu uzun listeyi çevirmenlerle birlikte mektuptan sonra bulabilirler. (Letters of Note aracılığıyla.)

——

16 Tite Sokağı

Şubat 1892

Saygıdeğer beyefendi,

John hayranlık uyandırıcı bir ad. John, en hoş havarinin, dördüncü incili yazmayan havarinin adıydı. John, bu yüzyılın en büyük İngiliz şairinin, ayrıca gelmiş geçmiş tüm yüzyılların en büyük İngiliz şairinin adıydı. Papalara ve prenslere –art niyetlilerine de, harikulade olanlarına da– John adı verilmiştir. John, birçok seçkin gazeteci ve suçlunun adı olmuştur. Ama John, vaftiz edildiğimde bana verilen şahane adlardan (Oscar’ın yanı sıra Fingal O’Flahertie Wills’i içeriyorlardı) biri değildir. Bu yüzden müsaadenizle dikkatsiz tiyatro eleştirmeninizin oyunuma yaptığı o son, beyhude saldırıdaki hatayı düzeltmek istiyorum.

Sanat tarihindeki en önemli bilgilerden birini çarpıtma çabasına bir an önce dur denilmeli.

Oscar Wilde



(koltukname.com)




KO-NU-ŞAN-LAR

Sanatçı Bu ‘Hasarlı Dünya’nın Düzelmesine Katkı Sunmalı -  Kariyeri boyunca upuzun ve tutarlı bir sanatsal izleğin peşinden koşmuş, yaşayan en önemli ve özgün sanatçılardan biri olarak gösterilen Maureen Connor, birbirinden farklı ama birbirini fazlaca destekleyen eserlerinden oluşan ‘Çelişkiler’ adlı sergisiyle Temmuz ayı boyunca Akbank Sanat'taydı. Geçtiğimiz günlerde kendisiyle gerçekleştirdiğimiz söyleşide; 'Çelişkiler'i, kadının ekonomi ve sanattaki karşılığını, sanat piyasası içerisindeki çizgidışı tavrını konuştuk... 

ÇANTA DA Kİ LER


Teneke Trampet - Büyümeyi Reddeden Çocuğun Keşfettiği ''Birey''in Sesi

Korkunun Gölgesi, Vahşi Çocuğun Sesi - Oylum Yılmaz


Amanvermez Avni’den Süreyya Sami’ye -  A. Ömer Türkeş

ONLAR!



Chris Marker (1921-2012) - “Çağının en genç yönetmeni” olduğu için hiç ölmeyecek sanmıştık. Tam da 91. yaşgününü kutlarken aldık kara haberi. Her daim muzip Chris Marker’ın bir başka şakası diye düşündük.





AJANDA!


                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                

GÖZE ÇARPANLAR...


NE VAR?

Tony Martin Öldü

Nükleer Karşıtları Parlamentoyu Bastı

Floransa’dan 4 Ödülle Dönen Çok Sesli Bir Koro

Devlet Tiyatrolarına 2 Büyük Ödül

NOTOS Edebiyat’ın 35. Sayısı Çıktı

12. Munzur Festivali Sona Erdi

Yılmaz Özdil: İsim Şehir Hayvan İzmir’de Sahneleniyor

10. Uluslararası Bodrum Bale Festivali

Matbaacılığın Tarihi Yazıldı

Ermenistan-Türkiye Senfoni Orkestrası Yarın Boğaziçi'nde

İrlandalı Yazar Binchy Hayatını Kaybetti

Altın Portakal'a Haciz Şoku

Apollon Tapınağı'nda Restorasyon Çalışmaları

Çağdaş Sanat Terasa Çıktı

Beyazperdenin Özgün İsmine Veda

Katliam Filmin Sonunu Değiştirdi

29 Temmuz 2012 Pazar

MELİH ALTIOK'UN ''BİR UYUMSUZ RASTLAŞMASI'' VE BEHÇET AYSAN'IN DÜŞLERİ - Erten MISIRLI

“Yangınlardan geliyorum dedi adam ve yangınlara gitti yanık
Depremlerden geliyorum dedi kadın ve depremlere gitti yıkık.”

Metin Altıok

Yıkıntı altında kurtarılmayı bekleyen yaralı bir depremzede gibi günlerdir kıpırdamadan oturuyorum yazı masamın başında. Yerkabuğunun derin katmanlarının kırılıp yer değiştirmesi, hiçbir şeyin bir gün öncesine, bir saat öncesine göre, eskisi gibi süregelmediğini bir kez daha anlatıyor. Anlamakta güçlük çekenler için gösterimde kalan artçı yer sarsıntıları içimdeki volkana çarpıp çarpıp geri dönüyor. Anlamın kalbi çoktan kırılmış oysa. Yaşamdan kayıp düştüğümü duyumsuyorum. Yaşamdan kayıp düşmek derken, tutunamayıp düşmek değil, ağırlıktan batmak gibi bir şeyi anlatmak istiyorum. Kafka’nın bir Prag kahvesinden evine döndüğünde günlüğüne yazdığı gibi:”…sabah uykusu yerine saatlerce öksürdüm; yüzerek bu yaşamın dışına çıkmayı yeğlerdim…” 

Bir yandan da hayatı ya öldüreceksin onu terk edeceksin ya da onunla sevişeceksin diye mırıldanıyorum. Bu yalnızlığı ben istemedim ki kalbim, alışmalısın daha büyük sarsıntılara diyerek kaçmaya çalışıyorum artçı düşlerimden. Michelangelo’nun, Meryem’i kucağında ölü İsa ile gösteren ‘Pieta’(acımak) heykeline saldıran akıl hastası Lazlo Toth’un çekiç darbelerine benziyor bu sarsıntılar. Kırık dökük eski zaman heykellerine benzetiyorum kendimi. Kolları bağlı gölgeler dolaşıyor yangın yerine dönmüş düşlerimde. Düşünüyorum da bazen en kavranılamaz şey oluyor’açıklık’. Novalis’in dediği gibi’hayat bir hastalık’mı ‘bir tutku edimi’mi yoksa Rimbaud’un’gerçek hayat’ı gibi yoklukta mıdır?...”Belki de bizim hayatımız, ormanda geceleyin avının peşinde sessizce ilerleyen bir kaplanın kafasından geçenlerdir.” Borges’in metaforundaki kaplanın yalnızlığını duyumsamak iliklerime kadar ürpertiyor düşlerimi

Behçet Abi, insan düşlerinden bilinçaltına, bilinçaltından bilincine, bilincinden düşüncesine varır varmaz ulaşmıştır insanlığa. Sanki düşlerinin kılıfıdır artık. Öylesine kişiyizdir ki onun içinde, bu kılıf bizi,’yalnız’ bizi taşır. Gökyüzünün bir ormana katılması gibi karışır hayatımıza düşlerimiz.Alev alev yanan ateşten bir çemberdir senden sonra düşlerimiz.Bu alev çemberinden atlama cesaretini göstermek için ışığa bakarak kör olan kelebeğin ‘düş’ünü bir kez daha düşünmeliyiz bugün. Işık saçabilmek için kendini yakan doğadaki tek canlı ateşböceğinin ‘düş’üne düşmeliyiz hep birlikte. Düş bu ya Göçebe Denizin Üstünde:” Freud bir ağacın bilinç-altına oturmuş/toprağın düşlerini karıştırıyor”du Anday’ın düşünde…Bense ‘Ölüme sözlü hayata nişanlı’ bir kuşaktan geliyorum. Ölümü çok erken keşfeden bir coğrafyadan geliyorum yani. Hem yanık hem yıkık oğullarım kızlarım…ve 33 CAN’ın ışığıyla düşüyor gölgem şiir perdesine; senin dediğin gibi:”…/Yüzü resme düşmeyen bir halkın keder günlüğüne.”


***

ÜÇ ATEŞ ÇİÇEĞİ 

On dokuz yıl, üç şair için şiirsiz geçen on dokuz yıl…Sivas 1993-Sonsuzluk ve bir gün… Yaşasaydılar şiirimizin yüzünün daha da ağaracağını biliyoruz. Bırakmadılar. Metin Altıok, Behçet Aysan, Uğur Kaynar. Üç şair, üç ateş çiçeği. Niye yazar şairler? Ölümün elinden ölümü almak için, ölümsüzlük için… Sonsuzluk da şiirin içinde bir yerlerdedir. Şair, kendini yazar, dünyayı bulur. Altıok da Aysan da Kaynar da bunun için kıvılcım taşıdılar kendi şiirlerine. Ancak bir top yangın edindiler sonunda. Kendilerinin olmayan, acımasız, zalim bir yangın. Şiirlerinin ateşini gölgeleyen bir yangın. Ama yine de yaşıyor onların şiirleri. Yazdıklarıyla, yazacaklarıyla yaşıyor. Bu sayıda bu üç ateş çiçeğini anımsamak istedik. Anmak değil anımsamak. Onlar da şiirleriyle anımsatmıyorlar mı kendilerini bize? Metin “Bir Acıya Kiracı”sıyla, Behçet “Düello”suyla, Uğur da “Güncesika”sıyla. Günler değil, yıllardır geçen. Değil on dokuz yıl, on dokuz yüzyıl geçse şiirin tarihi onların şiirleriyle yepyenidir. Çünkü ölüm, şairlerin gövdelerini alır ancak, dilleriyse her zaman dipdiridir. Kaldığı yerden sürdürür onların türkülerini okurlar. Onların türkülerine katılın diye yalnızca bir anmalık bu sayımız. Şiir ve hayat için… Şairlere ölüm yoktur çünkü. 

*** 

METİN ALTIOK’A MEKTUP / Hakkı Zariç

Kendinizden büyük ellerinizle, gölgenizde güvercinler gezdirdiniz. Ütüsüzdü üstünüzdeki gök, adımlarınızla okşadığınız yol tarazlanmıştı. Yüzünüzde kırılan dal sesleriyle, bir yerden uzaklaştıkça bir yere yaklaştınız. Durdunuz yol ortasında ansızın, böğrünüzde yer buldu bir avlu serinliği kendine. “Göçebe kuş sürülerini” hayatınıza benzettiniz. Göçebe kuşlarda biraz siz, sizde biraz göçebe kuşlar vardı. Bir aşk hikâyesinin hazin yarasıydı belki de, “Kabuk bağlamış muska gibi” o acıyı koynunuzda şikâyetsiz taşıdınız. 

Çıplak bir atın yelesine haydut gecenin bağladığı ellerinizle, kemikli sırtınıza giyip paltonuzu, öyle garip sizcileyin, başınızı usulca önünüze eğdiniz. Irak gittiniz, evet, yüzümüz kadar. 

Acının iğnesine üzgün iplikler geçirip göğsünün orta yerinde isminin baş harflerini yazan rüzgârdan geçtiniz. Sizdiniz. 

“Bir Uyumsuz Rastlaşma” gibi yangınlardan gelip depremlere, depremlerden gelip yangınlara gittiniz. Közün yıkıntıları ya da yıkıntıların közüydü son sözcükleriniz… 

Ölüm hep yakın geldi size. Biçimini hiç dert etmediniz. Korkmadınız ölümden, uzun yaşamayı falan düşünmediniz. Herkes ölecekti nasılsa, ertelemek niyeydi? 

Acının girmediği yer yok çünkü, aşamadığı duvar, gidemediği kent ya da ev yok. 

Otelleri sevdiniz. “Otel ki, ebruli gurbet kamaştırır / Sürme çeker yalnızlığın şehlâ gözlerine.” 

Bir olguydu otel, olaylar silsilesine götürürdü sizi. Ülkeyi küçültmek için, kim bilir kaç kırık yüreğin konuk olarak kaldığı otellere gittiniz. 

Kısa ve düşsel yolculuk bu. Çıkınımızda iki türlü acı var. Biri gazetelerden ve ajans bültenlerinden içimize saplanan günün yorgunluğuyla içinden seçtiğimiz acı; öteki, yüreğimizi doğduğumuz günden beri yurt tutmuş, orada yaşayan acı. 

O yangın, yüreğinde hâlâ insanların. Yurt tutmuş süveydasını, acının. 

Devletin sizi yaktığı yerdeyiz; yargı kararıyla zamanın ve katillerin kostak gezdiği yerde… 

İşte budur bu mektubun son sözü. 

“Sımsıkı tutmak için avucunda bir közü.” 

Eyvallah!




***


YERLEŞİK YABANCI / Metin Altıok 



Kiminin dikenleri vardır
Katlanamaz üstüne.
Hep dikine durur
Delmemek için gövdesini.

Kiminin yoktur bir tek kemiği,
Doğrulamaz ayaklarının üstünde.
Ona göre varsa yoksa kendisi,
Dürülüdür ütülü bir mendil gibi

Ben eğilmem gündüz ama
Geceleri kanatırım kendimi

Ben bir söz söylediğim zaman,
Kendine küçük bir pıtrak edinir.
Çok sürmez anlar başına geleceği,
Çarşılarda, pazarlarda ondan selam kesilir.

Ben birini sevdiğim zaman,
Göğünü durmadan genişletir.
Ama herkes rahattır kozasının içinde,
O sevgi artık kimsesizdir.

Ölsem ayıptır, sussam tehlikeli
Çok sevmeli öyleyse, çok söylemeli.



*** 



BEYAZ BİR GEMİDİR / Behçet Aysan 


sen bu şiiri okurken
ben belki başka bir şehirde 
olurum

kötü geçen bir güzü
ve umutsuz bir aşkı anlatan

rüzgârla savrulan
kâğıt parçalarına
yazılmış

dağıtılmamış
bildiriler gibi

uzun bir yolculuğa hazırlanan
yalnız bir yolculuğa.

çünkü beyaz bir gemidir ölüm

siyah denizlerin hep
çağırdığı

batık bir gemi

sönmüş yıldızlar gibidir

yitik adreslere benzer
ölüm

yanık otlar gibi.

Sen bu şiiri okurken
ben belki başka bir şehirde
ölürüm. 



*** 

GÜNEŞİN ALTINDA ÖLMEK / Uğur Kaynar 

II
Bal gibi
aşkın arı kovanına çomak sokulmuştur
Artık çekilen acıdır
Bal gibi acıyla
denizin oğul verme zamanıdır
dalgalar içinde
Dalgalar içinde denizin oğlu
bir gemide miçodur
Ey dalgalar içinde oğlu olan deniz
Ey denizden oğlu olan kara parçası
Ey bahtı kara 

Açık denizlerde
bir o yana
bir bu yana
vurgun yemiş
yaralısın 

Yaranda süzme bal gibi hüzün
süzme bal gibi hasrettir
İlk dokunuşun ardından
şehvetli bir bityeniği gibi
gittikçe her yanı saran 

Sen ey denizin oğlu
deli rüzgâr
batık gemi
İnsan azıya aldı mı gemi
Aşkın gümüşten oltasına takılı
sudan yeni çıkmış balık gibi
güneşin altındayken ölmeli
ölmek yeter mi 


*** 

ŞİİR KİTAPLIĞI 

METİN ALTIOK KİTAPLIĞI 

Gezgin, 1.Basım 1976, Dost Yayınları / Yerleşik Yabancı, 1.Basım 1978, Yeni Ankara Yayınları / Kendinin Avcısı, 1.Basım 1979, Türkiye Yazıları Yayınları / Küçük Tragedyalar, 1.Basım 1982, Tan Yayınları / İpek ve Kılabtan, 1.Basım 1987, Kerem Yayınları / Gerçeğin Öteyakası, 1.Basım 1990, Türkiye Yazıları Yayınları / Dörtlükler ve Desenler, 1. Basım 1990, Elyazısı Yayıncılık / Süveyda 1.Basım 1991, Korsan Yayıncılık / Alaturka Şiirler, 1.Basım 1992, Varlık Yayınları / Hesap İşi Şiirler, 1.Basım 1993, Promete Yayınları / Soneler, 1.Basım 1994, Korsan Yayıncılık / Bir Acıya Kiracı, 1.Basım 1998, Yapı Kredi Yayıncılık ( Bütün Şiirleri) 

*** 

BEHÇET AYSAN KİTAPLIĞI 

Karşı Gece, 1.Basım 1983, Yeni Türkü Yayınları / Sesler ve Küller, 1.Basım 1984, Varlık Yayınları / Deniz Feneri, 1.Basım 1987, Puhu Kitaplar / Eylül, 1.Basım 1988, Hacan Yayınları / Düello, 1.Basım 1993, Adam Yayınları (Toplu Şiirleri) 

UĞUR KAYNAR KİTAPLIĞI 

Çiçekler Halaya Durdu, 1.Basım 1988, Denk Ajans, Gizemya, 1.Basım 1990, Elyazıları Yayıncılık / Aşkınam,1.Basım 1991, Elyazıları Yayıncılık / Güncesika, 1.Basım 1995, Suteni Yayıncılık 






YAŞAMAK GÜZEL ŞEY BE KARDEŞİM - Orhan PAMUK

Nazım Hikmet’in hayatının son yıllarında yazdığı otobiyografik romanını, 1964 yılında bir Paris yolculuğundan İstanbul a dönen babamın elinde gördüm ilk. O tarihlerde Nazım Hikmet’in kitapları Türkiye’de kolayca yayımla-namıyordu. 1938 – 50 arası on iki yıl hapis yattıktan sonra bir afla serbest bırakılınca Türk devletinin ve gizli servislerinin acımasız baskılarından yılıp Moskova’ya kaçan Nazım Hikmet, romanına hayatın aslında ne kadar güzel olduğuna ilişkin Türkçe’deki en yaygın ifadelerden birini uygun görmüştü: Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim. Romanın Fransızca çevirisine bir önsöz yazan Louis Aragon kitaba Nazım Hikmet’in de onayladığı başka bir ad koydu: Les Romantiques. Bu başlığın romanın günümüz okuruna aşırı iyimser, hatta saf gelecek komünist ütopyacı havasına, genç kahramanlarının (çoğu hapse girer, işkence görür) önlerindeki hayatın vereceği güzelliklerle karşılaşmak için duydukları sabırsızlığa çok uygun düştüğünü düşünüyorum şimdi. 
Tıpkı Nazım Hikmet gibi yıkanmayı hiç sevmeyen ve yirmili yaşlarında İstanbul’da, Anadolu’da ve Moskova’da bulunan romanın ana kahramanı Ahmet’i İzmir’de bir sokak köpeği ısırmıştır. Ahmet aynı zamanda gizli servisler tarafından takip edilen ve bir kulübede saklanan bir komünisttir. Kırk gün süren kuduz olma korkusu Ahmet’in bütün hayatını gözden geçirmesine ve sivil polislerce izlendiği endişesi de sokakların, günlük hayatın ayrıntılarına özel bir dikkat göstermesine yol açar. Ama hikâye o yıllarda gerçekçi ve siyasi bir romandan beklendiği gibi tek boyutlu, düz bir zamanı izlemez. Anlatı, okura biçimsel zorlama duygusu vermeden zamanda ve mekânda sıçrayarak ilerler: Bazan çok rahat geri dönüşlerle , bazan da Dadacı kes-yapıştır yöntemiyle... Böylece Bolu’daki bir ilkokul, Moskova’daki ünlü Arbat Sokağı’ndaki bir birahanedeki siyasi tartışma, bir yaz günü İstanbul Kadıköy’de sokakların ıssızlığı, Sultanahmet tevkifhanesinin içi, donanmaya ait bir harp gemisinin apdeshanesinde cezalandırılan siyasi mahkûm, Batum’da bir parkta dolaşan adam ve İstanbul’da Galata Köprüsü’nde siyasi gazete satarken birden utanan bir kahramanın okurda uyandırdığı izlenimler iç içe geçer. Basit bir dille, kısacık cümlelerle saptanmış bu izlenimlerin, bu fırça darbelerinin okur üzerindeki toplam etkisi, hayatın güzellikleriyle coşmuş acılar içindeki bir şairin kaleminden çıkma mükemmel bir lirik şiirin vereceği etkidir. Sıradan günlük yaşamın eşyalarını ve ayrıntılarını bu kadar iyi saptayabilmek için hayatı bu kadar sevmek; hayatı bu kadar sevebilmek için de belki bu kadar çok hapis yatmak gerekir diye düşünebilir okur hayranlıkla. 

(Haftalık entelektüel Alman gazetesi Die Zeit, savaş sonrası Avrupa edebiyatı üzerine bir dizi yayımlıyor. Orhan Pamuk da dizi için Nazım Hikmet’in Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim romanını tanıttı.)




ÖZNEL OLANIN BÖYLESİ - Zafer DİPER

Konservatuvar is.fr.müzik ve tiyatro okulu (TDK)… Biz türkçesini, tiyatro okulu’nu kullanalım... Bu kez yazımız bunun üzerine, bir dertlerimiz: Devlet Tiyatro Okulları-Oyunculuk…

Bu okullara yetenek sınavlarıyla girebiliyorsunuz...Tartışılacak konu da bu sınavların ölçütlerinin ne olduğu ve yetkililerinin bu yeteneği-ya da yeteneksizliği nasıl değerlendirebildikleri…

Yüzlerce genç umut, sevgi ve heyecanla hazırlanmaktalar oyunculuk sınavlarına. Belki aralarından beş on tanesi alınabilecek okula. Zor bir durum seçiciler için de, öznelliğinizle nesnel olabilmek...

Duyuyoruz ve kimi öğrencilere oyunculuk sınavında başarılı kılınması isteğiyle yardımcı olmaya çalıştığımız için de görebiliyoruz; onların gözleri, o gözlerin yaşadıkları-anlatılarıyla o sınav süresince olup bitenleri daha önceki yıllardan...

Bir dram bir de güldürü bağlamında parçayla değerlendirme kurulunun karşısına çıkıyor adayımız. Ama sonuna dek izlenmiyor dinlenmiyor kimileyin… Oysa bitirilmesine izin verilmesi gerekiyor… Örneğin bir oyuncu adayının hazırlamış olduğu parça (herhangi bir oyundan kısa bir bölüm) bir dakika elli saniye sürüyorsa, onuncu saniyesinde durdurulmamalı. Oluyor bu; o on saniyede neyi anladınız ya da kavradınız, beğendiniz- ya da beğenmediniz de kesiyorsunuz o kısacık sunumu bile yarıda. Diyelim ki, siz kurulda bulunan kişiler birer dahisiniz; şıpşak algılıyorsunuz yetersizliği ve o kişinin geleceğini, gelişip serpilemeyeceğini nasılsa bilebiliyorsunuz; o kişiden bir şey olmaz, yüz yıl da çabalasa mabalasa oyuncu falan olmaz, anlıyorsunuz bunları bir yol. Siz anlayadurun da belki aşırı heyecanlıdır, tutuk başlamıştır, açılıverir, az sonra döktürüverir belki eğer sonuna dek sürdürebilme şansını tanımış olsanız ona… Sınavlarda adayların karşılaşabileceği en önemli zorluklardan biri bu: daha başlamadan bitirilmeleri…

Oyunculuk okulla olmaz, okul bir yetişim sağlayabilir ama asal olan o kişinin kendini yetiştirmesi geliştirmesi, beslendiği kaynaklar, kuramsallıkla birlikte kılgısal olanı yaşamasında, yaşam deneyimlerinde, dünyaya bakış açısında, genel kültür-sanat birikimiyle varlaşmasında; bunlarla oyuncu(sanatçı) olunmakta... ve uzunca bir süreye gereksinim duyulmakta bu oluşumda... Hani bir söz var: Hem bu işi ucuz görenlere bir gönderme, hem de yıllar sonra ancak, olgunlaşarak belirli bir düzeye varabilirsin denmekte: “Oyunculuk kolaydır da ilk 10 yılı biraz zordur…”

Devlet Tiyatro Okulları’nın görevi yetenekleri bulgulamak değil de, kendilerince yetkin gördüklerini başarılı kılmak gibi görünmekte sanki... Çünkü eğer oyunculuk kavramıyla özdeşleşiyorsa, o aşamaya ermişse, siz okula niye almaktasınız ki, ona ne öğreteceksiniz o zaman? Hadi diyelim ki öğrenmenin sonu yok ve siz öğretim görevlileri hep öğreteceksiniz ama başlangıçtaki ana kavram “yetenek” değil mi? Ne ki bu yeteneklerin bulgulanması ve değerlendirilmesinde öylesi bir ikilem yatmakta ki, şaşar kalırsınız… Öğrenci oyuncu adayı devletin bir tiyatro okulunda başarılı, sınavı geçmiş, ama bir diğer okul sınavında o aynı aday başarısız, çakmış. Böylelikle bir okulun sınavında “yeteneksiz” damgasını yemiş, bir diğerinde “yetenekli”... Benzeri çok. İki okulda birden girmiş sınava. O okulu kazanıyorsa bu “yetenekli” çocuk, diğer okulda nasıl “yeteneksiz” peki!?.. 

Yetenek denilen nasıl da fırıldak gibi bir şey o zaman kimilerinin ellerinde? Nasıl da göreceli bir seçim dizgesi?!

Öznel olanın hani böylesi; sanatta…

YILMAZ GÜNEY'İN DİLİNDEN YOL'UN GERÇEK HİKAYESİ 1 - Zahit ATAM

Sürü çok şaşırtıcı ve başarılı bulunmuştu, adım yeniden Avrupa’da bilinir oluyordu böylelikle. Ardından Düşman geldi, ne yazık ki o filmi tam kontrol edemedim, yönetmeni yorulmuştu, istediğim gibi olmadı, çünkü temposu düşündüğümden zayıftı, bu nedenle aslında bütün senaryoyu filme sığdıramamıştık, bazı şeylerin yeniden çekilmesi de gerekiyordu, kurgunun da değiştirilmesi. Bir gün Zeki Ökten’le hapishanede filmi sessiz seyrettikten sonra oturup konuştuk, eleştirilerimi söyledim, bunların bir kısmını yapmaya çalıştı, seslendirmeden sonra yeniden gördüm filmi, radikal kararlardan söz ettim, ama Zeki “benim için bu film bitmiştir, yapacak hiçbir şeyim yok” diyordu.

O haliyle Türk Film Arşivinde yazarlara ve yönetmenlere filmi gösterdik, tartışmalar dönüp dolaşıyor iki konuda birleşiyordu:

Birincisi Sürü filmi ile Düşman karşılaştırması, ikincisi ise filmin yeterince akmadığı meselesi, ilki beni çok ilgilendirmiyordu, bu eleştirilerin ve düşüncelerin benim için orijinalliği yoktu, ama ikinci meselede genel olarak seyredenler bir seyirci olarak fikirlerini söylüyordu ve bunlar da benim saptamalarımla büyük oranda çakışıyordu.

Düşman’ın gösterim macerasından, yeniden film yapmaya kalkmadan önce Türkiye’de bir Midnight Express tartışması başladı. O yıllarda Elia Kazan birkaç kez Türkiye’ye gelmişti, Türkiye Alain Parker’ın filmini bir gurur meselesi yapmıştı, batılılara Türkiye’deki hapishaneleri gerçekten anlatan bir film yapıp, bunun da uluslararası bir başarı göstermesi ve filmin ülkemizin yüzünü ak çıkarması talebi dile getiriliyordu. Ben de yıllardır hapisteydim, öyle ki komiktir ama gerçektir, ben 1958 yılında sinemaya girdim, senarist-oyuncu-reji asistanı olarak, ilk filmim Bu Vatanın Çocukları idi, severim bu filmin adını, Türkiye’de çekilen son filmim Yol oldu, dünya prömiyerini 1982’de Cannes Film Festivalinde yaptı, sayarsanız toplam 24 yıl eder.

1958-61 yıllarında sinema da çalıştım, 3 yıl eder, o yıllarda potansiyel mahkûmdum, çünkü komünizm propagandasından yargılanmış ve ceza almıştım, davam temyizdeydi. 1961-63 arasında hapis ve sürgündeydim. 1963-1968 arasında sinema yaptım, 1968-1970 arasında askerdim. 1970-72’de dışardaydım ve sinema yaptım, 1972-74 arasında yine hapisteydim. Üç ay dışarda kaldıktan sonra 1981 yılına kadar yine hapiste kaldım.

Toplam 11 yılı aşkın süre hapis ve sürgündeyim, 2 yıl da askerlik, eder 13 yıl, o zaman geriye 11 yıl dışarıda sinema yaptığım kalır, gerçekte ancak 10 yıl ve birkaç aydır, yani dışarda olmaktan daha çok içerdeyim. Bu nedenle ilk hapislik ve sürgün de dahil, hapisteyken de askerdeyken de film yapmaktan başka çarem yoktu, çok az insan bilir, 24 yaşındaydım ilk hapse girdiğimde, ama orada bile senaryo yazmış, sürgündeyken görüşmelerini yapmış ve satmıştım da.

Elia Kazan’a siyasi iktidar Türkiye’deki hapishaneleri anlatan bir film yapma önerisi getirdi, Elia Kazan’da “bunu en iyi Yılmaz Güney yapabilir” dedi. O yıllarda Kazan’ın sık sık Türkiye’ye gelmesinin nedeni, Türkiye’de doğup büyüdüğü yıllar ve buradan Amerika’ya göç etmesini anlatacak olan filmini yapabilmek için maddi destek bulmaktı. Hollywood’da emekli olmuştu, artık projelerini destekleyen bir yapımcı yoktu, Amerikalılar da bu hikâyeyi çok Amerikan bulmadıkları için senaryosu projesiz kalmıştı, Türkiye onun için kendi geçmişini hatırlatıyordu.

Sürü ve Düşman benim 1972-74 arasındaki defterime yazdığım hikâyelerden beslenir, bunlar 5-10 sayfalık notlara dayanıyordu, bazıları hikâyeler, bazıları kimi karakterleri anlatıyordu, çıkınca yapmak istediğim filmlerin ilk taslaklarıydı bunlar, o kadar çoktular ki hepsini çekmeye ömrümün yetmeyeceğini biliyordum.

Ama ben CHP iktidarı ile artık yarı açık İmralı Cezaevine gönderilmiştim, zaten hangi cezaevine gitsem, orada siyasi iktidarla ve hapishanenin yöneticileri ile aramda gerilim çıkıyordu, hapishanede olan her şeyin sorumlusu olarak gösteriyorlardı beni.

İmralı ruhuma o kadar iyi gelmişti ki yıllardır kapalı cezaevlerinde öylesine bunalmıştım ki. Köylü kökenlerime çok uygun bir şekilde İmralı’da tarımla uğraşıyordum, doğayla yeniden barışmıştım, deniz, kuşlar, balıklar, toprak, ağaçlar beni ruhsal olarak yeniden diriltmiş gibiydi, yaşama sevincim öylesine büyüyordu ki İmralı’da yazma isteğiyle ve sinemasal projelerle büyük oranda yeniden barıştım. Hapishanenin yöneticileri beni merkezden uzak tutmak istiyorlardı, İmralı’da merkezin dışında köyler vardı, mahkûmlar 4-5 haneli bu köylerde kalır, tarımla uğraşırlardı, ben de 5 numaralı köyde kalıyordum.

Artık eski defteri bir kenara bırakmayı ve tümüyle mahkûmların hikâyesinden yola çıkan bir senaryo yazmaya karar vermem garip bir olayla oldu:

Mahkûmlar ister merkezde olsunlar isterse başka köylerde, başı sıkıştıklarında beni görmeye gelirlerdi, herkes kendi derdini anlatırdı, bir Urfalı geldi, konuştuk, dertleştik, kaçakçıydı sınırda, yıllardır hapisteydi, giderken ona kendi yetiştirdiğim bir kırmızıturp verdim: “Bursa’ya gitmeye hiç niyetim yok” dedi. Bursa kapalı cezaeviydi, açıktan kapalı cezaevine sürgün edilmek istemiyorum demek istiyordu. Kendisi sınırda silahlarla hayvan kaçıran, dağlarda silahlı gezmiş, mayınların arasından geçmek onun için sıradan bir iş, oysa kendi yetiştirdiğimiz bir kırmızıturpu bile almaya korkuyordu. Şaşırdım ben ona, hikâyesini bilmiyordum, gel otur hele dedim, o zaman mahkûmların ürünleri bir tane olsa bile izinsiz almalarının yasak olduğunu bilmiyordum, “ne iş yapardın?” Bu oturdu, o zaman öğrendim kaçakçıymış. Çok şaşırdım, ondan sonra yanıma gelen bütün mahkûmlara kendi hikâyelerini en küçük ayrıntısına kadar anlattırdım, geceleri de bunlar üzerine çalıştım, “sen savcıdan daha çok soruyorsun” diyorlardı. 12 tanesini seçtim, onlarla tekrar görüştüm, bütün bunlardan yola çıkarak yazmaya başladım, yazma sürecinde hikâye 11 mahkûma düştü, amacım 5 saatlik iki filmde Türkiye’nin hapishanelerini anlatmaktı, ama baştaki hükümetin amacından tümüyle farklılaşmıştı. Onlar hapishanelerin ne kadar ferah olduğunu dünya âleme göstermek istemişlerdi, ama ben mahkûmlarla konuşunca aslında bütün Türkiye’nin hem vatandaşlar için hem de bütün milletler için bir hapishaneye dönüştüğünü anlatacaktım. Bütün mahkûmlarda gördüğüm, kendi işledikleri ya da üstlerine kalan suçların ötesinde, hepsinin aslında masum ve ezik birer insan olduğu, her birisinin büyük dertleri omuzlamaktan yorgun oldukları idi, niyetleriyle kaderleri hiç uyumlu olmamıştı ve hepsi de hikâyelerindeki korkunç olaylara rağmen vicdanlarında çözemedikleri çelişkilerin, çatışmaların yükünü taşıyorlardı. Tam da bu çelişki senaryonun çıkış noktası oldu, bütün hikâyeler gerçektir, yalnızca ben film için bazıları üzerinde değişiklik yapmak durumunda kaldım, bütün mahkûmların yaşadıkları ne olursa olsun iç dünyalarını anlamak ve onların benlikleri/niyetleri ile hayatın onlara sundukları, feleğin onlara reva gördükleri arasındaki çatışmayı ortaya koymak birinci amacımdı.

Senaryo üzerinde çalışırken hayatımı gözden geçirdim, memleketimle hesaplaşmamı yaptım ve anlattığım bütün karakterleri çok sevdim, bana insan nedir sorusu için kendimle yüzleşmem de aracı olmuşlardı.


(BirGün)



SANAT: VAHŞET TALİMİ

Ressam haz vermeye mahkûmdur. Ne yaparsa yapsın, bir resmi tiksinti nesnesine çeviremez. Korkuluğun işlevi dikildiği tarladaki kuşları korkutup kaçırmaktır, ama en korkutucu resim bile ziyaretçi çekmeye yarar. Gerçek işkence de ilgi çekici olabilir, ama asıl amacı bu değildir. İşkencenin yapılmasının çeşitli sebepleri vardır. İlkede, işkencenin amacı korkuluğunkinden çok da farklı değildir: Teşhir ettiği dehşet karşısında, sanatın tersine, insanı itmek için sergilenir.

Oysa resmedilmiş işkence, bizi ıslah etmeye çalışmaz. Sanat hiçbir zaman yargıç rolü üstlenmez. Onda ilgimizi çeken, kendi başına dehşet değildir: bu düşünülemez bile. (Ortaçağ’da dinî imgelerin cehennemle ilgili olarak böyle bir işlevi yerine getirdiği doğrudur, ama bunun sebebi zaten o dönemde sanatın eğitimle iç içe olmasıdır.) Dehşet, hakiki bir sanatla dönüştürüldüğünde, haz halini alır – bunun gerilimli bir haz olduğu doğrudur, ama yine de hazdır.

Istırabın ve acının büyüleyici hayaletleri, tıpkı rüyalardaki gibi, dilsiz, kaçınılmaz, açıklanamaz bir tür kararlılıkla, bu karnaval dünyasının arka planındaki figürler arasında daima pusuda beklemiştir. Kuşkusuz sanatın özündeki anlam karnavalınkiyle aynı değildir ama ikisinde de, hazzın ve zevkin tam karşıtına ayrılmış bir yan vardır. Sanat sonunda dine uşaklıktan kurtulmuş olabilir ama dehşete kulluğu hâlâ devam etmektedir. […]

Toplumun koca yalanları ortasında, sadece birkaçımız, gerçekten çocukluğa ait tepkilerinden vazgeçmez, bu dünyada ne yaptığımızı ve bize nasıl bir oyun oynanmakta olduğunu düşünürüz saflıkla. Göğün ve resimlerin şifresini çözmek isteriz, yıldızlı fonların ya da boyanmış tuvallerin arkasına geçmeyi, tıpkı bir çitte arkasını görebileceği bir boşluk bulmaya çalışan çocuklar gibi, dünyanın çatlakları arasından ötesini görmeye çalışırız. Bu çatlaklardan biri de, acımasız kurban geleneğidir.

Kurbanın yaşayan bir kurum olmadığı doğrudur, yine de, buhar tutmuş bir camın üzerindeki iz gibi kalmıştır bize. Kurbanın uyandırdığı duyguyu yaşamamız hâlâ mümkündür, çünkü kurban mitleri tragedyaların temalarına benzer ve Çarmıha Geriliş de, kurban imgesini, en yüksek düşüncelere konu olacak bir sembol ve sanatın vahşetinin en tanrısal ifadesi olarak canlı tutar. […]

Apollinaire vaktiyle kübizmin büyük bir dinsel sanat olduğunu ilan etmişti, nitekim bu hayali boşa çıkmış değil. Modern resim, kurban imgesine yönelik sürekli tekrar eden takıntıyı sürdürmektedir ki onda, nesnelerin tahrip edilişi –neredeyse yarı bilinçdışı bir tarzda­– dinlerin hâlâ devam eden işlevine verilmiş bir cevaptır. Hayat denen tuzağa düşmüş insan, katı formların yok edildiği, dünyayı kuran çeşit çeşit nesnenin bir ışık kazanında yanıp kül olduğu bir parlama ânıyla belirlenmiş bir çekim alanının etkisine girer. Gerçekte günümüz resminin mahiyeti –nesnelerin tahribatı, kıyameti– yeterince vurgulanmıyor, kurbana dayanan köklerinin altı çizilmiyor. Oysa sürrealist ressamın, imgelerini biraraya topladığı tuvalinde görmek istediği şey, piramidin kaidesinde kurbanın kalbinin sökülüşünü görmeye gelen Aztek halkının görmek istediği şeyden temelde farklı değildir. Her iki durumda da beklenen, yıkımın anlık parlamasıdır.

Elbette bizler modern sanat eserlerine baktığımızda vahşet görmeyiz, gelgelelim, Aztekler de vahşi değildiler. Bizi gaflete sürükleyen, vahşetle ilgili dar fikrimizdir. Genelde yüreğimizin dayanmadığı şeylere vahşice deriz, yüreğimizin kaldırdığı, bize sıradan gelen şeylerse vahşice görünmez. Dolayısıyla, vahşilik hep başkalarına aittir, fakat ondan uzak duramadığımız için, bize ait olduğu anda onu inkâr ederiz. Böylesi bir zayıflık, bu sapa yollarda yüreğin gizli işleyişinin peşine düşenlerin işini zorlaştırmaktan başka bir şeye hizmet etmez. […]

Aztekler, binlerin eliyle işlenen cinayetlerin vahşice olduğunu reddederlerdi. Buna karşılık sadist, sürekli kendi kendine, kırbaçlamanın vahşice olduğunu tekrarlamaktan zevk alır. Ben bu kelimeyi, vahşeti, farklı sebeplerle kullanıyorum – açık ve net olmak için. Hiçbir şeyi kınadığım yok, sadece temelde yatan anlamı gösterme derdindeyim. Onun temelindeki anlam, bir bakıma, vahşice değildir: şayet vahşice olduğuna inanılsaydı, var olmazdı (nitekim insan bilinç kazandıkça kurban pratiği yok olmuştur) ama yine de, yıkma arzusu olarak var olmaya devam ederdi.

Gerçekte bu, olsa olsa ılımlı bir arzudur. Alışkanlığımız (geleneklerimiz, gücümüz) gereği, sadece gizli gizli yıkmayı severiz; korkunç ve büyük yıkımlara –en azından bize böyle görünenlere– karşı çıkarız. Yıktığımızın olabildiğince az farkında olmayı tercih ederiz. […]

[…] Bizi topyekûn yıkımın yoluna sokan ve bir müddet orada kalmamızı sağlayan sanat, bize ölmeden kendinden geçme fırsatı sunar. Kâh orada kâh burada, ölümün içine girer veya küçük dünyalarımıza geri döneriz. Ama sanat eserlerinin bitimsiz karnavalı –kalıcı olandan başka hiçbir şeye değer vermemeye ahdetmiş olsak da– ânın kararsızlığından silkinip çıkabilenlere bir zafer göstermeye hazırdır. Bu nedenle, baştan çıkmanın katliama, işkenceye ve dehşete bağlı olduğu o lütufkâr vahşet parlamalarıyla dünyanın geçit vermezliğine nüfuz eden taşkın sarhoşluğun karşılığını ne yapsak ödeyemeyiz.

Niyetim dehşetli şeyleri savunmak değil. Onların geri dönüşüne çağrıda bulunmak değil. Fakat, boş yere ilerlemeye çalıştığımız bu esrarengiz çıkmazda, duygunun tüm hakikati kendinden geçmede saklıdır. Çünkü duygu, şayet hayatın anlamı ona nakşolmuşsa, faydalı bir amaca tabi kılınamaz. Duygunun çelişkisi budur: sahip olduğundan çok daha fazla anlamı istemesi. Bir ufkun açılmasına değil, yakındaki bir nesneye bağlı olan duygu, aklın sınırları içerisinde kalan duygu, bize olsa olsa bastırılmış, sıkıştırılmış bir yaşam sunar. Kayıp hakikatimizin yükü altında, duygunun çığlığı düzensizlikten yükselir. Kuşkusuz sanat dehşetin tasviriyle sınırlı değildir, ama sanatın işleyişi, onu, hiç zarar vermeden en korkunç dehşetin zirvesine yükseltir ve dehşetin resmi tüm imkânlara açılan alanı ortaya çıkarır. Sanatın, ölümün yöresinde gezinerek kazandığı gölgelerden ayrılamayışımız bundandır.

Sanat, vahşi olduğunda, bizi kendimizden geçerek ölmeye çağırmasa da, en azından mutluluğumuzun bir ânını ölümle eşit düzleme yerleştirme erdemine sahiptir.

                                                             

Georges Bataille, “The Cruel Practice of Art” adlı metinden alıntılanmıştır. Fransızca orijinali: “L’Art,exercise de la cruauté” (1949). Metnin İngilizce çevirisinin tamamı:

http://supervert.com/elibrary/georges_bataille/cruel_practice_of_art

Türkçe çevirinin ilk yayınlandığı yer: Karşı Sanat Çalışmaları, Karşı Karşıya Tartışma Platformu;http://www.karsi.com/karsikarsiya.php?id=20


 Georges BatailleÇeviri: Elçin Gen  (E-Skop)



KO-NU-ŞAN-LAR

KİMLER VAR?

Ipa Performans Sanatı Festivali ilk kez İstanbul'da Koza Görsel Kültür ve Sanat Derneği festival ekibinden Özge Çelikaslan ve Burçak Konukman’la IPA Performans Sanatı Festivali’nin detaylarını konuştuk.

‘Hülya Avşar Var Diye Gönüllü Oldum’Barış Pirhasan, Hülya Avşar başkanlığındaki jüriye keyifli ve doğru olduğu için gönüllü katılmış…

GÖZE ÇARPANLAR...


NE VAR?

Rock-A, Foça’da Bu Yıl ‘Sistem Seninle Besleniyor’ Diyecek

Avşar Krizi ‘Portakal’ı Ekşitti

Şeriatçı Manyaklığın Azgınlığı & Emperyalizmin Kudurganlığı Doğurdu: DISTRICT UNKNOWN

Heykel Sempozyumunda Sanatın Evrenselliği Tartışıldı

Konserler Santralistanbul’dan Çekiliyor

Yerebatan Sarnıcı' nın Küçük Kopyası Bulundu

Sarı Yazmalılar Bir Kez Daha Kazandı!

Hatay'da Suppiluliuma Heykeli

27 Temmuz 2012 Cuma

HERKESİ GÜLDÜREN ADAM KEMAL SUNAL - MESUT KARA

Çekimler için uçakla Trabzon’a gideceklerdir fakat Kemal Sunal’ın uçak fobisi vardır. Uzun yıllar binemez uçağa. Çok uzun yollar için bile araba yolculuğunu tercih eder. O gün de uçağa bineceği için tedirgindir. Uçağa binmeden önce bilet kontrollerini yaptırırken hostese: ‘‘Canım, hiç gitmek istemiyor. Ama film çekimi var, gitmek zorundayım’’ der. Kalkıştan hemen önce geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirir Kemal Sunal. Tarih 3 Temmuz 2000’dir ve büyük oyuncu henüz 56 yaşındadır.

Kemal, Küçükpazar’ın iki katlı cumbalı ahşap evlerle sıralı sokaklarından birinde dünyaya geldiğinde takvim yaprakları 11 Kasım 1944 yılını gösteriyordu. Komşuluk ilişkilerinin güzel yaşandığı semtlerdendi Küçükpazar. Mahallelerinde, sokaklarında varlığı da yokluğu da bölüşen güzel insanları vardı. Doğduğu şirin evin bahçesi meyve ağaçlarıyla, çiçekler ve yeşilliklerle süslüydü. Meyveyi dalından yiyor, güllerin, leylakların, arasında oynuyordu oyunlarını.

Vefa Lisesi’nin ortaokul kısmına başladığında, arkadaş çevresi de değişmiş ve gelişmişti. Lisede aynı sınıfı, aynı sıraları paylaşacağı bazı arkadaşlarının ileride çok ünlü insanlar olacağından habersizdi o sıralar. Onlar da arkadaşlık yaptıkları Ali Kemal’in, sonraki yıllarda herkesi güldüren çok ünlü bir komedyen, ünlü sinema oyuncusu Kemal Sunal olacağını tahmin edemezlerdi. O arkadaşlarından biri geleceğin önemli televizyoncusu Uğur Dündar, diğeri de ünlü tiyatro ve sinema oyuncusu Müjdat Gezen’di. Kemal’in o günlerde tahmin edemeyeceği, bilemeyeceği bir şey daha vardı; o da okulda yaşadıklarının ileride ünlü olmasını sağlayacak olan, tiyatroya ve sinemaya uyarlanan Hababam Sınıfı romanında anlatılanlara benzerliğiydi. Okulda yaşadıkları daha sonra Hababam Sınıfı filminde izledikleriyle aynıdır neredeyse.

Okulda oluşturdukları arkadaş topluluğu, birbirini çok seven, birbirine bağlı haylaz bir arkadaş grubudur. Arkadaşlarından ayrı düşmemek için sınıfı bile birlikte geçer, birlikte kalırlar. Kemal de bu nedenlerle ortaokulu, liseyi on bir yılda tamamlar. Zeki bir öğrenci olmasına karşın arkadaşlarından kopmamak için her sınıfı iki yıl okur. Arkadaşlarının her birinin tıpkı Hababam Sınıfı’nda olduğu gibi lakapları, takma isimleri vardır. Uğur Dündar’ın lakabı Fişek, Kemal Sunal’ın da Koçero’dur. Korsan Cevat, Gogo Cavit, Deve Süha, Panzo Taner, Laz Hızır, Kavanoz Erdal, Paspas Hacı da grupta takma isimle çağırılan arkadaşlarından bazılarıdır.

Kemal Sunal, Uğur Dündar ve Müjdat Gezen’in şakalaşmaları, komiklikleri bütün arkadaşlarını eğlendirir, güldürür. Uğur Dündar tez canlıdır, Kemal Sunal ağırkanlı. Uğur da, Müjdat da Kemal’e takılmayı seviyordur.

Okulda ders olmadığında ya da dersleri kırdıklarında toplanıp sinemaya, tiyatroya giderler. İstanbul’un bir zamanlar tiyatro merkezi olan, Direklerarası diye de bilinen Şehzadebaşı’nda Kulüp, Ferah ve Turan sinemaları vardır.

Okulda yapılan tiyatro çalışmalarının içinde de aktif olarak yer alır Kemal Sunal. Felsefe öğretmeni Belkıs Balkır, Kemal’in oyunculuk yeteneğini keşfeder ve okulun tiyatro oyunlarda rol almasını sağlar.
“Kemal’ciğim sen çok yeteneklisin, ileride sahnede çok başarılı olacağına inanıyorum” diyen Belkıs öğretmen, Kemal’i cesaretlendirir, moral verir. Öğretmeninden aldığı destekle cesareti ve kendine güveni artar Kemal’in. Sahnede çok rahattır.

Seyirciler de oyunlarda izledikleri Kemal’in iyi bir oyuncu olduğunu, gelecekte çok başarılı olacağını fark eder. Kemal’in oyuncu olmasına babası Mustafa Bey önceleri karşı çıksa da öğretmeni Belkıs Hanım aileyi ikna eder. Önünde bir engel yoktur Kemal’in. Belkıs Hanım, onu Müşfik Kenter’e, Kenterler Tiyatrosu’na götürür, kadroya girmesini sağlar. Müşfik Kenter, Yıldız Kenter, Şükran Güngör gibi usta oyuncuların olduğu kadroya girmiştir ve bu büyük oyuncularla birlikte oyunlarda rol alıyor, sahneye çıkıyordur.

Liseyi bitirdikten sonra, Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksekokulu’na kaydolmuştur. İki yıl devam eder okula fakat turneler nedeniyle tiyatroyu ve okulu bir arada yürütemez. Devamsızlıktan okuldan kaydı silinir.

Öğrenimini yarım bırakmak zorunda kalsa da tiyatroyu sürdürür Kemal. Kenterler’den sonra Ulvi Uraz Tiyatrosu’na girer. İşine dört elle sarılmıştır. Ulvi Uraz kadrosunda 4 yıl sahneye çıkar. Aksaray Küçük Opera’da, Arena’da birçok rolde oynar. Orhan Kemal’in “İspinozlar”nda Taşkasaplı tipini, “Bekçi Murtaza”da ilk perdede, Murtaza’nın karşısında bir bekçiyi, ikinci perdede de bir kahveciyi canlandırır. Ulvi Uraz’dan sonra bir yıl da Ayfer Feray Tiyatrosu’nda çıkar sahneye. Sonra hayatının akışının da değişeceği başında Haldun Taner’in Zeki Alaysa ve Metin Akpınar’ın olduğu Devekuşu Kabare’nin kadrosuna katılır.

Kemal Sunal’ın inanılmaz bir sahne sempatisi vardı. Sahneye çıktığı an bütün dikkatleri üzerine çekiyordu. Farklı, sevimli yüzüyle, oyun yeteneğiyle seyirci tarafından seviliyordu. Sahnede insanları güldüren bir oyuncu olmayı başarmıştı genç yaşında.

Zeki Alasya tiyatronun yanı sıra sinema oyunculuğu da yapmaya, filmlerde oynamaya başlar. Komedi yeteneği ve komik yüzüyle sinemacıların dikkatini çeken Zeki Alasya 1972 yılında dört filmde oynar.
Bu filmlerden biri Ertem Eğilmez’in yönettiği “Sev Kardeşim”dir. Ertem Eğilmez bir sinema dehasıdır. Hem keşfettiği, sinemaya kazandırdığı oyuncularla, senarist ve yönetmenlerle hem de çektiği filmlerle Yeşilçam Sineması içinde bir ekol oluşturur. “Tatlı Dillim” adlı filmin çekim hazırlıklarına başlamıştır Ertem Eğilmez. Filmde Zeki Alasya ve Metin Akpınar da oynayacaktır. Kemal Sunal o günlerde Devekuşu Kabare’de “Dün-Bugün” adlı oyunda sahneye çıkıyordur. Zeki Alasya Ertem Eğilmez’i tiyatroya davet eder, oyunu izlemesi için. Oyunu izleyen Ertem Eğilmez, Kemal Sunal’ın oyunculuğunu da, tipini de beğenir. Ertem Bey, oyunu ve bütün ekibi ayakta alkışlamıştır. Ertem Eğilmez, Kemal Sunal’ı, “Tatlı Dillim” filminde Ferit rolündeki Tarık Akan’ın basket takımından arkadaşlarından birini oynaması için kadroya alır.

Kemal Sunal hiç aklında yokken bir anda kendini tiyatro sahnesinden, film setine geçmiş bulur. Filmdeki başarısını da oyun turnesi için gittikleri Ankara’da ziyarete gelen arkadaşlarından öğrenir. Filmin çekimleri bitmiş gösterime girmiştir. Kemal Sunal tiyatro ekibiyle turnede olduğu için henüz filmi izleyememiştir.

O sırada, Balıkesir’den bir grup arkadaşı Ankara’ya gelir. Oyunu izledikten sonra, “Senin film oynuyor, çok gülüyorlar sana” derler. Kemal Sunal “Hangi film?” deyince de “Tatlı Dillim” olur cevapları. Film İstanbul’da gösterime girdiğinde izlemek için Saray Sineması’na gider. Yol boyu heyecandan eli ayağına dolaşır. Salona girip, en arka sıraya oturur. Filmde çok az görünüyor olmasına karşın, her göründüğü sahnede kıyamet kopar, büyük alkış ve kahkaha sesleri kaplar salonu. Yüzü, konuşma tarzı, esprileri değişik, ilginç ve komik gelir seyirciye. Daha ilk filminde seyircinin beğenisini kazanmış, kalbini fethetmiştir. Oyunculuğunu sıcak ve sempatik bulan seyirciye onlardan biri olduğunu hissettirmiştir. Bunları düşündüğünde rahatlamış, heyecanı biraz olsun yatışmıştır. Arkasına yaslanıp derin bir nefes alır ve “Bu iş tamamdır, başardım” der.

Arka arkaya filmlerde oynamaya başlar ve her filmde rolü büyür Kemal Sunal’ın. Bir anda sinemanın güldürü yıldızlarından biri olmuştur. 1973 ve 74 yıllarında tam dokuz filmde oynar. Kemal Sunal’ın hayatının akışı değişmiştir bir kez. Arka arkaya oynadığı filmlerle arkadaş çevresi de, hayran kitlesi de genişler. Sinemacılar ve seyirci için aranan, vazgeçilmez bir oyuncu olmuştur çok kısa sürede.
Yine de hayatını tümden değiştirecek onu zirveye taşıyacak filmlerine doğru yol alırken kendisini nasıl bir geleceğin ve şöhretin beklediğinden habersizdir. Henüz sinema yolculuğunun başındayken bir Atıf Yılmaz filminde kendini başrolde bulur Kemal Sunal. Atıf Yılmaz’ın yönettiği ‘’Salako’’ filminin senaryo yazarları Sadık Şendil ve Ertem Eğilmez’dir. Film bir Ertem Eğilmez-Arzu Film yapımıdır ve Kemal Sunal için de bir zirvedir. Hem sinemamız açısından hem Kemal Sunal filmleri içinde bir başyapıt ayrıcalığına sahiptir film.

Kemal Sunal zirvededir artık, bir başrol oyuncusu, bir yıldızdır ve bunu çok kısa sürede başarmıştır. Başrole, zirveye çıkmış olsa da asıl sıçramasını Hababam Sınıfı filmleriyle yapacaktır Kemal Sunal. Hababam Sınıfı filmlerinin güldürü sinemamızda ve Kemal Sunal’ın sinema hayatında ayrıcalıklı bir yeri vardır.

Kemal Sunal ismi artık yalnızca sinema çevrelerinde konuşulmuyor, geniş halk kitlesi ve sinemasever arasında da konuşulan bir isme dönüşürken, sinema salonlarında Kemal Sunal’lı filmlerin, afişlerin önünde uzun kuyruklar oluşur. Bir önceki filmini izleyenler bir sonraki filmi merak eder, bekler olmuştur. Kemal Sunal, Ertem Eğilmez yönetiminde seriye dönüşen dört Hababam sınıfı filminde oynarken bir yandan da 1976 yılında Kapıcılar Kralı, Meraklı Köfteci ve Sahte Kabadayı filmlerinde de oynar. Yine 76 yılında oynadığı Ertem Eğilmez’in yönettiği Süt Kardeşler ve Kartal Tibet’in yönettiği Tosun Paşa filmleri hem sinema tarihimiz açısından hem de Kemal Sunal filmleri içinde birer başyapıt değerindedir.

1977 yılında Ertem Eğilmez Sadık Şendil’in senaryosunu yazdığı Şabanoğlu Şaban filmini çeker ve “Şaban” adını film adına, film afişine taşır. Kemal Sunal için “İnek Şaban”dan sonra hayatının sonuna kadar hatta ölümünden sonra da sürecek yeni bir efsanenin önü açılır. Bu aynı zamanda sinemamızın “İnek Şaban” ya da “Şaban olarak beyazperdeye yansıyan Kemal Sunal efsanesidir.

Ertem Eğilmez’in “Şaban”lı filmlerinden sonra F. Osman Seden 1978 yılında İnek Şaban” adlı bir film çeker. Kapı aralanmıştır, adında Şaban olan filmlerin devamı gelir: Umudumuz Şaban (1979), Dokunmayın Şabanıma (1979), Gerzek Şaban (1980), En Büyük Şaban (1983), Ortadirek Şaban (1984), Atla Gel Şaban (1984), Şendul Şaban (1985), Şaban Pabucu Yarım (1985), Sosyete Şaban (1985), Katma Değer Şaban (1985), Gurbetçi Şaban (1985).


Kemal Sunal, 1984 yılında bir de Kartal Tibet’in yönettiği Şabaniye adlı filmde oynar. Kan davasından kaçarken kadın kılığında sahneye çıkıp şarkı söyleyen Şaban’ın öyküsüdür filmde anlatılan. Filmin adında Şaban adı geçmese de Kemal Sunal’ın başrolde oynadığı ve kahramanın adının Şaban olduğu filmler çekilir. Bekçiler Kralı’nda (1979) Bekçi Şaban Özgüneş’tir örneğin. Şaban efsanesi öylesine sarmıştır ki sinema dünyasını, Natuk Baytan’ın 1984 yılında çektiği filmde başroldeki Kemal Sunal’ın canlandırdığı kahramanın adı Niyazi olduğu halde alışkanlıktan ya da dalgınlıktan filmin adı ve afişleri “Atla Gel Şaban” olur.

Kemal Sunal’ın en büyük arzusu, ön önemli isteği ve içinde kanayan yarası yarım kalan eğitimini tamamlamak, üniversite bitirebilmektir.

80’li yılların ikinci yarısından örneğin 1986’dan başlatabileceğimiz olgunluk döneminde Yoksul, Öğretmen, Düttürü Dünya, Polizei, Abuk Sabuk Bir Film gibi hem önemli hem de alışıldık Kemal Sunal çizgisinin çok dışında filmlerde oynar.

Ertem Eğilmez dışında Atıf Yılmaz, Zeki Ökten, Memduh Ün, F. Osman Seden, Orhan Aksoy, Şerif Gören, Natuk Baytan, Kartal Tibet, Erdoğan Tokatlı gibi usta yönetmenlerle de çalışır Kemal Sunal. Birlikte film yapma rekoru, 26 filmle Kartal Tibet’tedir. Ertem Eğilmez okulunda yetişen Kemal Sunal farklı ve iyi yönetmenlerle çalıştığında da başarılı olacağını gösterir. Zeki Ökten, Kemal Sunal işbirliğinden önemli ve başarılı filmler çıkar. Zeki Ökten’in Keskiner Kardeşler’in Çiçek Film’i adına yönettiği Kapıcılar Kralı filminde önceki filmlerindeki tiplemelerin, genel sinema çizgisinin dışındadır. Örneğin filmdeki adı Şaban değil Seyit’tir. Zeki Ökten, 1977 yılında da yine Kemal Sunal’ın başrolde olduğu ve senaryosunu Umur Bugay’ın yazdığı Çöpçüler Kralı’nı çeker. Filmin yapımcısı Ertem Eğilmez’dir. Arzu Film adına çekilen Çöpçüler Kralı, Kemal Sunal’ın zirve yapan filmlerinden olur.

Kemal Sunal’ın, Zeki Ökten filmlerinden sonra oynadığı bir başka başyapıt da Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı Kibar Feyzo filmidir. Filmin senaryosu İhsan yüce gibi derya deniz bir senariste, çok yönlü bir sinemacıya ait olan filmin oyuncu kadrosu da çok güçlüdür. Sinemaya başladığı andan itibaren filmde oynamadığı yıl yoktur Kemal Sunal’ın. Setten sete koşar, kılıktan kılığa girer. Bazı yıllar 4-5 filmde oynar, bazı yıllara 6 film sığdırır. 1980 yılında Kartal Tibet, Aziz Nesin’in bir eserinden uyarladığı, senaryosunu Atıf Yılmaz’ın yazdığı Zübük filminde oynatır Kemal Sunal’ı. Kemal Sunal’ın oynadığı, değerini hiçbir zaman kaybetmeyen filmlerindendir Zübük. Şaban’lı filmlerin arka arkaya çekildiği 80’li yıllarda Zeki Ökten’le Yoksul (1986) ve Davacı (1986) filmlerini çekerler. 1988 yılında 7 filmde oynar Kemal Sunal. Bu filmler arasında üç film vardır ki olgunluk döneminin belki de en iyi filmleriydi ve bütün Kemal Sunal filmleri içinde de ayrı bir yere sahipti; Öğretmen, Düttürü Dünya ve Polizei.

1991 yılında oynadığı ve Orhan Aksoy’un yönettiği Varyemez adlı filmden sonra Kemal Sunal uzun süren bir sessizliğe bürünür. Kemal Sunal’ı uzun süre sinema filminde göremeyen, meraklanan, özleyen hayranları, sinemaseverler televizyon dizilerinde görmeye, izlemeye başlarlar. Saygılar Bizden, Şaban Askerde, Bay Kamber, Şaban ile Şirin adlı diziler hayranlarının Kemal Sunal’ı televizyon ekranında izleme olanağı buldukları yapımlardı.

1991 yılında oynadığı Varyemez adlı filmden sonra uzunca bir süre sinemadan uzak kalır Kemal Sunal. Tam da olgunluk döneminin iyi ürünlerini vermeye başladığı, verimli olduğu bir döneminde film setlerinden, kameradan uzak kalmasının oyunculuğundan hiçbir şey kaybettirmediğini, 1999 yılında Mehdi rolüyle izlediğimiz bir Sinan Çetin filmi olan Propaganda’da görürüz. Yıllar sonra Metin Akpınar’la aynı filmin başrollerini paylaşırlar. Kır düşmüş badem bıyığı, ağarmış şakakları ve Gümrük Muhafaza Müdürü üniformasıyla çıkar karşımıza Kemal Sunal. Filmin sürprizi ise yardımcısı Mahmut rolündeki oğlu Ali Sunal’dır.

Kemal Sunal hayranları, ondan yeni filmler beklerken, beklenen teklif 2000 yılında Ali Özgentürk’ten gelir. Balalayka adında bir film çekecektir, Kemal Sunal’ın oynamasını ister. Teklifi kabul eder Kemal Sunal.

Çekimler için uçakla Trabzon’a gideceklerdir fakat Kemal Sunal’ın uçak fobisi vardır. Uzun yıllar binemez uçağa. Çok uzun yollar için bile araba yolculuğunu tercih eder. O gün de uçağa bineceği için tedirgindir. Uçağa binmeden önce bilet kontrollerini yaptırırken hostese: ‘‘Canım, hiç gitmek istemiyor. Ama film çekimi var, gitmek zorundayım’’ der. Kalkıştan hemen önce geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybeder Kemal Sunal. Tarih 3 Temmuz 2000’dir ve büyük oyuncu henüz 56 yaşındadır.


(BirGün)



DEMOKRATİK SANAT MANİFESTO! - Yaşam Kaya

Walter Benjamin sanatı birtakım "faydacı" basit ölçütlere saplanıp kalmadan, “özerk” biçimde ekonomi politik ilkelere uygun olarak betimlenebilecek çerçevelerle açığa çıkarma olarak görmüştür. Katı Marxçı düşünürlerin sanatı yalnızca bir üstyapı görüngüsü olarak ele alışını desteklemeyen Benjamin, bir anlamda Nietszche 'nin görüşleriyle benzerlik gösteren fikirlerini ortaya koymuştur. Benjamin’ in söyleminden yola çıkarak yakın dönem olaylar silsilesinde karşımızda görünenleri saptamalıyız. Prf. Dr. İskender Pala’ nın Zaman Gazetesi’nde yayınladığı ”Muhafazakarın Sanat Manifestosu”yla iki ayrı dünya gibi algılanan Türkiye sanat yaşamının geldiği noktayı derinlemesine irdelemekte fayda var.

Başbakan’ ın geçtiğimiz sene bir heykeli ‘ucube’ olarak nitelendirmesiyle başlayan ‘sanatta ideoloji’ tartışması, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda yaşanılan değişimle zirveye çıkmış, Devlet Tiyatroları’ nın özelleştirilmesi, kapatılması gibi tartışmalarla doruk noktasına ulaşmıştı. Ulusalcı, Kemalist, sol, sosyalist görüşlerin tiyatroda yaşanılan değişime karşı gösterdiği refleks, Kürt Tiyatrosu’nu da içine alarak büyük protestolara dönüşmüştü. Yapılan eylemlerde şovenizm etkisi dışında gerçekten bu ülkenin sanatını, tiyatrosunu seven insanlar ortaya ciddi eleştiriler koydular. Devlet ideolojisinin Cumhuriyet dönemiyle başlattığı, artık II. Cumhuriyet diye adlandırılan bir yapıyla sürmesi mümkün görünmeyen sanatsal kurumlar, egemen gücün baskısıyla birer birer köklü değişimin içine girdi. Peki bu değişimin sonuçları neler?

Walter Benjamin sanatı, ideolojik bakışın temsil ettiği fikirsel bir eylem olarak reddetmesi günümüzde yaşanılan olayları özetliyor. Şimdinin uluslacı yapısı, oligarşik devlet ideolojisinden destek alarak, Türkiye’de sanatı ‘toplumsal değişime kapalı bir ivme’ olarak algılamıştı. Esas bağlamda sanatla toplum değiştirilmeli, eğer sanatsal devrim süreci varsa belirli elit kesim bu devrime önayak olabilirdi. Fakat değişen dünya koşulları altında sanat halkı yönlendirmekten çok, halkın sanata yol göstermesi seçeneği toplumların vazgeçilmezi oldu. Olayı daha net açıklarsak; insanlar kendilerini sahnede görmek istediler!
1960’lı yıllardan başlayarak Türkiye’de oluşan sosyalist sanat ve tiyatro, halkçı anlayışıyla toplumu sahnede göstererek belleklerde derin izler bıraktı. Maden işçileri, töre cinayetleri, kapitalizmin ezdiği insanların çilesi romanda, şiirde, tiyatroda büyük oranda yer aldığı için, insanlar kendilerini, üretilen sanatla bütünleştirmeye başladılar. Yani Marx’ ın söylediği ‘yabancılaşma’ kavramı sanatla toplum arasında yok denecek kadar azdı. 1980 faşist askeri darbesiyle bıçak sırtı gibi kesilen ‘toplumcu sanat’ yerini asla ‘sol’ değerlerle anılmayacak elitist bir grubun hegemonyasına bıraktı. Sahnede toplumdan aykırı olarak işlenilen konular; sürrealist şiirler, romanlar; vahşi kapitalizmin insanları ezmesine aldırmadan yazılan bireysel insan dünyaları, sanatın ana damarlarını esir aldı ve gitgide toplumdan kopma noktasına gelen sanata ‘muhafazakar’ bakış açısıyla ayar verilmeye çalışılıyor.

Prf. Dr. İskender Pala’ nın neredeyse tüm kitaplarını okudum. Kendisine Şehir Tiyatroları’yla yaşadığı kavgalarda genel anlamda destek verdim. Fakat ”Muhafazakarın Sanat Manifestosu” başlıklı yazısında yazdıklarına katılmam mümkün değil. Ayrıca o yazıdan sonra ‘muhafazakar’ diye adlandırdığımız grupların tiyatro eserlerini yasaklamak istemesi, heykelleri bir ‘ucube’ olarak adlandırması, Beyaz Türklerin kontrolündeki Şehir ve Devlet Tiyatroları’nı kapatmak istemesi tam anlamıyla felaket. Sol, Sosyalist görüşlü insanlar bu ülkenin sanatından ne kadar memnun sormak lazım. Ayrıca sanatta ve özellikle tiyatroda ‘sol’ anlayışın egemen olduğunu söylemek büyük yanlış. Tiyatroda sosyalist görüş özel tiyatrolar hariç, Devlet ve Şehir tiyatroları’nda tektük oyunlarda yer almışken, lümpen, elitist grupların yönettiği sanat kurumlarını ‘sol görüşlü insanlar yönetiyor’ demek bilgisizlik! Muhafazakar sanatı öne çıkarıp, bir ülkede sanatı yasaklayıp sindirerek demokratik sanat olgusunu yok edemezsiniz. Sanatta demokrasiyi neden savunmalıyız?

1-Sanatta ‘demokrasi’ kavramını savunmak, her kesimin en büyük sorunu olmalı! Eğer ‘demokrasi’ diye bir olguya inanıyorsanız, gidip müzik festivallerini susturmaya çalışmazsınız!

2-Ödenekli tiyatroların işleyişini beğenmeyip –ki birçok kimse memnun değil- bu ülkenin en köklü kurumlarını kapatmak istemezsiniz!

3- Şairlerin, yazarların kitaplarını ‘müstehcen’ diye yasaklamaya çalışmazsınız!

4-Sanatın içine ‘insanların özel hayatlarını’ katarak ‘biz bunu istemiyoruz’ demezsiniz!

5-Demokrasiye inanıyorsanız eğer, sanatı ‘özgür’ bırakıp, kimin hangi etkinliği, festivali nasıl düzenlendiğiyle ilgilenmezsiniz!

6- Gün gelir egemen güç sizin beğenmediğiniz ‘karşı taraf’ olur ve o zaman aynı muamele size yapılır. Ve bu işin sonu gelmez.

7- Sanatta ‘demokrasi’ herkese, her kesime lazım, yoksa ‘faşizm’ her zaman kendisine uygun koşullar yaratabilir!


(BirGün)



ÇAĞIMIZIN 'BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT'LERİNDEN BİRİ - ASLI TOHUMCU

İnsanoğlunun temel sorunu ikiyüzlülük olsa gerek. Yoksa siyaseti bu kadar, ahlakı bu kadar, dini bu kadar, adaleti bu kadar, sevgisi ve hatta sevgisizliği bile bu kadar ikiyüzlü olur muydu? Uçkurunu on yaşındaki kız çocukları karşısında hevesle çözenler ahlaklarına toz konmadan yaşayıp gidebilirler miydi aramızda? Kendi sesinden başka bütün seslere kulakları ve yürekleri kapalı iktidarlar, diri diri yaktıkları, gün ışığında kaybettikleri, karakol pencerelerinden aşağı intihara gönderdikleri, bahçeden sebze toplar gibi keyfi gözaltına aldıkları, sesi fazla çıkıyor diye terörist ilan ederek hapislerde çürüttükleri insanların üzerlerinde hakları yokmuşçasına gönül rahatlığıyla yaşayabilirler miydi? Cehaletlerini kanla ve yoksullukla besleyerek katil, tecavüzcü ve infazcı yetiştirdiklerinin sırtını sıvazlayabilirler miydi?

İktidarın ve dolayısıyla iktidarı elinde tutan erkeklerin en büyük ikiyüzlülüğü, tarihin başlangıcından bile önceye dayandırarak, kadının eline yasak meyveyi verip, onu daha yolun başında “şeytan” ilan etmek değilse, ne! Neyse ki ben mantıklı bir kadınım ve düşündükçe hak veriyorum onlara. Ne de olsa bu şeytanın türlü türlü hileleri var erkeği yoldan çıkaran, iktidarını tehdit eden. Dekolte, gece gezintileri, uluorta kahkahalar, kendini erkekle aynı kefeye koymak, evlilikte, üremede, aile ya da iş hayatında kendi iraden olabileceği yanılgısına kapılmak. Lafı uzatmayayım; cinsel, sosyal ya da politik açıdan “kuyruk sallamak” diye tabir edilen hileleri bunlar şeytanın.

Neyse ki erkeklerde bu hilelere pabuç bırakacak göz yok. Hepimizin kukusuna elektronik çıngıraklı bir kilit takmaları an meselesi. Bir bilseniz, evli ve çocuklu olduğum için ne kadar mesudum. Ancak tek çocuklu olduğum için de bir o kadar tedirginim. Yüce devletimizin saklı emriyle, her an isteğim dışında birileri tarafından karnıma bir sıpa yerleştirilmesinden nasıl da korkuyorum. Bir kadın doğumcuya en son ne zaman gittiğimi hatırlıyorum da, bir daha adımımı atar mıyım: Hiç sanmıyorum. Tabii tecavüze uğrarsam o zaman başka; önce kadın doğumcuya yollanırım, ardından piçimin babası devletin (ne de olsa tecavüzcüleri yaratan ve esirgeyen onlar, kızıştıran biz) söz verdiği bakımı sağlayacak kuruma, artık hangisiyse. Ama asla karakola ya da mahkemeye değil. Asla gerçek suçlularla yüzleşeceğim ve cezalandırıldıklarını görebileceğim bir kuruma değil.

Şimdi burada durup, Amerika’dan bir sese bir kez olsun haklı yere kulak verelim. Amerikalı bir kadın yazarın, Hillary Jordan’ın ‘Uyandığında’ adlı romanı iktidarın kadın bedenini ve ruhunu ahlak ve din kisvesi altında çatır çatır çiğneyerek iktidarını nasıl sağlamlaştırabileceğini, kadını nasıl hemcinsleri tarafından bile sırt çevrilmiş bir halde bırakabileceğini, ikiyüzlülükle borusunu nasıl da kuvvetle öttürebileceğini, erkeğin şiddetini nasıl meşrulaştırabileceğini, kadını toplum hayatında (dolayısıyla kendi kaderi üzerinde) nasıl etkisizleştirebileceğini anlatıyor. Bunu, başrole evli bir adamla ilişkiye girip ondan hamile kalan ve kürtaj olan, aşırı dindar yetiştirilmiş bir kadını, Hannah’yı oturtarak yapıyor. Ama bir dakika, romanın meselesi bu kadar basit değil!

Hapishanelerindeki doluluk oranı Japonya’nın sahte plajlarını tenha bırakacak bir noktaya ulaşan Amerika, suçluları hapsetmenin hem pahalıya geldiğini hem de pek işe yaramadığını fark eder. Oysa onları genetik bir işlemden geçirip işledikleri suçun mahiyetine göre renklendirip, bir süre hapsettikten sonra salıvermek çok daha kolay, ucuz ve mahallelerini suçtan temizlemeyi görev bilen ahlaklı toplumun linç arzusu da düşünülürse daha yapıcıdır.

Ama dinin her şey demek olduğu bu “kurmaca” toplumda, dinden ibaret bir devlet tarafından yönetilen bu “kurmaca” toplumda, evlilik içi ya da dışı ilişki nedeniyle oluşan gebeliğe son vermek en büyük suçtur. Bu suçu işleyenler, Federal Renklendirme Dairesi tarafından Kırmızı ile renklendirilirler.

Başkahramanımız Hannah’nın, kürtaj olduğu, kürtajcının ve öldürdüğü çocuğun babasının adını vermediği için bir ay hapis ve on altı yıl renklendirilme ile cezalandırılmasıyla açılır ‘Uyandığında’. Hannah, renklendirme işlemi ertesinde yerleştirildiği, yerden tavana kadar bembeyaz ve aynalarla kaplı bir odada, topluma canlı yayın aracılığıyla teşhir edilir. Bir ay boyunca işitebildiği tek ses, duvarda açılan bir delikte beliren yemek tepsisini almadığı zaman duyduğu kulak yırtıcı sinyaldir. Kırmızıların çoğu bu hapis sonrasında, intihar eder ya da tımarhanelik olurlar; tabii renklerinin ele verdiği suçları yüzünden bir yerlerde tecavüz edilip öldürülmezlerse! 

Bu otuz günlük hapis süresince, biz de Hannah’yla birlikte aklımızı kaçırmakla, bizi televizyonları karşısında seyreden, hükmünü peşinen ve adaletsizce vermiş kalabalığa karşı başımızı dik tutmak arasında gidip geliriz. Hannah’nın yanlızlıktan çıldırmasın diye hücresine bırakılan kara sineği, kendisini mahkum ettikleri yalnızlıkla başa çıkabileceğini göstermek amacıyla öldürdüğü nokta, bize hem onu ayakta alkışlama, hem de sistemden kaçamasa da ona kurban olmaya razı gelmeyecek bir kadınla karşı karşıya olduğumuzu idrak etme zevkini yaşatır.

Hannah’nın hapisten salıverilmesiyle, her yanı “Renkliler Giremez” tabelalarıyla süslenmiş, kırmızı cildiyle ortada salınanların tacize, tecavüze, öldürülmeye istemeden davetiye çıkardıkları, kiralayacak ev, çalışacak iş bulamadıkları Renkliler dünyasına şahit oluruz. Sistem o kadar iyi düşünülmüştür ki, Renklilerin adını girdiğinizde ağ size kameralar aracılığıyla o an nerede, kiminle, ne yaptığını da gösterir. Yani sistem bulabildiği her kanalla Renklileri işaret etmek sakınca görmez, en büyük ispiyoncu sistemin kendisidir!

Hannah hapisten çıktığında, ne kendisini evlatlıktan reddeden annesini, ne de kocası Cole’un kurduğu korku imparatorluğundan kaçabilen kardeşi Becca’yı bulur karşısında. Çocukluğundan bu yana neden güzelliğini bir utanç gibi saklamak zorunda olduğu, bisikletiyle yokuş aşağı hızlanırken yüzünü yalayan rüzgârla güneşin tadını varmanın neden ibadetten sayılmadığı gibi sorularla annesini sinirlendirdiği, babasını ise hüzünlendirdiği düşünülürse, Hannah’ya sahip çıkmak da, elbette toplumun izin verdiği ölçüde, babasına düşer.

Sokakların Renkliler açısından barındırdığı tehlikeleri düşününce, annesinin araştırıp babasının sunduğu Doğru Yol Merkezi’ne gitmek ve orada altı ay boyunca dış dünyayla iletişim kurmadan doğru yola döndürülmek, merkezin tabiriyle “Yürüyen” olmak Hannah’ya iyi bir çare gibi gelir. Elbette merkezdeki sistem de, dışarıdaki büyük sistemden farklı değildir. İddia edildiği gibi bir ibadethane hiç değildir. Yürüyenler’in birbiriyle en ufak temasına izin vermeyen, işledikleri sözde günahı unutmalarına bir an olsun izin vermeyerek, onları giyim kuşamlarından ruh hallerine kadar tektipleştirerek yalnızlaştıran bir sistemin işlediği bir yer, ancak hapishane olabilir çünkü. Yürüyenler’i kurtarma ideali aslında kendi sesinin tınısını duymak ve dikkatleri üzerine çekmekten başka bir şey olmayan Peder Henley bu hapishanenin sözde müdürüdür. Merkezdeki kızları davet ettiği özel çay partilerinde, kızlardan yere yatıp kürtaj olurkenki pozisyonlarını almalarını ve işlemi bütün ayrıntılarıyla anlatmalarını isteyerek o kızların travmalarını körüklemekten zevk duyan karısı ise gizli patron. Kürtaj suçunun arındırma işlemi ise şahanedir: Merkezin dikimevinde kendi elleriyle diktikleri bebeklere bakmak. O bebeklere isim vermek. Yaşasaydılar yapabileceklerini hayal ettikleri seanslara katılmak. 

Bu kâbus evinde geçireceği altı aya ne olursa olsun katlanarak annesinin sevgisini geri kazanmakla, ezilmeye, aşağılanmaya ve sindirilmeye karşı çıkmak arasında gidip gelen Hannah cekedini alıp oradan çıkmakta gecikmez ve soluğu Becca’da alır. İkiz bebeklere hamile Becca’nın evinde hissettiği güvenlik Cole’un eve gelmesiyle bozulur. Hamile karısını dövmekten gocunmayan Cole’un Hannah’ya ahlak tasladığı sahne, erkeklerin ahlak konusundaki ikiyüzlülüğü sergilemesi açısından, gerçekten takdire şayan. Ama tabii, biz bu ana kadar Hannah’nın annesinin, dininin, hakkındaki hükmü veren hakimin, o hükmü uygulayan adalet sisteminin, onu sözde özgürlüğünde karşılayan kadın ve erkeklerin ikiyüzlülüğünü çoktan anladık, kavradık ve amin dedik, değil mi!

Becca’nın evinden çıkan Hannah, merkezde tanıştığı ve her durumda acı komik şakalar yapabilen, kendisinden farklı olarak cinselliğini açık açık dile getirebilen Kayla’yı bularak, artık tanıdıkları arasında bile bir tanıdığının kalmadığı şehri terk etmeyi planlarken, onlarca Renkli’nin ölümünden, yüzlercesine de işkence edilmesinden sorumlu olduğu bilinen Yumruk örgütüne üye olan Cole peşlerine düşer. Ancak Hannah’yla Kayla, Yumruk’un karşısında yalnız değildirler; “valinin (kürtaj karşıtı) yaşamın kutsallığı yasasını onaylamasından iki hafta sonra Missouri eyalet binasını havaya uçuran, kötü şöhretli, kürtaj yanlısı bir gizli grup”, Kasımcılar arkalarındadır!

Şiddete nadiren başvuran Kasımcılar, “Kürtaj kişiseldir” düsturuyla, seçim hakkına karşı olduklarını söylemekten çekinmeyen bireylere saldırırlar. Rahim Bekçileri’nin kurucusunun genç bir kadınken bir striptiz kulübünde çıplak direk dansı yaparken çekilmiş görüntülerini, bir vali yardımcısının yaşı küçük erkek fahişelere düşkün bir eşcinsel olmasını afişe etmeleri, FBI ’ın en çok arananlar listesine ilk sıradan girmelerini sağlamıştır. Kırmızılar’ı Kanada’ya kaçırarak, orada renklendirme işlemini geriye döndüren ve Kırmızılar’a yeni bir hayat veren Kasımcılar’ın Hannah’yı hapisten çıktığı andan beri takip ettiğini öğreniriz.

Ancak örgüt, kardeşini taciz ettiği için üvey babasını öldüren Kayla’yı kurtarmak konusunda isteksizdir. Hillary Jordan, bu isteksizlikten yola çıkarak feminist örgütlere ufak çaplı bir eleştiri de getiriyor sanki. Bunu da bazı kadınları kurtarmak mı, bütün kadınları kurtarmak mı sorusunu sorarak yapıyor.

Kasımcılar’ın koruması altına girmek de bir kurtuluş değildir elbette. Örgüt içinde, Renklileri egzotik seksten hoşlanan iş adamlarına satmak için kaçıran üyelerin varlığı, Hannah’nın çıkacağı yeni yolun sonunda görünen umudu gölgeler. İkiyüzlülük, kalleşlik her yerdedir anlayacağınız! Tıpkı annenizde, sevgilinizde, devlet babanızda olabildiği gibi, kurtarıcı kılığında da karşınıza çıkabilir.

Hannah’nın akıbetini öğrenmeyi romanı okuyacaklara bırakayım ve olayın başlangıcına, bir kadının tek başına çocuk yapamayacağı gerçeğine döneyim. Hannah’nın ilişkiye girdiği adamın politikada giderek yükselen, kitlelerin hayranlığıyla ödüllendirilmiş bir din adamı olmasına ne diyeceğiz? Bu din adamının, kendi “suçunu” itiraf etmek yerine, kendisini ispiyonlaması için yalvararak topu bir kez daha Hannah’ya atmasına, ona yüklü bir miktar para göndererek iyi niyetini ispatına ne diyeceğiz? Sonradan gösterilen pişmanlığın ya da sonradan gelen itirafın da ilk andakiler kadar etkili olacağını söyleyebilir miyiz? İnsanların doğru yola çekmeye çalıştığına inanan bir din adamının (benim değil, onun açısından) zina yoluyla doğru yoldan sapmasına, ahlak ve dürüstlük dersleri verirken en büyük ahlaksızlığı kendisinin yapmasına peki? Hayat böyle diyeceğiz. Bu, erkeklerin dünyası diyeceğiz.

Hillary Jordan’ın ‘Uyandığında’ adlı romanı bence çağımızın ‘Bir Dokuz Yüz Seksen Dört’lerinden biri olmaya aday. Kadınların ezilmesi, ihanete uğraması, bedenleri üzerinde hiçbir haklarının bırakılmaması üzerinden işleyen sistemin giderek azgınlaştığı, bu cüreti de yönettiği, dinle, yoksullukla, cahillikle uyuşturulmuş erkek tebaasından aldığı bir çağın ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’leri, ancak kadınları anlatan romanlar olabilir çünkü. 
Romanın (belki de kendi karamsarlığım yüzünden) romantik ve eksik bulduğum finaliyle, Hannah’nın suçuna ortak olduğu halde cezasına ortak olmayan sevgilisinin tavırlarını eleştirmek mümkün tabii. Keşke romanın tadını kaçırma endişesi elimi bağlamasaydı da birkaç cümle kurabilseydim bu konuda. Ama kıyısından köşesinden eleştirsek de, Hillary Jordan’ın tam da biz Türkiyeli kadınları endişelendiren ve bazıları halının altına süpürmeye ne çok istekli olurlarsa olsunlar, gündemin en önemli maddesi olarak kalacak kürtaj konusunu, kadının kendi bedeni aracılığıyla hapsedilmesini, sırf kadın olmakla bile mahkum edilebilmesini hakkıyla romanlaştırdığını söylemek gerek. Toplumsal kuralları ve cezaları erkek gözüyle biçmek ve kurgulamak kadar, cezayı çeken kadınların travmalarını ve çoğunluğun çarpık algısını gerçekçi bir şekilde aktarmak konusunda da çok iyi bir iş çıkarıyor bence Hillary Jordan.

Peki biz, bütün roman boyunca kendisine kesilen acıyı çekerken, hayatı boyunca öğrendikleriyle yüzleşerek ahlakını sorgulayan, farklı olmak, özgür olma hakkını sorgulayan, hatta sevgisini sorgulayan Hannah’yla tanıştıktan sonra hangi soruları soracağız? Kadın neden kadının kurdudur, bu sorunu neden hala çözemedik, bunu mu soracağız mesela! Muhalefetimizin işe yaraması için nasıl bir örgütlenmeye gitmemiz gerektiğini mi soracağız kendimize! Kadınlar olarak kendimizin ve başka kadınların akıl sağlığını korumak adına şiddete başvurup başvuramayacağımızı mı soracağız yoksa? Babasının, eniştesinin, bakkal amcasının, okul müdürünün tecavüzüne uğramış ve hamile kalmış beş on kadının, eli sürekli vicdanlarında dolaşanların meclisinin önünde kendilerini yakmalarını mı önereceğiz? Hamilelikleri izinleri alınmadan babaları ya da mesela dayakçı eşleriyle paylaşılan kadınların da onlara katıldığı eylemler mi planlayacağız? Kadınlar için artık utanmazca ve göstere göstere yaratılan bu cehennem karşısında bulanan midemiz için, hala toplatılmadıysa bir ilaç mı isteyeceğiz? Ya da… Biz ne zaman böyle romanlar yazacağız? Bırakın roman yazmayı, benim diyen kadın ya da erkek yazarlar, aydınlar, entelektüeller olarak kendi ikiyüzlülüğümüzden ne zaman sıyrılacağız? Kendimizi kurtarmaktan vazgeçip ne zaman gerçekten kurtarılması gerekenler için bir şeyler yapmaya başlayacağız?

Yoksa… Uslu uslu oturup bu kötü şakanın bitmesini mi bekleyeceğiz? Sanmıyorum.

Her kadın bir tanrıdır (hanımlar) beyler! Bunu bildiğiniz için bizden korkmanızı anlıyorum, ama sizi yaratan ve esirgeyen bir tanrıyla mı, yoksa sizi alçaltan ve çürüten bir tanrıyla mı kol kola yürüyeceğinize karar vermenin zamanıdır.


(Radikal)